ABD Türkiye İlişkileri ve Ötesi
En son söylenmesi gerekeni en başta söyleyelim: D. Trump ile Erdoğan’ın görüşmesi beklendiği gibi sonuçlandı.
‘Perde gerisini’ her zaman akılda tutmak kaydıyla, Beyaz Saray’da başlayan ve ardından yemekte süren görüşmeler, sürpriz sayılabilecek yeni bir gelişmeye yol açmadan sonuçlanmış oldu.
ABD, gerek PYD/YPG ile ilişkiler gerekse Gülen konusundaki pozisyonunu Erdoğan’ın ziyareti öncesinde ilan etmiş durumdaydı. Beklenti, bütünüyle olmasa dahi, bu katı duruşun bir nebze yumuşatılması yönündeydi. Ne var ki ABD daha önce ilan etmiş olduğu pozisyonunu korudu ve Türkiye, özellikle önem verdiği YPG ile F. Gülen konusunda, somut bir kazanım elde edemeden Ankara’ya dönmek durumunda kaldı.
Türkiye bakımından önem taşıyan ve bir hayli ‘kişiselleşen’ Zarrab ve bağlantılı konular ise hala müphemliğini koruyor. İlle de bir ‘yenilik’ten söz etmek gerekirse, Erdoğan’ın resmi korumalarının Türkiye Büyükelçiliği önünde barışçıl gösteri yapan Kürtlere saldırmasıdır ki oldukça ciddi tepkilerin oluşmasına neden oldu. Öyle ki Cumhuriyetçi Senatör John McCain Türk Büyükelçisi’nin sınır dışı edilmesini dahi gündeme getirdi.
Gizli kalan bir şeyler olamaz mı?
Bu tür görüşmelerde kamuya açıklanmayan kimi hususların olabileceği bilinmektedir. ‘Bu ziyaret, Türk-ABD ilişkileri bakımından bir milat olacaktır’ gibi oldukça iddialı sözlerle yola çıkan Türk tarafının sakin bir şekilde geri dönmesi, doğal olarak, kimi haklı kuşkuları gündeme getirdi. Acaba bu sakinlik neye dayanıyor? Bu, realitenin mecburi kabulü mü yoksa verilmiş bir takım ikna edici güvencelerin ürünü mü? Üstelik bu sorulara haklılık kazandırabilecek emareler de yok değil. Örneğin, sık sık YPG yöneticileriyle görüşen McGurk’un “Türkiyesiz olmaz” beyanı gibi…
Yine de Türk -ABD ilişkileri hakkında şimdilik kesin beyanlarda bulunmak için görünür ve ikna edici açık bir veri yok; zaten bildiklerimiz dışında… Trump’ın, adeta ‘sırt sıvazlama’ anlamına gelebilecek şekilde Kore’den bu yana Türk askerinin hizmetlerinden söz etmesi ve epeydir beklemede olan Türkiye’nin silah talebinin bir sona ulaşması için çaba harcanacağına vurgu yapması dışında kamuya yansıyan dişe dokunur ve somut bir veri yok. Kimisine göre Türkiye, böyle davranmaya mahkum; istese bile sonucu değiştirebilecek kozlardan yoksun. Bu durumda yapılabilecek en aklı selim davranış, hiç değilse Suriye sorunu çözülünceye kadar, olanları kabul etmek ve daha kötüleşmesini önlemek adına ilişkilerin sürüyor olmasını kazanç saymak gerekir. Kimisine göre ise Türkiye, sonucu değiştirebilecek kozlara sahip olmasa da bundan sonraki süreçte sorun çıkarmamak kaydıyla gerek YPG ve gerekse PKK konusunda, daha önemlisi Türkiye’nin cari statükosunun tartışma konusu yapılması gibi olası tehlikeler karşısında yeterli güvenceler elde etti; metanetinin sebebi bu olsa gerek!
Erdoğan’ın açıklamaları bir ip ucu veriyor mu?
Kuşkusuz Türk-ABD ilişkileri konusunda sona gelindiğini iddia etmek abartı olur fakat gelinen yer konusunda bazı köşe taşlarına işaret etmek için yeterli kanıt var gibi. Bu işaretlere bakıldığında Türkiye’nin pek de rahat bir noktada olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Fakat konuyu Türk–ABD ilişkilerinin ötesinde, Türkiye-Batı Dünyası ekseninde ve Türkiye’nin girmiş olduğu ‘Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ ile ilişki içinde ele almak gerekmektedir. Konu bu kapsamda ele alındığında, görülecektir ki, aslında Türkiye , ABD ve Batı’dan bir şey istemenin ötesinde kendisinin olduğu gibi kabul edilmesini talep ediyor.
Çeşitli platformlarda Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara bakarsak bunu net olarak görürüz. Erdoğan, ilk açıklamayı ABD’den ayrılmadan Türk Büyükelçiliği’nde yaptı. İkincisini TÜSİAD YİK’nda ve üçüncüsünü de AKP Kongresi’nde yaptı. Bu açıklamalar yan yana konduğunda, Türkiye’nin sadece ABD ile değil, genel olarak Batı dünyası ile bundan sonra farklı bir konsept üzerinden ilişki sürdürmek istediği görülecektir.
Bu açıklamalara daha yakından bakalım:
Erdoğan ABD’de Türk Büyükelçiliğinde yapmış olduğu açıklamada, ABD’nin YPG ile çalışacağı konusunda karar vermiş olduğunu gayet net bir şekilde ortaya koydu. Bu durum karşısında Türkiye’nin, kendi ulusal menfaatleri bakımından ne yapması gerekiyorsa yapacağını, YPG’den bir saldırı gelmesi durumunda ‘angajman kuralları gereği misliyle cevap verileceğini’ ABD yönetimine bildirildiğini açıkladı. [1]
Buradaki açıklamasında Erdoğan bir başka önemli konuya daha parmak bastı. Daha doğrusu bir ‘öngörüde’ bulundu ve YPG’nin başarılı olamayacağını söyledi. Bundan hareketle Erdoğan, Türkiyesiz bir çözümün mümkün olamayacağını özellikle belirtti ve ‘Nihayetinde Türkiye’nin kapısını çalacaklar’ dedi. Bundan, Türkiye’nin, YPG’nin yıpranmasını beklemenin daha akıllıca bir siyaset olacağında karar kıldığını anlıyoruz. Kuşkusuz YPG yıpranacaktır ve bu anlamda Türkiye daha az korkulur bir ‘düşmanla’ karşı karşıya kalacaktır fakat ABD ve müttefiki güçlerin Türkiye’nin kapısını çalacakları o kadar kesin, güvenilecek bir öngörü değildir.
İkincisi Erdoğan, Araplar ile Kürtlerin mutlaka karşı karşıya geleceğini söyledi ki bu konuda katkıda bulunacaklarının işaretini, ÖSO’yu eğitip donatacaklarını açıklamakla vermiş oldu. Yani, zaten Rakka operasyonunda yer almak istemeyen fakat YPG yerine Türk Özel Kuvvetleriyle takviye edilmiş ÖSO güçleriyle katkıda bulunmak isteyen Türk önerisinin reddedilmesinin karşılığı, IŞİD karşısında yürütülecek mücadelenin kösteklenmesi oluyor. Türkiye aslında bir yandan ABD ile yollarını ayırmamanın çabası içindeyken, bu köstekleme siyasetiyle de çözümün değil sorunun bir parçası olabileceğinin işaretlerini veriyor.
TÜSİAD YİK’de yaptığı konuşmada Erdoğan, gerek TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik gerekse TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan tarafından dile getirilen AB ile ilişkiler, demokrasi sorunu ve OHAL konusunda, hem Türkiye’nin dünya ölçeğindeki pozisyonunu hem de bu koşullar altında izlenecek siyasetin önemli ip uçlarını verdi. Erdoğan, AB ile ilişkiler konusunda Gümrük Birliği çerçevesinde hareket etmek istiyor. Anlaşılan İngiltere ile girilen yeni ilişki tarzını, dünyanın geri kalan kısmıyla ilişki için yeterli görüyor. Yeni bir demokrasi ve ekonomik kalkınma hamlesi başlatacaklarını söyledi fakat bundan ne anladığını, OHAL’e ilişkin görüşlerini açıklarken ortaya koymuş oldu. Görünen o ki Erdoğan, toplumsal beklentinin aksine otoriter bir geleceği, Türkiye’nin bekası açısından daha yararlı bir yol olarak görüyor.
Nihayetinde Erdoğan, AKP Kongresinde yaptığı konuşmayla gerek ABD ve gerekse AB ile ilişkiler ve Türkiye’nin geleceği konusunda izleyeceği siyasete ilişkin önemli mesajlar verdi. Deyim yerindeyse Erdoğan, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi ‘Kuvvetlerin Birliği’ne dayalı, otoriter, bütün muhalefetin bastırıldığı, milliyetçi-muhafazakar bir toplumsal düzen kurmakta kararlı. Bir zamanlar CHP Kemalist devletin partisiydi, şimdi AKP Türk-İslamcı devletin partisi olma yolunda. Tüzük değişikliğiyle devletin şiarını AKP’nin hükmü haline getirmesi en belirgin işaret. Şu ana kadar uyarı ile karşılanan Parti İçi Disiplin konularının ihraç gerekçesi sayılması bir yana AKP, ‘tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan’ şiarlarını partinin bayrağı haline getirmekle, sadece izleyeceği yolu değil, devlet içinde kendisine yönelik kuşkuları bütünüyle gidermek için de gerekli olan güvenceleri vermiş oluyor. Dokuz Işık, Altı Ok’tan sonra devlet şimdi de ‘Rabia’ ile AKP’yi kendi cephesinin sarsılmaz savunucusu haline getirmiş oluyor.
‘Masada değilseniz mönüdesiniz!’
Erdoğan tarafından dile getirilen bu tabir, Türkiye’nin içinde bulunduğu ruh halini ve bunun gerektirdiği politik yönelimi gayet güzel özetliyor. ‘Demokrasi-Değişim-Reform’ mottosuyla başlayan kongrenin aksine Erdoğan, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde herkese düşman gözüyle bakan, ‘gevşersem yıkılırım’ hissiyle hareket eden birini anımsatıyor. ‘Masada değilseniz mönüdesiniz’ sözü Erdoğan’ın, ABD ve Rusya tarafından Türkiye’nin masa dışında tutulmak istenmesi nedeniyle mönüde olduğu hissine kapıldığını gösteriyor.
Anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan, aktara geldiğimiz platformlarda yaptığı konuşmalar ile ‘Yeni Türkiye’ konseptinin ABD tarafından kabul görmesini yeterli bir taviz olarak görüyor’ diyenleri haklı çıkarmış oluyor. Kuşkusuz ABD’nin, ekonomik ve politik yönelim olarak Batı’nın bir parçası ve NATO’nun da önemli bir bileşeni olan Türkiye’nin, Orta-doğu ve Önasya’da ‘kendine münhasır’, dahil olduğu oluşumların hilafına, milliyetçi-muhafazakar kesimlerin yararına işleyecek bir yönetim tarzına rıza göstermesi düşünülemez fakat artık giderek kendine güvenen, bulunduğu bölgede öneminin farkında olan ve dahası, uluslar arası alanda manevra imkanları bulan bu ’bölgesel Türk-İslam kuvveti’ni kendi çıkarlarının savunucusu haline getirmek konusunda ne yapabileceğini tam olarak kestirebilmiş değil. Zaman zaman karşı karşıya geldiklerinde ABD’nin ‘alttan’ alması, Türkiye gibi önemli bir bölgesel güce duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz Türkiye bir İran değildir; Batı karşısında kendi imkanlarıyla ayakta durması ve uzun vadede ‘bağımsızlaşması’ bir hayli zor görünüyor fakat Batı da önemini her fırsatta ‘sorun çıkarmak’ şeklinde ortaya koyan Türkiye karşısında radikal politikaların ağır faturalar doğuracağını görmekte ve bu da kısmen elini-kolunu bağlamaktadır.
Erdoğan bu konudaki açmazı gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. ‘Aslında AB bizi almak istemiyor ama gidin de demiyor. Biz ilişkilerin sürmesinden yanayız fakat olmuyorsa yolumuza bakarız. Bunu açıkça söylemeleri gerekir’ türünden açıklamaları, gelinen durumu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. ‘Dünya yeniden şekillenirken’ Türkiye ve müttefikleri, gelecek adına şimdiki pozisyonlarını belirleme çekişmesini kesin olarak sonuçlandırmış değildirler, hesap-kitap devam ediyor ve henüz son söz söylenmiş değil fakat ‘eski ilişki biçimi’nin artık sürdürülemez olduğu da açıktır.
Yeni bir oyalama süreci
AKP’nin başına geçen Erdoğan’ın ‘dünya ile barışacağı’ ve yeniden Kürt sorununun çözümüne yöneleceği, liberal kesimlerle ilişki kurup demokratikleşme konusunda adım atacağı ve ekonomik duruma ilişkin yeni yaklaşımlar ortaya koyacağı gibi ‘öngörüler’, kurulmakta olan ‘Yeni Türkiye’nin sadece sözde kalacak argümanlarıdır ve bu türden vaatlere ihtiyacı olanları oyalamak amacıyla tedavüle sürülmektedirler. Her şey bir yana, Erdoğan’ın, OHAL’in geleceğini merak edenlere karşılık olmak üzere ‘neden kalksın ki, ülkede her şey düzelinceye kadar devam edecek’ demesi, gelecek adına yeterli derecede ip ucu vermektedir. Bugüne kadar izlediği yol göz önüne alındığında anlaşılıyor ki Erdoğan, iyi şeyler vadedip, 2019 seçimlerini kazanmak için bildiğini okumaya, kendi iktidarını güçlendirmeye ve mümkünse ‘yeni ekonomik ilişkiler’ kurmaya devam edecektir. Bu mantalite ve yapılanlara bakıldığında farklı bir gelecek beklemek, gerçekliği ve yapılmak istenenleri kapsamlı görememek anlamına gelecektir ki bu da çözümsüzlüğü derinleştirecektir. Ciddi bir alternatif oluşturulmazsa Türkiye, yakın bir gelecekte, AKP’nin çıkarlarıyla uyumlu ‘ulusal birlik’ içinde daha otoriter ve anti-demokratik bir yönetimin cenderesine girecektir. Neden bu yönde ilerleyeceğinin yanıtı, önde gelen dünya devletlerinin Orta-doğu’yu ne yönde şekillendirecekleri sorusunda gizlidir. Kuşkusuz yeni Orta-doğu’ya karakterini verecek olan, Kürtlerin yeni doğan bir millet olarak hesaba katılması ve buna göre bir çözüm bulunmasıdır. Türkiye tam da bu nedenle gerek içerde ve gerekse dışarda kendi çıkarlarına göre bir siyaset izlemektedir. İçerde Kürtleri bastırmayı amaçlayan bu siyaset, dışarda Kürtlerin taleplerine olumlu bakan devletlere karşı durmayı da gerektirmektedir.[2]
Bu anlamda Kürtler, her ne kadar Türkiye’deki ‘yeni rejim’in geleceğini düşünmek zorunda olmasalar da gerek Türkiye’de ve gerekse Dünya’da kendi taleplerinin gerektirdiği bir ‘müttefik cephe’ kurmanın arayışı içinde olmalıdır. Doğal olarak buna, kendi iç ilişkilerinden başlamaları gerekmektedir… Kürtlerin taleplerinin karşılanmaması temelinde yeniden örgütlenen ‘Yeni Türkiye’ karşısında Kürtler, kendi kaderlerini belirleyecekleri, bir millet olarak muhatap alınacakları ‘Yeni bir Orta-doğu’ siyaseti ile çıkmalı, müttefik ve karşıtlarını bu kapsamda ele almalıdır.
Türkiye’nin direnç kapasitesi
Anti-Kürt mihveri ekseninde dünyanın geri kalanıyla karşı karşıya gelmeyi göze alacak bir Türkiye’nin mümkün olamayacağını iddia etmek, günümüz dünyasının gerçeklerini hafife almak olur. Kuşkusuz papucun pahalı olduğunu gören bir Türkiye bu yolda ne kadar ısrar eder bilinmez ancak Kürtleri kaybetmemek için, haklarını tanımak ve eşitlik temelinde bir çözüme razı olmak dışında, elinden gelen her türlü gayretin içinde olacaktır. ABD, kendi çıkarlarına aykırı hareket etmeyen bir Türkiye’de neler olup bittiğini umursamaz. Arap dünyasıyla ilişkileri göz önünde. Trump’ın insan hakları eksenli bir ilişki tarzından pek haz etmediği de ayrı bir hakikat. İran karşısında dişli bir rakibe ihtiyaç duyan ABD, buna talip olacak Türkiye’yi Kürtler konusundaki politikasıyla yargılamaz. AB bundan daha fazlasını zaten yapamaz. Bunun en açık kanıtı, onlarca Kürt yerleşim biriminin yerle yeksan edilirken Batı’nın, insan haklarını değil, Türkiye’nin verdiği tavizleri veri almasıdır. Türkiye’yi içine almaz fakat daha da demokratikleşmesi konusunda ekonomik çıkarlarını feda etmez. Türkiye Gümrük Birliği çerçevesinde kalacak ve şimdiki ekonomik ilişkileri zedelemeyecek bir ilişkiye dünden razı. AB’nin önerdiği de son tahlilde bundan pek farklı değil: Türkiye AB’ye girmekten vaz geçsin, Avrupa’ya göçün önlenmesinde gerekli önlemleri alsın, bunun karşısında ekonomik ilişkileri sürdürelim…
Bu anlamda, Türkiye’nin kendisi için seçtiği yol, kapitalist dünya koşullarında karşılıklı çıkarlar çerçevesinde kabul edilebilir bir forma oturtulabilir. Hele Türkiye masada değil de mönüde olduğunu hissediyorsa, kendisine dokunulmamak kaydıyla genel olarak Batı’nın ortak çıkarlarının tecelli edeceği bir Orta-doğu’ya pek ala ikna olabilir. Bu seçenek, Türkiye’nin geleceği bakımından daha iyi sonuç doğurmaz fakat AB ve ABD’nin, hatta Rusya’nın çıkarları için bir sorun oluşturmazsa, dünyanın geri kalanı tarafından ciddi bir eksiklik olarak da görülmez. Ancak Batı’ya rağmen Türkiye’nin kendi menfaatine bir yol tercih etmesi, oldukça yüksek bir bedel gerektirir ki Türkiye’nin bunu ödeyebilecek kadar varlığa sahip olduğunu söylemek oldukça ciddi bir iddia olur. Çünkü her ülke, aynı zamanda dünyanın geri kalanının da bir kısmıdır. Dün devletin yönetici gücü olan Gülen Hareketinin bugün ‘vatan hainligi’yle yargılanması, birbirinden bağımsız gibi görünen devletler arası ilişkilerin aslında nasıl iç içe olduğunun en açık göstergesidir. AKP, kendi meşrebine uyan Batıdan bağımsız ama dünyanın geri kalanıyla al gülüm ver gülüm ilişkiler içinde olmak isteyebilir fakat bunu başarması için yalnızca dışarda değil aynı zamanda içerde de fethetmesi gereken mevzilerin olduğunu bilmektedir. TÜSİAD, TOBB ve hatta AKP kongresinde yaptığı konuşmaların ardından ortaya konan tepkiler göstermiştir ki Erdoğan, yürümek istediği yolda aşması gereken ciddi bir direnç sathıyla karşı karşıyadır. Türkiye, mönüde olmamak kaydıyla geri kalan her şeye onay verebilir fakat bakalım çıkarları bundan fazlasını gerektiren Batı ve Rusya bunu yeterli görecek mi? Böyle bir tehlike durumunda ‘ne yapacağımızı merak edenler varsa dönüp tarihe baksınlar’ diye meydan okuyan Erdoğan’ın tutumu gösteriyor ki güvensizlik hissiyle hareket eden Batı değil Türkiye’dir. Ne yazık bu tür bir hastalığın çaresi de henüz bulunmuş değildir.
ABD ve Kürt ilişiklerine gelince; kuşkusuz önemli bağlar var ve görünür bir gelecekte bu ilişkinin süreceği açık ancak içerik ve amacı konusu ayrıca ele alınmayı gerektirir.
28.05.2017
[1] Burda üzerinde durulması gereken iki husus var: Birincisi: Bilindiği gibi ‘angajman kuralları’, birbirini tanıyan iki güç, daha doğru bir ifadeyle iki devlet arasında uyulması gereken kurallardır. Erdoğan bu tabiri kullanırken kimi kast ettiği bilinmiyor fakat gayri ihtiyari YPG’yi muhatap aldığını da beyan etmiş oldu. İkincisi: Erdoğan daha önce ‘bir gece ansızın gelebiliriz’ demek suretiyle gerek Güneybatı Kürditan’a ve gerekse Şengal’e istedikleri zaman müdahale edebileceklerinin sinyalini vermişti. ABD ziyaretinin ardından ‘angajman kuralları’nden söz etmesi, ABD ile yeni bir ‘görüş birliğinin’ işaretini veriyor. Bunun, Münbiç’te olduğu gibi Türkiye’nin aleyhine mi yoksa ‘75’te olduğu gibi Kürtlerin aleyhine mi işleyeceği zaman meselesi. Fakat şunu öngörmek abartı olmaz: ABD, görünür bir gelecekte Kürtlere ‘muhtaç’ gibi görünüyor. Nedeni, dışardan bir güç olan Türkiye gibi devletlerle ortak operasyon yapmaktansa, YPG gibi daha kolay baş edeceği yerel güçlerle iş tutması daha mantıklı ve kendi çıkarları bakımından daha yararlı görünmektedir. Uzun vadede nasıl bir hal alacağı, mesela Suriye’de bulunabilecek çözümden sonra, o koşulların ürünü olacaktır. Kürtler kendi varlıklarını pekiştirir ve vaz geçilmez olurlarsa bu ilişki devam eder, aksi durumda ABD, şimdi Türkiye’yi kenara ittiği gibi, Kürtleri bir tarafa bırakmaktan kaçınmaz.
[2] Kuşkusuz Başkanlık Seçimi sürecinde Türk cenahı Kürtlerin oyunu almak için her şeyi yapacaktır. Referandum anında ‘taraflar’, Kürtleri ‘şeytanlaştırmak’ üzerinden bir kampanya yürüttüler. 2019 Seçimlerinde bu yöntemi tercih etmeleri bir hayli zor görünmekle birlikte ihtimal dışı tutmamak lazım. Onlar da biliyor ki Kürtlerin katılmadığı bir seçim meşruiyet konusunda sorun yaratacaktır. Ancak Başkan olacak şahsın, Kürt meselesinde hakkıyla bir adım atması bir hayli güçtür. Çünkü seçilecek olan Başkan da mevcut anayasa çerçevesinde hareket edecektir ki bu Anayasa Kürtlerin inkarı üzerinde yükselmektedir. O halde Başkanlık seçimlerinde verilecek olan vaatler yerine getirilmek üzere değil, Kürtleri yeni bir bekleme sürecine ikna etmeyi amaçlayacaktır. Her ne kadar farklı bir beklenti içinde olanlar bir hayli fazla olsa da… Umalım ki bu beklenti içinde olanlar haklı çıksın.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.