1970’LERİN BAŞINA MI DÖNDÜK?
Geçenlerde yapılan HDP kongresi, ’Türkiyelileşme’ konuşmalarıyla geçti. Daha önce de Kürtlere devlet gereksiz, ulus devlet dönemi bitmiş, sınırların değişmesine karşıyız vs. görüşler karşısında; acaba tarih tekerrürden mi ibarettir, görüşü aklıma geldi. Her ne kadar tarihte sonuçları benzer olaylar arada bir tekrarlansa da benim tarihin tekerrür ettiği görüşüne fazla inancım bulunmamaktadır.
Bazı tarihsel olayların her ne kadar sonuçları birbirine benzese de aynı olaylar tekrarlanamaz çünkü, toplumsal yapılar durağan değildir. Sosyal, siyasal ve ekonomik şartlar ve hedefler aynılık gösteremez. Fakat bazı toplumsal olaylar farklı talep ve farklı toplumsal kesimlere dayansa da sonuç olarak geldiği nokta aynı olabiliyor.
Bir an için hafızalarımızı geriye götürüp 1970’lerin başında Kürt ulusal hareketinin geldiği düzeye bakalım: Dersim direnişinden sonra Kuzey Kürdistan 1950’lerin sonuna doğru bazı Kürt aydınlarının sessizliği kırıp hareketlendiğini görüyoruz. 49’lar olayı, 1960 darbesinden sonra gelen kısıtlı da olsa bazı demokratikleşme sonucu Kürtçe dergi ve gazete çıkarma ve Güney Kürdistan’da Barzani önderliğindeki ulusal hareketin etkileri görülmekteydi. 1960 ortalarında kurulan TKDP ve ardından Dr. Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şiwan)’ın çalışmaları, ardından da üniversitelerde okuyan Kürt öğrencilerin örgütlenip DDKO’ları kurduklarını görüyoruz. Bir kısım Kürt aydınları ve öğrencileri ise Türk sol hareketi ile birlikte olup; önce sosyalizm mücadelesi verilmeli, sonra ulusal haklar tanınır anlayışıyla, ayrı örgütlenme ile Türk solundan yollarını ayıran Kürt yurtsever/devrimcilerini milliyetçilikle suçlamaktaydılar.
12 Mart 1971’de Türkiye’de askeri faşist darbe sonucu, Türk solunu ezdiği gibi Kürt gruplarını da ezip çoğunu zindana atar. Ulusal düzeyde örgütlenmenin önderleri olan Sait Elçi ve Dr. Şiwan bir komplo sonucu imha edilince kuzeyde gelişen ulusal hareket duraklama geçirir. Özellikle bir grup DDKO kurucuların askeri mahkemede verdikleri savunmalar bu duraklama döneminde yankı yapar ve önemli bir aşamayı simgeler.
1974 affı ile tüm Kürt tutukluları da serbest bırakılınca örgütlenme çalışmalarına yeniden başlanır. Yine Kürt ulusal sorununu, Türk solu içinde bulunarak savunan Kürt ilerici aydınları olmasına rağmen, Kürt aydın ve öğrencilerin büyük bir bölümü Türk solu ile yollarını ayırıp ayrı örgütlenmeye başlarlar. Dünya sosyalist hareketinde bölünme Kürtlere de yansıyınca Sovyet ve Çin çizgisi, ardında Arnavutluk çizgisi de taraftar bulmuş, Kürdistan’ın koşullarını bu çizgilerle açıklamaya başlamışlardı. Bu çizgilerin dışında kalıp orta yolculukla anılan, benim de içinde bulunduğum Rızgari grubu ise yine sosyalizmi Kürdistan iç dinamikleri ile bağdaştırmaya çalışırken anlayış olarak Marksist-Leninist çizgideydi.
1974’ten sonra hangi uluslararası sol akımın etkisinde olursa olsun, tüm Kürt hareketleri başta TC devlet kurumlarıyla politik düzeyde, tüm Türk solu ile de ideolojik bir kavgaya girişmişti. Tartışılan konular üç aşağı beş yukarı; Türk soluna ve devletin resmi ideolojisine karşı aynı temeldeydi. Niye Türk solu ile birlikte örgütlenemeyişimizi her grup dergi ve yayın organlarında yazmaktaydı. Ortak noktalar; Kürdistan dört parçaya bölünmüş uluslararası bir sömürgedir, Türk solunun devrim yapmasını bekleyemezler çünkü hedefler farklıdır, diğer dört parçadaki Kürtler sorununun bütünüdür. Acil görev ulusal temelde sömürgeci zincirin kırılmasıdır. Kemalizme karşı çok sertçe bir ideolojik ve pratik mücadeleye girişilmiş, Türk solunun Kemalizmin etkisi altında kaldığını teorik olarak kanıtlayan tartışmalar yürüterek kısa sürede tüm Kuzey Kürdistan şehirlerinde örgütsel gelişmeler olmuştu. Kürt solu grupları arasına, 1977’de önce UKO sonra PKK adını alan bir grup daha katılmıştı. Bu grubun Ankara ekibi 1976 ortalarına kadar Türk solu içinde olup, ayrı örgütlenen Kürt sol gruplarını ise enternasyonalist olmamakla suçlamaktaydılar. Öyle ki bu yeni grup birdenbire tüm Kürt sol gruplarından daha katı Marxsist-Leninist ve keskin sözlerle; Tüm Türk solunu şöven ve düşman ilan etmiş, 4 parça Kürdistanı kurtarmayı, hemen silahlı mücadele vermeyi, kendisine engel olan yerleşik, devletle de fazla bağlantısı olmayan bazı büyük aşiretlerle, diğer Kürt solunu da önlerinde engel görüp düşman ilan ederek çatışmalar başlatmıştı. Birçok Kürt devrimcisinin kafasında bu gurubun aniden böyle keskin çıkışı soru işaretleri oluşmuş, ‘acaba Kürt grupları içinde bir “Truva Atımı” diye düşünmekteydiler.
1978, 1979, 1980 yıllarında PKK’nin savunduğu görüşler, (özellikle Kürdistan’daki kadroları) diğer Kürt gruplarının savunduğu görüşlerden temelde fazla bir fark bulunmamaktaydı yani; Kürdistan dört parçaya bölünmüş bir sömürgedir, silahlı mücadele temeldir, Kürtler ayrı örgütlenmelidir. Kürtler ayrı bir ulustur, bayrağı, ulusal marşı, vs bu görüşleri hem de sertçe savunmaktaydı. PKK dışındaki Kürt sol grupları arasında da çelişkiler olmasına rağmen, münferit olaylar dışında öyle birbirleriyle karşı karşıya gelmekten kaçınmaktaydılar çünkü en önemli sorun sömürgeciliğe karşı mücadeleydi. 1978’le birlikte Kürt sol grupları arasında çatışma büyük ölçüde PKK’nin politik yaşama girmesiyle başlamıştı. Onlara göre diğer gruplar sömürgeciliğe karşı mücadelede engeldiler ve çokça kardeş kanı döküldü. 1974’le birlikte yeni gelişen Kürt grupların çalışmasını ilgi ile karşılayıp desteğini veren Kürt halkı, 1978 ve sonrası kardeş kanı dökülmeye başlayınca büyük bir kesim uğradığı hayal kırıklığı sonucu uzak durmaya başlamışlardı.
12 Eylül askeri darbesi bu yüzden fazla tepki görmeden başarılı oldu. Tüm Türkiye’de solu ezerken Kürt gruplarını da silindir gibi ezmeye başlamıştı. Yakalaya bildiklerini başta Diyarbakır askeri cezaevi olmak üzere birkaç cezaevine doldurup vahşice işkencelere başladı. Yakalanmayıp sınırların dışına çıkanları da üç kategoride değerlendirmek lazım:
1-Bir kesim Batı Avrupa ülkelerine kendilerini atıp iltica ettiler.
2-Başka bir kesim sınır boylarına ulaşıp Doğu ve Güney Kürdistana geçtiler.
3-Diğer bir kesim ise Batı Kürdistan’a geçip Suriye devletinden iltica talep ederek Kamişlo, Şam ve Beyrut’a yerleştiler.
Dışarı giden bu üç guruptan en önemlisi Doğu ve Güney Kürdistan’a giden gruplardı. Çünkü gittikleri yer yine Kürdistan toprağı ve o bölgenin politik güçleri tarafından kurtarılmış yerlerdi. Böylece 4 parça gerçekliği, birbirlerini tanıma ve yakınlaşmayı da getirmişti. Güney ve Doğu parçasındaki ulusal mücadele her yönü ile Kürdi olması, Kürtçeyi her alanda kullanmaları bizim Kuzeylileri de etkilemiş, daha fazla Kurdistani olmalarını sağlamıştı.
Batı Kürdistan’a geçenler ise, Güney Kürt örgütlerin ve Filistinli grupların referansıyla Suriye devletinden iltica talebinde bulunarak Kamişlo, Şam ve Lübnan’da kalabilmişlerdi. Birkaç yıl içinde birkaç parçaya bölünen bu gruplar varlıklarını koruyamaz duruma gelince bir kesim yine geldikleri yollardan geri dönmüş, büyük bir bölümü yakalanmış, diğerleri ise Batı Avrupa ülkelerine peyderpey çıkmışlardı. Batı Avrupa’ya yerleşenler ise; bir kesim yeniden örgütlenip ülkeye dönme hesabı yaparken toplantı üstüne toplantı yapmalarına rağmen parçalanmışlar. Bir kesim ise Batı Avrupa demokrasisinden yararlanmayı seçerek dil öğrenmiş, Kürt dili ve kültürü alanında önemli çalışmalara girişmişlerdi.
Parçalanmayan tek grup PKK hareketiydi. 1984 Temmuzunda Diyarbakır 5 Nolu askeri cezaevinde yatarken koğuşlara yeni verilen televizyondan 14-15 Temmuz akşamı haberlerden Kürt silahlı birliklerinin Eruh ve Şemdinli baskınlarını izlediğimizde şaşırmış, bazılarımız sevincinden birbirlerine sarılmış ve; ‘5 Nolu’da bize yaptıklarının intikamını alıyorlar’ diye yorum yapmıştık, fakat bunlar kimdi! Kaldığım koğuştaki PKK’liler bizim arkadaşlar olabilir derken, Güney’de birkaç yıl kalıp dönerken yakalanan tutukluların bazıları ise; Türk askeri Peşmergelerin iaşe yollarını kesebilir, bundan dolayı Peşmergeler Türk devletine bir tokat atma hareketi olabilir, yorumunu yapmışlardı. Birkaç hafta sonra baskını yapanların PKK’li militanlar olduğu anlaşılmıştı. 1985 ve sonra cezaevinden tahliye olanlar, gördükleri işkencelerin intikamı için ilk fırsatta dağlara çıkmış, gerillalara katılım her gün artmaktaydı.
1990 ortalarına kadar Kürdistan dağlarında verilen mücadelenin merkezi Şam ve Lübnan’da olmasına rağmen savunduğu görüşler ve amaçlarının Bağımsız Kürdistan olduğunu, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadelesi verdiklerini, Kürt ulusal bayrağı ve ulusal marşı ile ilgili aleyhte herhangi bir söylemleri yoktu veya Kürt kamuoyu bilmiyordu. 1990 ortalarında ise PKK liderinin ağzından; Türkiye devletini bölme diye bir amacımızın olmadığını, söyleyince kafalarda soru işaretleri oluşmaya başlamıştı.
1990’ların başında ise dağlardaki mücadele gelişince, etkisini şehirlerde de göstermiş Serihildanlar dönemi başlamıştı. Devlet ise bu Serihildanları bastırmak için faili meçhul cinayetleri alabildiğine artırıp her tarafa korku salmıştı. Bu serhildanlar kendi ayakları üzerinde durup, dağdan ve Şam’dan yönlendirilme olmasaydı bir Kürt sivil hareketi oluşup uluslararsı düzeyde meşruiyet kazanırdı. Bu arada Paris Kürt Konferansına katıldıkları için CHP’den atılan Kürt milletvekilleri legal parti kurmuşlardı. Kurdukları legal parti hem devletin hem de Kandil ve Şam’ın baskısı altındaydı. Üyeler ve yöneticiler ise korkunç bir fedakârlık gösteriyorlar, tutuklanıyor, öldürülüyor, işkence görüp zindana atılmaktaydılar. Ya devlet tarafından ya da PKK lideri; ‘beni anlamıyorlar’ diyerek bunlara saldırıp farklı bir parti kurduruyor, birgün Konfederasyonu tartıştırıp diğer gün Demokratik Cumhuriyeti, başka bir gün ise daha farklı bir görüş açıklayarak bu fedakar insanları serseme çevirmekteydi. Sivil hareketin bir türlü kendi ayakları üzerinde durmasına ve kendi politik tavır belirlemelerine devletin baskılarının yanında ya dağdakiler, ya da önce Şam sonra İmralı izin vermeyince 30 yıla yakın parlamento dönemlerinde Kürt halkı için hiçbir kazanımda bulunamadılar. PKK lideri A. Öcalan’ın Kenya’dan getirilirken uçakta söyledikleri ise tüm Kürtleri, başta ona müritçesine inananları şoka sokmuştu.
Artık giderek hem İmralı’dan hem Kandil’den gelen yeni görüşler ve emirler, hem de kaç kez kurulup kapatılan parti yönetimi eski Türk solu kalıntılarına teslim edilince söylenen; devlet istemiyoruz, ulus devlet dönemi bitmiş, sınırlar değişmesin, Kürt bayrağı ve milli marşı bizim değil, Kürt devleti fikrini çöpe attık, önce Ortadoğu’da konfederal bir yapı sonra da demokratik cumhuriyet mücadelesi verip tüm Ortadoğu’yu kurtarma tezleri egemen olmaya başladı. 6-7 yıl önce Diyarbakır’da kutlanan Newroz alanına Kürt bayrağı ile gelenlere görevli gençler; bu bayrak uluslararası tanınmadığından açamazsınız engellemeleri tüm Kürtlerin gözleri önünde olmuş, Türk bayrağına ise hiç bir engel gösterilmemişti.
Bugün gelinen noktaya baktığımızda aynı 1970’lerin başına benzer bir döneme geldik. Türk devleti, İttihat ve Terakki’nin iyi bir toplum mühendisliği mantığını devam ettirmektedir. 40 yıllık mücadele en az 60 000 kayıp verilmesine rağmen bu noktaya getirilmişse Kürt siyaset ve toplum bilimcileri bu toplum mühendisliğini iyi irdelemelidir. Artık Yurtsever Kürtler öncelikle devlet ve Türk soluna değil de HDP, KCK, PKK’nin kadro, taban ve sempatizanlarına; Kürtlerin sorunu Türkiyelileşmek değil, Ortadoğu’ya demokrasi getirmek değil, Türkiye’de demokratik Cumhuriyeti kurmak değil, Kürt ulusal mücadelesini anlatma, Kürdistan’ın uluslararası bir sömürge olduğunu, sömürgeden de alt düzeyde olduğunu, çünkü sömürgenin bir statüsü olduğunu Kürdistan’ın böyle bir statüsü de olmadığını, ayrı örgütlenmenin zorunluluğunu, Türk solu gitsin kendi halkı içinde örgütlensin ve verdiği demokrasi ve sosyalist mücadelede ancak ittifak yapabileceğimizi, 4 parça olduğumuzu, kendi ulusal marş ve bayrağımızın olduğunu vs. sanki uyuşturucu bir şerbet içen halkımızı uyandırıp anlatmayla karşı karşıya kaldık. Ve şu soruyu sormadan edemiyor insan: ACABA TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR Kİ KÜRT ULUSAL MÜCADELESİ 1970’LERİN BAŞINA GERİ DÖNDÜ!