1925 Kürt Milli Hareketi, “Plansız” Bir “Köylü” Hareketi miydi?- I
.
Efsanevi Kürt Lideri Mela Mustafa Barzani’nin Anısına!
Tahsin SEVER
“Davam ve talebim Kürt milletinin hukukudur. Ben hangi vicdanla Kürtlerin milli mefkûresini terk edeyim?” Xalid Cıbran
Kürtler, kendilerinin yok sayılmasına karşı siyasal mücadelelerini farklı siyasal organizasyonlar eliyle, uzun yıllardan sürdürmektedirler. 21. yüzyıla girerken ulusal ve uluslararası boyutu ile gündemdeki yerini koruyan ‘Kürdistan Sorunu’ Ortadoğudaki en kritik bir sorun olmaya devam ediyor. Çoğunluğu Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan yaklaşık 50 milyona varan nüfuslarıyla, dünyada statüsüz bırakılan en kalabalık milleti oluşturuyor. Nitekim Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un 1921 yılında Vatikan Devletlerle İlişkiler Sekreteri Başpiskopos Paul Richard Gallagher’le yaptığı görüşmeden sonra yaptığı bir açıklamada; “ Kürt meselesinin sadece Suriye’yi değil aynı zamanda tüm bölgeyi etkileyebilecek tehlikeli bir oyuna” dönüşe bilme potansiyeline işaret eder. Dolaysıyla Ortadoğudaki dört devlet ve bu devletlerle stratejik çıkarları örtüşen devletler, Kürt milliyetçiliğini mevcut statükoya en büyük tehdit olarak görüyorlar. Kürtlere dair mevcut devletlerin tehdit algısı ister istemez bütün akademik çalışmalara da etkisini gösteriyor. Bu nedenle Kürt milliyetçiliğinin doğuşu ve tarihsel gelişimine dair akademik çalışmalar oldukça cılız ve güvenilir olmaktan uzaktırlar.
Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyetinin kimlik inşası için esas aldığı kurucu felsefe, Kürt halkının geçmişi açısından oldukça sorunludur. Nedeni ise son derece açıktır: Resmi tarih, Kürdistan’da yaşananlar kadar, yaşananların çarpıtılmasının da tarihidir. Bu durum bilimsel metotlarla kendi ulusal tarihi gerçeğimizi ortaya çıkarmayı, olumlu veya olumsuz yanlarıyla yüzleşmeyi de zorunlu kılar.
Bizim gibi varlığı tehdit olarak kabul edilen bir halkın toplumsal tarihini, bu tarihin beraberinde getirdiği siyasal-sosyal sorunları, farklı gerçek bir hikâye üzerinden yeniden kurgulayarak yazmaya çalışmak oldukça meşakkatli bir uğraştır. 20.yüzyılın başlarından itibaren 1. Dünya Paylaşım Dönemi, Kürtler açısından en çok çarpıtılan, bir dizi olayın iç içe geçtiği (Ermeni Soykırımı, Kürdistan’ın parçalanması, Türk devletinin inşası, Kürt direniş ve ayaklanmaları) çok çetrefilli bir sürü başlığı barındırır. Resmin bütünlüğü içinde, taşların yerli yerine oturtulması, buna bağlı olarak 1925 Kürt Milli Hareketinin tarihsel sürecinin doğru yorumlanması oldukça önemlidir.
Yazının başlığının nedeni yakın zamanda çıkan ve 1925 Hareketini değerlendiren iki ayrı makale. Birincisi Sayın Celal Temel tarafından kaleme alınan; “Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya, Kürdistan’ın Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir’i Olabilir miydi?...” başlığını taşıyor. Bir diğer makale ise Sayın Fırat Aydınkaya tarafından kaleme alınan; “Şeyh Said Hareketi ‘Gerici’ miydi?” ismini taşımakta. Amacım, yakın tarihimizle ilgili yapılan çalışmalara ve tartışmalara katkı sağlamaktır. Her iki makalede de elbette katıldığım birçok husus var; ancak sorunlu gördüğüm hususlar üzerinde duracağım. . Buna geçmeden İhsan Nuri Paşa’nın Fransız makamlarına hitaben yazılmış; ancak bugüne de hitap eden 1925 Hareketini değerlendiren mektubun önsözü şöyle demektedir:
“Kürtlerin ideali kendi ülkelerinde bağımsız, özgürce yaşamak; kölelikten kurtulmak ve bundan sakınmak üzere kuruludur.
Fark ettik ki bu anlamlı ve güzel dava yanlış yorumlanıyor. Bu bağlamda, şehitlere karşı işlenen hataları düzeltmeyi görev edindim.”( Kürt Başkaldırısı, Aktaran Dr. Sedat Ulagana, Özgür Politika)
İhsan Nuri Paşa, hedefleri son derece açık olan Hareketin yenilgisinden sonra devletin yaptığı manipülasyonları görüyor, “Kürt Başkaldırısı” isimli yazısını kaleme alıyor. İhsan Nuri Paşa, Azadi’nin kurmay isimlerinden ve Beytüşşebep Ayaklanmasını Azadi adına yöneten kişi. Bu nedenle yazdıkları o dönemin sağlıklı anlaşılması açısından kritik öneme sahip. Yeri geldikçe yaptığı değerlendirmelerden örnekler vereceğiz. Bugüne geldiğimizde yakın tarihimize dönük pek-çok ciddi çalışma var ve elbet de memnuniyet vericidir; ancak bir de yeni nesil “Kürt entellijansı” var ki genellikle geçmişi küçümserler. Ortak yanları kibirleridir. Kürt mahallesinde “Kürtçü olmadan” dolaşmayı çok severler. Analitik bir çalışmaları yoktur. Slogan üretmeyi ve atmayı çok severler. Geçmişi eleştirel süzgeçten geçirip, olumsuz yanları ayıklarlar, olumlu yanlarına sahip çıkmazlar. Bu genel hatırlatmalardan sonra, Sayın Celal Temel’in makalesine geçelim. Sayın Temel şu tespiti yapıyor:
“Planlı ve programlı, stratejik çalışılsaydı, tüm olumsuz koşullara karşın bu dönemde, Türkiye Cumhuriyeti gibi Kürdistan Cumhuriyeti de kurulabilir miydi bilemiyoruz. Karamanlı Kazım Karabekir ve Selanikli Mustafa Kemal, Erzurum’da, yeni bir devletin temellerini atarken kendi halkı içinde bulunan Cibranlı Halid ve 1. Meclis’in belki bir numaralı konuşmacısı Yusuf Ziya, dönen entrikaları anlayamadılar. Cibranlı Halid, Yusuf Ziya, Seyit Abdülkadir, Emin Ali Bedirhan, Abdullah Cevdet, Şerif Paşa, Mustafa Yamulki Paşa, Mevlanzade Rıfat gibi dönemin (1918-1923) önemli Kürd aydın ve liderleri; Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi liderlerin Türk ulusu için yaptıklarını, Kürd ulusu için yapamadılar; aynı rolü oynayamadılar. Kendi düşmanına sitem etmenin de bir anlamı yoktur. Kısacası, 1918-1923 Mondros-Lozan sürecinde, Kürd önderleri, aydınları, aldandılar, aldatıldılar. Tabii öncesi de sonrası da öyle…”
Bu dönemle ilgili yapılan genellemeyi doğru bulmuyorum. Zira diaspora Kürtleri, aydınların KTC içindeki faaliyetleri (siyasi çıkışları, çelişki ve çatışmaları) öğretici olması açısından iyi analiz edilmeli. Akabinde Kürdistan sahasında başlayan örgütleme ve faaliyetler ayrı bir başlık altında incelenmelidir. Geç kalmış Kürt milliyetçiliğinde zihin karışıklığının yarattığı tahribatların Kürtlere fazlasıyla maliyetli olduğunu sebep ve sonuçlarıyla ortaya koymamız lazım. Böylesi bir çalışmanın bir makalenin boyutları içerine yerleştirme imkânı yoktur. Özetle şunu söylemek mümkün. Kürt milliyetçiliğindeki Osmanlıdan kopuşun somut olarak L. Dünya Savaşı sonucunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bundan sonrası kaçan treni yakalayabilir miyiz meselesidir.
Bu noktada Celal Hocamın belirttiği iki hususu birbirinden ayıralım. Cıbranlı Halid ve Yusuf Ziya’yı Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir’le mukayese etme imkânı yok. Nedeni çok açık. Konumları, amaçları ve şartları çok farklı.
Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, Osmanlı devleti savaştan yenik çıkmış olsa bile bir devlete sahipler. Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince silahsızlandırılması gereken, ancak silahsızlandırılmayan sayısı 110-130 bin arasında değişen bir silahlı güce komuta etmektedirler. Ayrıca ellerinde Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti denen özel harp kabiliyeti olan örgütlenmeler mevcuttur. Ayrıca Kemalist hareket, tarihte ender görülen Machıavelli’nin “tarihte talih” dediği Doğuda sosyalistlerin (Bolşevikler), Batıda emperyalistlerin (İngilizler ve Fransızlar) desteğine mazhar olmuş bir tarihsel vaka ile karşı karşıyayız. Ortadoğuda oluşan yeni güç dengesine bağlı olarak Britanya ve Rusya (Sovyetler Birliği) stratejik hedeflere uyumlu jeopolitik tercihlerde değişikliklere gidecekler, yeni tercihler ışığında yeni ilişki ağları geliştireceklerdir. Hem Britanya hem de Sovyetler Birliği için rakip olan Osmanlı yerine, kendi yanlarına almak istedikleri Türkiye olacaktır. Biri kapitalist dünyanın diğeri sosyalist dünyanın lideri olan Britanya ve Sovyetler Birliği için Türkiye artık “vazgeçilmezdir.” Bu iki önemli gücün tercihlerindeki birliktelik Kürtlerin kaderini derinden etkileyecek sonuçlara yol açacaktır. Elbette tarihte ihtimaller üzerinden sonuçlara varmak imkânsız; ancak şu soru sorulursa durum daha anlaşılır hale gelebilir. Türkler, Kürtlerin durumunda olsaydı içinde devlet kurmayı başarmış Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir çıkabilir miydi? Bilemeyiz.
Azadi, Osmanlı devleti ve bu devletin devamı olan Cumhuriyetten kopuş süreci. Başarısı bütün dengeleri değiştirebilecek muhtevaya sahip. Hangi saikle olursa olsun eskiye dayalı ilişki olanların çıkarlarını tehdit ediyor. Bu noktada parçalanmış İtalyan birliğine isyan eden ve bunun acısını içinde hisseden N.Machıavelli şunları söylüyor: “ Unutmamak gerekir ki yeni bir düzen getirmeye kalkışmaktan daha zor, başarı olasılığı daha kuşkulu, yönetilmesi daha tehlikeli bir şey yoktur; çünkü eski düzenden çıkarı olan herkes yeni düzeni getirene düşman kesilir, yeni düzenden çıkarı olabilecek kişiler ise ılımlı birer muhaliftir ” Prens, Can y. S.60
Machıavelli’nin vurgu yaptığı husus, formatı ne olursa olsun eski ile bağları olanların tutumları oldukça ikirciklidir. Hatta Machıayelli “ılımlı muhaliflerin” çoğu zaman tavırlarıyla ayak bağı olduğunu söyler. Onlarla beraber olma mecburiyeti olsa da onlarla birlikte olmak bir o kadar tehlikelidir. Süreci dikkatli incelediğimizde şartların olumsuza döndüğünde geçirgenliklerin nasıl da arttığını görebiliyoruz.
Sayın Temel’in “Planlı, programlı ve stratejik çalışılsaydı…” sözünü Azadi özelinde tartışırsak, süreci 1923 öncesi ve sonrası diye ayırmamız lazım. 1923 öncesi Cemiyetin kuruluşu, örgütlenmesi, diplomasi dönemi denilebilir. Güç toparlamaya çalışıyorlar, Kürdistan’ın diğer parçalarıyla, Türkiye’deki muhalif kesimlerle, Bolşeviklerle ilişkiler geliştirilir. Sovyet arşivinden çıkan belgelere göre, Lozan sürecine dahil olmak çabaları var; ancak bunun için gerekli dış destek sağlanamıyor. Türkiye’nin Lozan delegasyonunun dönmesi ve Mart 1923’te Meclisi bilgilendirmesiyle tarafların Lozan’da ortak uzlaşıya vardıkları anlaşılır. Bunun üzerine Azadi, strateji değişikliğine gider; açık ve geniş bir örgütlenme faaliyetine girişir. Halit Bey, Nisan 1923 tarihinde Binbaşı Kasım’a gönderdiği mektupta “…bu zaman Kürtlük cereyanı zamanıdır.” der ve devamında “Siz rahat oturuyorsunuz. Uyuşukluk doğru değildir. Hatta meydan-ı faaliyette şerefle ölmek gerekir. ”M. Malmısanıj, 1925’ten Önce Ayrılmadan Yana Kürt Örgütleri, Wate, s:143-144
Siyasi hedef, bütün toplumsal kesimleri direkt veya indirekt örgütlemek ve genel bir ayaklanma hazırlığı yapmaktır. Askeri stratejide iki aşamalı plan üzerinde çalışıldığı anlaşılıyor. Sovyet arşivinden çıkan belgelerin birinde, Sımko’nun ikna edilerek sınır bölgesinin ele geçirilmesinden söz edilmektedir. Bu amaçla Örgütün Kemal Fevzi’yi Sımko’ya gönderdiği aynı belgelerde yer almaktadır; ancak bu girişimin neticesi hakkında bilgi sahibi değiliz. Sımko ikna mı edilemedi ya da planlamada değişikliğe gidilerek İhsan Nuri Paşa komutasında Şırnak bölgesine mi karar verildi bilemiyoruz. Yalnız “Kürt Başkaldırısı” adlı belgede İhsan Nuri Paşa, Beytüşşebap Ayaklanmasının Örgütün talimatı ile gerçekleştiğini söylemektedir. Bundan hareketle Azadinin sınıra yakın bölgeyi ele geçirip güvenli bir alan yaratmayı, dış güçlere karşı güç gösterisi yaparak destek talep etmeyi ve ikinci aşamada genel bir ayaklanmayı planladığını söyleyebiliriz. Beytüşşebap’ta olaylar planlandığı gibi gitmiyor ve devlet örgütün askeri ve siyasi kadrolarına yönelmek için ciddi bir fırsata sahip oluyor. İhsan Nuri Paşa, bölge halkını harekete geçirmekte yetersiz kaldıklarını, bu hususta kendilerinin de payı olduğunu belirtir. Askeri stratejide ilk kırılma yaşanır.
Bunun üzerine taktik bir geri çekilme yaşanıyor ve sadece ikinci seçenek üzerine yoğunlaşılması kararı alınıyor. Devlet, yeni durumu fırsata çevirmek, Örgütün siyasi - askeri kadrolarını tasfiye ederek, olgunlaşmadan ve kışı geçirmeden bertaraf etmek istiyor. Halit Bey bunun farkında. Yapılan istişareler de bütün ihtimaller değerlendiriliyor. Bir tercih yapmak zorundalar. Ya risk alıp bütün tahriklere, tutuklamalara ve provokasyonlara göğüs gerecekler ve zamana oynayacaklar ya da mevcut şartlarda başkaldıracaklar. Şartların bir genel ayaklanma için olgunlaşmadığını, önlerinin kış olması sebebiyle hareket etme imkânlarının çok düşeceğini, kendileri açısından kışın patlak verecek bir ayaklanmanın hezimet ve katliamla sonuçlanacağını düşündüler ve birinci seçeneğe karar kıldılar. Halit Beyin, devletin izlediği strateji ile ilgili öngörüsü doğru; ancak Halit Bey risk alırken (tutuklanmayı göze aldığında) şu düşünceden hareket ediyor. Devletin amacı sadece Azadi kadrolarını değil, aynı zamanda Kürtlerin devlet olma dinamiklerini de ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle hem tutuklanmadan önce hem de tutuklandıktan sonra ısrarla sükûnet çağrısı yapıyor. Önce Yusuf Ziya Beyin, akabinde Halit Beyin tutuklanması Kürtlerin içinde dengelerin değişmesine neden oluyor. Bazı aşiretler nötrleşirken bazı aşiretler saf değiştiriyor. Dışarda kalanların süreci alınan kararlara göre yürütmeleri gerçekleşmiyor ve Piran’da kontrolden çıkıyor. Piran’daki ikinci kırılma, Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren tarafından “beklenen fırsatın doğması” olarak değerlendirilecektir.
Halit Beyin iki öngörüsü gerçekleşmiyor. Birincisi dışarda kalanlar süreci ‘kazasız’ yürütemiyorlar. İkincisi Kürt aşiretlerinden beklenen sahiplenme gerçekleşmiyor. Bu hususu Bitlis cezaevinde Şeyh Masum ve Şeyh Alâeddin ile yaptığı görüşmede dile getiriyor. Ve makalenin başındaki sözünü o görüşmede söylüyor. Kendisine yapılan telkinlere (tutumunu yumuşat) verdiği cevaptır. Sonuç olarak olaylar bir bütün olarak değerlendirildiğinde pek çok hata ve eksik var. Bundan esasa inersek, program ve planlama var. Önlerinde siyasi ve askeri strateji var; ancak başarılı olunması sadece size bağlı değildir. Herkesi neredeyse mutabık kaldığı, yenilgiye etki eden iki hususun siyasi ve askeri liderliği tutuklu olması ve hareketin erken ‘patlatılmasını’ dikkate aldığımızda Halit Bey ve arkadaşlarının dışarda olmayı hedeflemeleri gerekirdi. Bu durum başarı getirmeye yeter miydi bilemeyiz; ancak Osmanlının ve devamı Cumhuriyetin mezhepsel ve aşiretsel yapıyı en küçük birimlere kadar örgütleyerek ve bu bölünmüşlük üzerine inşa ettiği siyasal sistemi aşmadaki zorluklar trajedik sonuçlara yol açmıştır. Tarihimiz ne yazık ki halkı için onuru ile ölüme yürüyenler kadar “kendimi koruyayım derken” onursuzca gidenlerin tarihidir. Saygılarımla. Devam edecek…
01.03.2022
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.