Amin Maalouf: ‘Model ülke Türkiye’ durumu Arap Baharı'yla birlikte bitti
Maalouf, bu durumu iyi analiz etmek ve anlamak gerektiğini ifade etti
Haber Merkezi- Fransız Akademisi üyesi, İspanyolların en prestijli ödüllerinden Asturias’ın sahibi dünyaca ünlü yazar Amin Maalouf bir dönem Türkiye’nin model olabileceği hissine kapıldığını, Arap Baharı döneminde, 2011-2012 gibi, Türkiye ve bölgenin diğer ülkeleri arasında bir tür koalisyon oluşacağını, laik gelenekle dinin bir model olarak ortaya konacağını düşündüğünü açıkladı.
“Bütün bunlar Arap Baharı’yla birlikte bitti” diyen Maalouf, “Her ülke farklı bir yöne gitti. Libya ve Suriye iç savaşa girdi. Mısır ve başka ülkelerde askerler yeniden iktidarı ele geçirdi. Sonuç olarak bu model gerçekleşmedi. İleride ne olur bilmiyorum ama bu kısa anı iyi analiz etmek ve neden bittiğini de anlamak gerek” tespitini yaptı.
Maalouf, büyükbabasının Türkiye’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ten etkilendiğini anlatarak, “1921’de karısı yani büyükannem hamile kalınca çocuğuna Kemal adını verme kararı almış. Herkese de, oğluna Atatürk’ün şerefine Kemal adını vereceğini söylemiş. 1921 Aralıkı’nda doğum gerçekleşmiş ama kız olmuş. Büyükbabam fikrini değiştirmek istemediği ve inatçı olduğu için kızına da Kemal adını vermiş” dedi.
Habertürk’ten Kürşad Oğuz’a konuşan Maalouf, dünyadaki gelişmelerden, siyasete ve Türkiye’ye kadar çeşitli konularda açıklamalarda bulundu.
Söyleşinin ilk kısmında dünyanın battığına inandığını ifade eden Maalouf, “Yeni bir dünya kaçınılmaz olarak doğacak” tespitini yaptı.
İkinci kısımda Atatürk hakkında “Akılcı” nitelendirmesini yapan Maalouf’un Oğuz’un sorularına verdiği yanıtların bir bölümü şöyle:
Soru: Sen ne düşünüyorsun Atatürk’le ilgili. Arap dünyasında Cemal Abdülnasır’la benzerlikleri ve farklılıkları konuşulur aslında?
Çok fazla benzerlik ve fark var aralarında. Atatürk’ün dinden çok ayrışmış bir milliyetçilik anlayışı vardı. Nasır’ın da benzer bir bakış açısı vardı ama mücadeleci bir tarzda değildi. Ona göre Arap milliyetçiliği dini referanslara sahip olmamalıydı ama bunu ortalıkta söylemiyordu. Din ve devletin ayrılması gerektiğini açıkça söylemiyordu. Dolayısıyla Atatürk mücadeleci bir laiklik taraftarıyken Nasır zımnen laikti. Atatürk’te aslı önemli ve dikkat çekici olan, bizim yaşadığımız coğrafyada çok yaygın ve halen de süren bir davranış şekline karşı çıkmasıydı. Lübnan’a, Mısır’a, bütün Arap ülkelerine hakim duygu, dünyanın büyük güçler tarafından yönetildiği ve bu büyük güçler karar alırsa bunu kabul etmekten başka çare olmadığıdır. Atatürk ise I. Dünya Savaşı bittiği gün büyük güçler ona uymayan bir karar aldıklarında, “Hayır” dedi, karşı çıktı. Aslında bu güçler kadiri mutlak görünseler de bazı ülke ve durumlarda güç ilişkilerinin onlar lehine olduğu kesin değildir. I. Dünya Savaşı bittiğinde söz konusu devletler oturup “Türkiye’yi şu şu parçalara böleceğiz” dediler. Ama bu, onların ordularını gönderip bunları dayatmaya hazır oldukları anlamına gelmiyordu. Birisi “Hayır bu bana uymaz, kabul etmiyorum, savaşacağım” deyip bunu da yaptığında, çekilmek zorunda kaldılar. Çünkü bedel ödemeyi göze alamadılar. Bu, Atatürk’ün verdiği büyük bir derstir. Eğer ne istediğinizi biliyor ve bunun için savaşmayı göze alıyorsanız kendinizden çok daha büyük güçleri geri çekilmek zorunda bırakırsınız. Çünkü sahada sizden güçlü değillerdir. Ama Arap dünyasında çok sık biçimde, insanlar bu ülkelerin kararlarına teslim oldu. Buna Nasır da dahil. Hep o ya da bu güç ne istiyor diye düşünür Araplar. Atatürk ise çok daha iradi ve cesur değil, aynı zamanda çok da akılcı bir tutum sergiledi. Ne yapabileceklerini de analiz etti. “Beni zorlamak için buraya ordu mu gönderecek İngilizler? Hayır, yapmayacaklar. Ben sahada güçlüyüm” dedi. Ne istediğinizi biliyorsanız bunu dayatabilirsiniz. Size başka bir şey anlatayım. 30 yıl önce gazeteci olarak ABD’de araştırma yapıyordum. Amerikalı bir devlet adamıyla karşılaştım ve ona Lübnan’da olanlarla ilgili ne düşündüğünü sordum. Bana dedi ki; “Biliyor musunuz, Lübnanlılar garip. Lübnanlı bir yöneticiyle konuşuyoruz, ne istediğini ve düşündüğünü öğrenmek istiyoruz. Ama onlar bize ‘Siz ne istiyorsunuz? Biz sizin için ne yapmalıyız’ diye soruyorlar.” Ortadoğulu yöneticiler çoğunlukla Amerikalılardan emir almayı bekliyor. Büyük güçlerin çok hazır, karar verilmiş bir politikaları olduğunu sanmamak lazım. Tersine çoğunlukla, durumu idare etmek için yönlendirilmeye ihtiyaçları var. Kendinden emin bir yönetici de onların fikrini değiştirebilir.
Bunu yaptı. “Hayır, dediğinizi yapmayacağım. Savaş sonunda aldığınız kararlar beni ilgilendirmiyor. Ben savaşırım” dedi. Ve hepsi kabul etti söylediklerini. İradeniz varsa koşulları değiştirebilirsiniz.
Soru: Sizin de mensubu olduğunuz Araplar neden aynı koşullarda farklı bir tavır sergiliyor sence?
Bütün Araplar aynı davranış içinde değiller elbette. Ama Arap dünyası yaklaşık 20 küsur ülkeye bölünmüş durumda. Her ülke de kendi içinde etnik, dini cemaat bölünmeleri yaşıyor. Dolayısıyla onları tek bir doğrultuda hareket ettirmek ve birleştirmek mümkün değil. Nasır’ın saygınlığı Arapların birliğini istemesiydi. Ama çok uygun bir şekilde yapmadı bunu. Baskıcı, tek partici bir siyasal sistem kurdu. Ülkeyi yönetmek için gizli servis Muhaberat’ı kullandı. Gençtim, hatırlıyorum. Mısır ve Suriye birleşmesi konuşulurken Suriyeliler Nasır’ı görmeye gitmişti ve karşılarında bir kurtarıcı görmekten çok heyecanlılardı. Ama Suriye’ye dönünce fikirlerini değiştirdiler çünkü Nasır, Suriye’yi bir koloni gibi yönetmek istiyordu ve bunun için bir gerekçe yoktu. Hiç çalışılmamış, düşünülmemiş savaşlara girişti Nasır. Yıkıcı, çok merkeziyetçi ekonomi politikaları uyguladı. Hatta ekonomi konusunda şuursuzdu. Orduda kendisini rahatsız eden bir subay olduğunda onu kızağa çekiyorum deyip bir endüstri kurumunun başına koyuyordu. Endüstriyi kalkındırmak için iyi bir yol değil bu. Evet, Nasır gerçek bir milli projeye sahipti ama çağının bütün kusurlarının kurbanı oldu. Çevresine topladığı insanlar liyakatsiz ve yeteneksizdi. Mesela ordunun başına geçirdiği, en güvendiği, ikinci başkan yaptığı Abdülhakim Amir’in Mısır ordusunu yönetme gibi bir yeteneği yoktu. Arapların bozguna uğradığı 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ordunun başında o vardı.
Soru: Atatürk’e dönersek, bugün onun mirasına ilgi çok daha yoğun. Her 10 Kasım’da Anıtkabir dolup taşıyor. Eskiden onu eleştiren kesim bile artık onu okuyor.
Benim Atatürk’e büyük bir hayranlığım var. Tarih sahnesinde çok büyük bir lider. Bazı yönlerini eleştirebilirsiniz ama toplamda onun yaptıkları başka pek çok kişi tarafından yapılamadı. Keşke bölgemizin başka ülkeleri ve liderleri de aynı yolu izlemiş olsaydı, çok daha ileri gitmiş olacaklarından eminim. Onun mirası hep kalacak ve hiçbir şey kaybetmeyecek. Gerçek bir irade ve azimle inandığı yolu izleme cesaretini gösterdi. Bölgedeki diğer ülkelerin ve devlet adamlarının aynı cesaret, azim ve kararlılığa sahip olmasını çok isterdim.
Soru: Türkiye yakın dönemde, laik bir ülke olarak dini hassasiyetleri yüksek bir iktidar tarafından yönetiliyor diye, Arap dünyası için iyi örnek olarak gösteriliyordu. Bugüne baktığında ne söylersin?
Bunu söylemek zor. Ben de bir dönem Türkiye’nin model olabileceği hissine kapıldım. Arap Baharı zamanında, 2011-2012 gibi, Türkiye ve bölgenin diğer ülkeleri arasında bir tür koalisyon oluşacağını, laik gelenekle dinin bir model olarak ortaya konacağını düşündüm. Bütün bunlar Arap Baharı’yla birlikte bitti. Her ülke farklı bir yöne gitti. Libya ve Suriye iç savaşa girdi. Mısır ve başka ülkelerde askerler yeniden iktidarı ele geçirdi. Sonuç olarak bu model gerçekleşmedi. İleride ne olur bilmiyorum ama bu kısa anı iyi analiz etmek ve neden bittiğini de anlamak gerek.
Soru: Amin, kitabında dini aidiyetin “sahte çimento” olduğunu söylüyorsun. “Birleştirme iddiasında ama tam zıt rolü oynuyor” diyerek. Bugün yaşanan çatışmalar da bunun sonucu mu?
Bir ülkeyi dini homojenlik üstüne kurmaya çalışmak iyi bir fikir değil. Din söz konusu olduğunda ben, inanç özgürlüğüne inanırım. Herkesin kendi dini pratiklerini yerine getirebilme özgürlüğüne. Ama dini, insanlar arasında din temelli bir dayanışma kurmak amacıyla kullandığınız andan itibaren tehlikeli bir yola girmiş olursunuz. Dünyada çok örneği var. Sadece ortak bir dini aidiyet üzerine kurulmayı amaçlayan ülkeler çok kısa sürede bunun yetmeyeceğini fark ediyorlar.
Soru: “Büyük dinler yayıldıkça takipçileri arasında güçlü siyasal bağlar kurma kabiliyetleri azalır. Güçlü dayanışmalar daha çok küçük cemaatlere özgüdür” derken bundan sonra küçük kalan güçlü kalır mı demek istiyorsun?
Küçük bir topluluksanız aranızda daha güçlü bir dayanışma bağı olur. Buna karşın aynı inanca sahip ama biri Fas’ta diğeri Endonezya’da yaşayan insanlar arasında gerçek bağlar kuramazsınız. Sembolik bir bağ olur ama ortak noktalar olmaz. Dünyanın her yerine yayılmış, onlarca ülkeyi, farklı dil ve etnik toplulukları kapsayan dinlerde güçlü bağlar ve dayanışma olamaz. Hindistan’a bakalım. Tek bir ülkede, tek bir din var. Ama bir yöneticinin “Hindistan’a aidiyet Hinduizm’e aidiyetle eş anlamlı” demesi çok büyük gerilimlere yol açıyor. Çünkü bu, ülke 70 yıl önce kurulduğundan beri geleneksel olarak Hintli sayılan Müslüman topluluğu marjinalleştirir. Bugün Hintli Müslümanlar, ikinci sınıf vatandaşa dönüştürülmeye çalışılıyor. Hint gibi büyük bir millete aidiyeti sınırlandırıp çoğunluğa ait olsa da bir dine aidiyeti öne çıkarmak yanlış. Çok temel bir şeyin dibi oyuluyor böyle. Bana göre, felâketle sonuçlanan Pakistan’ın yolu izleniyor şimdi. Pakistan’da tamamen Müslümanlar için bir ülke yapılmak istenince Bengalliler ve Pencaplılar arasında çok büyük gerilimler oldu ve bu, ülkenin bölünmesine yol açtı. Bangladeş’in ayrılmasından sonra Pakistan’ın içinde farklı etnik gruplar arasında çok daha büyük çatışmalar gerçekleşti. Radikalleşme ve fanatikleşme tavan yaptı. Hindistan bugüne kadar farklı bir yol izlemişti ama şimdi aynı endişe verici yola kayıyor.
Soru: Azınlıklardan bahsetmişken; Doğu’nun Limanları kitabında Adana’dan gelen büyükannenden bahsediyorsun. 1915 Ermeni tehciri dönemi sanırım…
Büyükannem yani annemin annesi Virginie, Maruni’ydi. Adana’da doğdu. O dönemde şehirde büyük bir Ermeni topluluğu varmış. Büyükannemin ailesi muhtemelen 19. yüzyıl ortasında Lübnan’ın güneyinden Adana’ya göç etmiş ve oraya yerleşmişler. 20. yüzyılın başına kadar orada kalmışlar ve sonra Mısır’a gitmek zorunda kalmışlar. Hatta büyükbabam Amin’in babası 19. yüzyıl sonunda, Osmanlı zamanında Adana’da yargıçmış. Büyük ihtimalle bazı topluluklar için yargıçlık yapıyordu.
Soru: Diğer büyükbaban, yani babanın babası da gazeteciydi değil mi?
Babam gazeteciydi, yazıyordu. Büyükbabam ise profesördü.
Soru: Teyzene Kemal adını veren o muydu?
Büyükbabam daha I. Dünya Savaşı başlamadan önce ilerlemenin Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanacak bir değişimle geleceğine inanıyormuş. Daha sonra I. Dünya Savaşı olmuş ve Atatürk ortaya çıkmış. Büyükbabam Atatürk’ten çok etkilenmiş.
Soru: Adı neydi büyükbabanın?
Butros. 1921’de karısı yani büyükannem hamile kalınca çocuğuna Kemal adını verme kararı almış. Herkese de, oğluna Atatürk’ün şerefine Kemal adını vereceğini söylemiş. 1921 Aralıkı’nda doğum gerçekleşmiş ama kız olmuş. Büyükbabam fikrini değiştirmek istemediği ve inatçı olduğu için kızına da Kemal adını vermiş. Çok sevdiğim teyzem Kemal, hep sıkıntı yaşadığını anlatırdı bana. Tanımayanlar Bay Kemal diye mektup yollarlarmış ona. Ama müthiş bir kadındı. 2003’te, 82 yaşında vefat etti. 2004’te çıkan “Yolların Başlangıcı” kitabımı yazarken bana çok yardım etti. Çok bilgi verdi, hep iletişim halindeydik. Lübnan’da yaşıyordu. Ama kitap yayımlanmadan hemen önce vefat etti.
Soru: Kitabı göremedi yani.
Maalesef. Yazdığımı biliyordu ama. Bana yardım ediyordu. Çok açık fikirliydi. O yıllarda, yani 80’li yaşlarında mail hesabı vardı. Mailleşiyorduk. Yaşıtları için çok sık görülmeyen bir şey bu.
Soru: O Atatürk hakkında ne düşünüyordu?
Babasının ona neden bu adı verdiğini biliyordu tabii. Zaten o bana bunu anlatmıştı.
Söyleşinin tamamı için tıklayın
Independent Türkçe, Habertürk
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.