Antropolog Özlem Belçim Galip: Kürtlerin trajedisi Erdoğan ile başlamadı
Gazete Duvar'dan Jînda Zekioğlu Oxford Antropoloji Bölümü'nde Marie Curie Üyesi olarak Kürt çalışmalarına devam eden Özlem Belçim Galip ile konuştu
Oxford Antropoloji Bölümü'nde Marie Curie Üyesi olarak Kürt çalışmalarına devam eden Özlem Belçim Galip, Kürt kadınların başarı hikayeleri üzerine bir belgesel çekiyor. Galip ile Kürt kadınların kişiselden çıkıp toplumsala katılan başarı hikayelerini ve Batı’dan bunun nasıl görüldüğünü konuştuk. Galip, "Kendimize acımaktan vazgeçmek zorundayız" diyor.
Hastaneye yetişemeyince Cizre’deki Kasrik Boğazı’nda arabayı durdurtup oracıkta dünyaya getirmiş annesi onu. Belçim demişler adına da. Ama kendisinden önce abisinin adını Zana olarak kayıtlara geçiren nüfus memuru Şırnak’tan sürülünce 78’den sonra pek kolay olmamış Kürtçe ismi nüfus kağıdına yazdırmak.
“Güçlüysen tek başınasındır” fikriyle, bütün feminist prensipleri annesi üzerinde uyguladı. Okumalı ve evlenmemeliydi. Erk zihniyetten, patriarkal düzenden nefret etmesi gerektiğini duyarak büyüdü.
Sadece, Türkiye’deki savaşa tanıklık etmedi çocukluğu. 90’ların başlarına kadar Silopi’de, Zaxo sınırında Körfez savaşını, Amerika’nın Irak işgalini, Saddam Hüseyin’in kimyasal silah korkusunu da bire bir yaşadı; “Oyunlarımız savaşa dairdi, alışkanlıklarımız da. Sokakta ‘kim daha fazla mermi kovanı topladı’, ‘kim daha çok Amerikalı askerlerin dağıttığı çikolatan yedi’ şeklinde geçti çocukluğum. Yerel halkın çoğunlukla petrol ticaretiyle geçinmesinden dolayı da sokaklar hep benzin kokardı. Kim dağa gitti, kimin babası asker tarafından götürüldü bilirdik…”
İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitiminin ardından, öğretmenlik yaptığı günlerde daha fazlasını hissettiği için yolunu İngiltere’ye çevirdi Özlem Belçim Galip. Yüksek lisansını kazandığı bursla Exeter’da Kürt edebiyatı üzerine yaptı. Üstelik onu Kürtçe’den uzaklaştıran sistemi reddedercesine anadilini en baştan öğrenerek. Türk medyasına “Oxford’da bir Şırnaklı” sıfatı ile yansıdı. Anaakım medyanın ilgisini çeken şey, İbrahim Tatlıses’in “Vardı da biz mi okumadık!” denklemine cevap vermekti. Oysa Galip bunun sömürgeci manşeti olduğunun farkındaydı.
Şimdilerde, Oxford’da Antropoloji Bölümü’nde Marie Curie Üyesi olarak Kürt çalışmalarına devam ediyor ve göç eden Kürt kadınların başarı hikayeleri üzerine bir belgesel çekiyor. Özlem Belçim Galip ile, Kürt kadınların kişiselden çıkıp toplumsala katılan başarı hikayelerini ve Batı’dan bunun nasıl görüldüğünü konuştuk.
Sondan başlayacağım, geçtiğimiz aylarda belgeselinin çekimleri için Şırnak’a gittin.
Aslında, okulu, okumayı hep çok sevdim. Öyle ki, bombalar altında geçen geceler boyunca ailemle ölebilme ihtimalinden çok ertesi gün okula gidemeyecek olmak korkuyordum. Geçtiğimiz aralık ayında Silopi’ye özellikle okulumu görmeye gittim ki binanın yıllar önce yıkılıp karakola dönüştüğünü gördüm. Bir çocuğun okulunun yıkılıp karakola dönüşmesi başlı başına çok şey anlatıyor sanırım.
İsmin aslında Belçim’miş. Yıllar sonra kimliğine tekrar yazdırdın ismini. Belçim doğup, Özlem büyümek nasıl bir duyguydu?
1980’lerde Kürtçe isim koymanın yasak olmasını protesto edip ‘özgürlüğe, barışa ve demokrasiye özlem duyuyorum’ diye düşünerek Özlem ismini koyuyor bana babam. Belçim’e izin vermeyen nüfus memuruyla hararetli tartışmalarını babamdan defalarca dinlemişimdir. Çok sever o hikayeyi anlatmayı. Bu olay, sivil hakları gasp edilmiş imkanları kısıtlı, hiçbir şekilde itiraz etme hakkının olmadığı bir insanın sıradan bir direniş örneğinden ibaret gibi görünse de babam için bir gurur kaynağı bu isim hikayesi. Devletin, sözde eşit vatandaşından esirgediği asgari özgürlük alanının gasp edilmesini, kızına ‘Özlem’ ismini koyarak protestosunu dile getiriyor ve kendince devlete baş kaldırıyordu. Sözlü tarih gibi bence de unutulmamalı böyle hikayeler. Nesilden nesile aktarılmalı ki benzer düşüncelerle 1980’lerde ve 90’larda ismimin Özlem konulduğu benim gibi kadınların çok olduğuna eminim. Çok sonradan aldım Belçim ismimi resmi olarak. İçselleştirdim mi alışabildin mi, hayır. Belçim diye biri arkadan seslense dönüp bakmam bile sanırım. İstemsizce konsa da kendimi hep Özlem olarak bildim. Belçim olarak büyümedim. Sana dikte edilene önce hır çıkartıp ardından sana, kültürüne ve diline ait olmayan birçok zoraki değişikliği çaresizce kabul edilmesi gibi kabul etmişiz ailecek Özlem ismini. Kolay mı 30 seneden sonra yeni alışmak? Ne kötü şeydir böyle insanın iliklerine kadar yapışan alışkanlıklarla yaşamak? Ama konuluş amacını hiçbir zaman unutmadım, anlattım etrafımdakilere elimden geldiğince. Belki de babamın devlete karşı olan bu küçük direniş hikayesini anlatmakla babamı onurlandırmak istedim; onun direniş hikayesinden kendime pay biçtim. Kızım da büyüyünce bilsin isterim. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, sorgulamasını, itiraz etmesini, sesini çıkartmasını isterim. Büyük babası gibi.
‘YENİ NESİL KÜRT EDEBİYATÇILAR ÇOK İYİ’
Şırnak-Silopi-Siirt-Didim-İstanbul-Londra-Oxford… Kaplumbağa gibi evin sırtında oradan oraya. Göç etmekten başın dönmüştür herhalde? Nereye ait hissediyorsun kendini?
Aitlik meselesi zor bir mesele. Sadece zorunlu ve gönüllü göçlerle değil, globalleşme ve varoluş dertleriyle iyice komplike hale gelen bir mesele bu. İlk başlarda zorunlu gibi görülen savaş yüzünden çocukluk ve eğitim amaçlı göçler yerini 30’dan fazla ülkeye varan küçük büyük seyahatlere bıraktı. Daha 11 yaşındayken, güvenlik kaygısından dolayı bir gecede karar verip ertesi gün topraklarından kaçmış bir ailenin ferdi olarak ne mekanın ne de şehirlerin sabitliğine inandım. Arkadaşlıklar bitebilir, ertesi gün başka şehre taşınılabilir, defalarca sil baştan başlanabilir diye baktım hayata. O yüzden kabuğundan çıkamayan ve değişikliklerden korkan insanları hiç anlayamadım. Değişmezsen tekrar tekrar yıkıp yeniden inşa etmezsen yaşamazmışım gibi geliyor. O yüzden burada yaşayıp burada öleceğim gibi büyük sözler etmem. İtalya’nın bir köyünde de bir süre yaşayabilirim; ertesi gün New York’a yerleşmek de isteyebilirim. Bu hayatıma birden fazla ismi, kimliği ve vatandaşlığı sığdırmışım. Bir şehri, bir yaşam şeklini, geleneksel aile yapısını, nükleer aile mantığını, birbirine benzer yaşam alışkanlıklarını, karı-koca, çocuk, aile ve birkaç sosyal arkadaş sarmalında geçen bir ömrü sadece sığdırmak çok yetersiz geliyor. Hatta böyle yaşayanların, içindeki keşfetme ve deneyimleme potansiyelini küçümsemesi gibi geliyor bana. Kendine haksızlık etmek isteyenlerin dünyası bu sanki. Tek din, tek dil, tek bayrak zuhurundan farksız aslında. Sadece bir şehri ve sosyal normların uygun gördüğü bir yaşam tarzını reddetmek bana göre en büyük direniştir. Özgürlüktür. Özgürlükten öte köy yok benim için.
Kürt romanı üzerine bir kitap yazdın. Kitabın arka kapağında şu ifade yer alıyordu: “Bir halkın dili, düşünüş biçimi, hayat tarzı o milletin romanında gizlidir. O romanları anlamaya başladığınız andan itibaren o halkı da çok daha yakından tanımaya başlarsınız.” Kürt romanında nasıl karakterler, nasıl ilişkiler görüyoruz diğer toplumlardan farklı?
Göç, ayrılık, savaş çok baskın konular olduğu için karakterler de bu durumdan nasibini almış durumda. Hüzünlü ve melankolik karakterler çoğunlukta. Aşklarda bile ayrılık hiç eksik değil. Yerini bulmamış arzular, yarım kalmış duygular, tamamlanamamışlık hissi ile şekillenen yaşamlar… Yani ülkenin sosyo-politik durumu karakterlerin yaşamlarına da sızmış durumda. Mizah duygusunun fazlasıyla gelişmiş bir halkın romanlarına bu mizahi dilin yansımaması hem hüzünlü hem de çok anlaşılır bir durum. Uluslaşma sürecini tamamlayamamış olan halkların edebiyatında görülen yaygın bir yaklaşım tarzı bu aslında. Edebiyata bir misyon yükleniyor. Bu misyonu yürüten yazarlar da Kürt edebiyatını, Kürt dilini geliştirmek ve sözlü tarihi yazılıya dönüştürmek için bir araç olarak kullanıyor. Bu durum, özellikle yaşayan 1950’lilerde ve 1960’lılarda doğup 1980’lerde Avrupa’ya iltica eden yazarların eserlerinde sıkça görülür. Haksız sayılmazlar. Kendi dillerinde gazete bile çıkartması yasaklanmış bir halkın romanında aşkın bile özgürlük gibi hep istenilen ama bir türlü kavuşulamayan bir öğe gibi işlenmesi gayet normal.
Bir değişim de gözlemliyor musun?
Hızla değişiyor. Gençlerin Kürt edebiyatını sahiplenmesi Kürt edebiyatına bambaşka bir pencere açtı. Bilim kurgu türünü bile deneyen romanlar çıktı karşımıza. Ama sadece yazmakla edebiyat gelişmiyor, okumak da gerekli. Kürtçe kitap basabilmek “özgürlük var” demek için yeterli değildir. Dağıtımını kısıtlayarak, dar bir yayılım ağına mahkum ederek, dili ve o dili kullananları terörize ederek kendi halkının gözünde o edebiyatı işlevsiz kılmış oluyorsun. Kürtçe okuyabilmek ve yazmak belli bir sınıfa indirgenmiş durumda çünkü çok az kişi eğitimini alabildi. Kürtçe okumada ve yazmada kendi kendini yetiştirenlerin de azmi ve sabrı ise takdire şayan. Herkesin harcı değil. Ancak Türk devletinin Kürtçeyi yavaş yavaş dar bir alana iten politikasıyla, 20. yüzyılın başlarında belirli kafelerde buluşup, edebiyat tartışan konuşan Avrupa’daki bohem şairlerin durumuna benzer elitist bir sınıf oluşmuş oldu. Klişe bir deyim olacak ama Kürt edebiyatını halktan koparmış oldu Türk devleti. Bir dili yasaklamak kadar tehlikeli bir politika bu.
‘TÜRK MEDYASINDA ALT METİN: OXFORD’DA KÜRTÇENİN NE İŞİ VAR?’
“Oxford’da bir Şırnaklı…” başlığı ile Türk medyasının tipik sömürge üslubunu senin akademik kariyerin üzerinde de yaptığına da şahit olduk. Oxford gibi yaklaşık bin yıllık bir üniversitede, binlerce dil lehçelerine kadar varlık gösteriyorken Kürtçe yoktu. Ve çalışmaların sonucu kürsü kuruldu, ders vermeye başladın. Onlarca profesör, doçent, öğretim görevlisi Kürtçe ders almak için derslerine katıldı. Öncelikle bunu başarabilmek ne kadar zor, ne kadar kolay? Ve tabii Türk medyasının dili, tavrı sana ne düşündürdü o günlerde?
Oxford Üniversite’sinde Kürtçe dilinin öğretilmesine yönelik yaklaşımları, Türk medyasının tavrı, Oxford Üniversitesinin tavrı ve kendilerini Kürtçenin sahibi gibi görenlerin tavrı şeklinde bir kaç katmana indirgeyerek incelemek lazım. Türk medyası, Oxford’da 2013’te başlattığım dersleri şaşılası bir durum gibi aksettirirken bu haberlerin, Kürtçeyi Oxford’a yakıştıramayan bir alt metni vardı. Türkiye’de bile rağbet görmeyen bir dilin Oxford gibi sayılı üniversitelerden birinde öğretilmesi çok saçmaydı onlara göre. Ne gereği vardı? Kim niye Kürtçe ile ilgilensin ki? Türkiye’yi zayıflatmak için Batı’nın şark oyunlarından biri olarak bile düşünenler mutlaka olmuştur. Gerçi şu anda başlatmış olsaydım dersleri Türk medyasını, bu haberi vermeyi bile usulsüz bulur, haberini yapmaya bile çekinirdi. Yani 6-7 sene önce yayınlanan haberlerdeki senin de ifade ettiğin gibi sömürgeci üslubuna ve yaklaşımına mı yanalım yoksa bu tarz haberlerin yapılmasının bile artık bu dönemde lüks olarak görülmesine mi yanalım?
İkinci eleştirin?
Bizatihi Kürt çevresi, Kürtçe diliyle ilgilenen kesim. Kürtçeyi ben Londra’da yüksek lisans okumak için geldiğim dönemde ilerlettim. Avrupa, bir çoklarımız için Kürtçemizi geliştirebileceğimiz fırsatları sunabilen özgürlük alanı oldu. Ben de 20’lerimde Londra’da Kürtçe kursuna gittim. Ailemle Kürtçe konuşmuyorduk çünkü. Özlem ismimi kabullenmemiz gibi Türkçeyi de kabullendik hemen belli ki. O halde benim ne vardı işim Oxford’da? Öyle ya Mardin Artuklu’da Yaşayan Diller Enstitüsü’nde okuyan ya da Diyarbakır’da Kürtçe ile haşır neşir olan birinin hakkıydı Oxford’da Kürtçe dersi vermek. Keşke yapmış olsalardı önceden. Bu işler hak meselesi değildir. Ben İngiltere’de yıllarca master ve doktora eğitimlerimi burslu olarak tamamladıktan sonra Oxford’un bünyesine dahil oldum. Bir dili öğretebilmek için sadece o dili bilmek yeterli değildir. Akademik, kuramsal ve metodolojik birçok eğitimin gerekliliği ve bunların tamamını hakkımla edinmiş olmam neden gözden kaçırılıyor. Oxford bana bahşedilmiş bir hak değil. Hiçbir kesim de Kürtçenin sahibi değil.
Oxford’a yönelik de bir tepkin var sanırım.
Eleştiriyi hak eden diğer bir taraf kesinlikle Oxford Üniversitesi’nin kendisi. Kürtçe diline ve Kürt çalışmalarına yönelik yetersiz ilgisi. Kapitalist her eğitim kurumu gibi bilimin gelişiminden ziyade karşılığında ne elde edeceğine bakan bir kurum aslında Oxford Üniversitesi. Kürtçe derslerinin devamlılığı için yönetimle defalarca görüştüm. Kürtçenin legal sahipsizliğinden ve kapital sistemde yer edinememiş olmasından dolayı ötelenmesine defalarca şahit oldum. Bir İsveçli ya da Arap, kendi dillerini her yerde öğrenebilirler ama Kürtler için böyle bir şey söz konusu değil, o yüzden ellerinden tutalım diye bir mantıkla işlemiyor eğitim kurumları. Öyle vicdani bir muhasebeleri yok. Ders verdiğimde yoğun bir ilgi vardı, doğru. Ama o ilginin bile ne kadar nakite dönüşeceğinin hesabını yaparlar. Ama vazgeçmiş değilim elbette ki. Seneye tekrar başlamayı planlıyorum.
‘KENDİMİZE ACIMAKTAN VAZGEÇMEK ZORUNDAYIZ’
Hala Oxford’da Sosyal ve Kültürel Antropoloji Enstitüsü’nde Marie Curie Üyesi olarak çalışmalarına devam ediyorsun. Imagining Kurdistan isimli kitabın İngilizce’de basıldı. Kimlik, kültür ve toplum çalıştığın bu kitap, önemli imgelere dair literatüre ciddi katkılar sağlayan bir eser. Kitapta diaspora temasıyla da ilgilendiğini görüyoruz ki tersi pek mümkün değil. Diasporada tüm bu kimlikleri taşımak bir kadın olarak neden ekstra zor sence?
Ben değişikliği, haraketliliği ve birçok alana dağılmayı bir zenginlik olarak gördüğüm için gurbet kavramına inanmıyorum. Gurbet, bence insanın alışkanlıklarına duyduğu özlemdir ki eğer arada yoklamazsak ve rahatımızı bozmazsak alışkınlıkların insanların kemiklerini bile kemiren bir hastalığa dönüşebileceğini de biliyorum. Diasporada yaşamak alışkanlıkları kırmak için bir fırsat verebilir değerlendirmesini bilene. Ama insanoğlu yeni geldiği bir ortamda bile alışkanlıklarını yeniden oluşturma hevesine giriyor. Düzen olmazsa yaşamazmış gibi. Yani eski bir hastalığı yeni bir hastalığa dönüşüyor. Aslında içinde bulunduğumuz modern düzenin tam da istediği bu. Rojava’daki alternatif yaşamın Batı devletleri tarafından zinhar reddedilmesinin sebebi de bu aslında. Bir şans vermek istemiyorlar bu alternatif yaşam şekline çünkü tutmasından çok korkuyorlar. Bütün dengeleri bozabilecek radikal bir sistem olduğunun farkındalar çünkü. Ehlileştiremediği, kendi düzeninin dışına çıkan bir oluşum onlar için çok tehlikeli. Ben bireylerin de devletlerin ve düzenin ekmeğine yağ sürecek ehlilikte olmamaları gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de Kürt olmak, İngiltere’de göçmen olmak ve her yerde kadın olmakla edindiğim hisler, bu anlamda bana her daim bir uyarıcı niteliğinde. Yani negatif gibi görünen bir şeyi pozitife çevirmekten bahsediyorum burada. Ama kendine acıyarak, kadınlar her yerde eziliyor, “Kürtler ezilmiş mazlum bir halktır” ya da “Avrupa’da göçmenler zavallıdır” diyerek olmaz. Kadın, Kürt ve göçmen gibi en baskın görülen üç kimliğim nezdinde edebiyattan medyaya, Batı etnografisinden tarihi arşivlere kadar bilginin yer edindiği ve kendini var ettiği kaynaklara göre kendimi zayıf görmem ve kendime acımam gerekiyor. Kendimize acımaktan vazgeçmek zorundayız.
Kürt göçmen kadınların sanatsal, edebi ve aktivist yanlarını el aldığın bir belgesel çekiyorsun. Kendin de bu hikayenin öznelerinden biri olarak tanıklığının elverişli zemininde Kürt kadınlarla sohbet ediyor, onları dinliyorsun. Bana bunları düşündürdü. Peki sen nasıl karar verdin, nereden çıktı bu fikir?
Genel olarak Kürt kadını her daim patriarkal düzen ve devlet tarafından mağdur duruma düşürülür; Kürt göçmen kadının ise yine Avrupa devletlerinin göçmenlik politikaları altında her daim ezilir portresine karşı çıkmak istedim. 40 yıldır var olmalarına rağmen PKK’li kadın gerillalara böyle bir güzelleme yapılmadı gerçi ama Rojava’daki YPJ’li kadınların Batı tarafından bu kadar çok övülmesine biraz çekimser yaklaştım. Genel diskura göre, Kürt kadınları kocaları ve abileri tarafından ezilir, Avrupa’ya aile birleşiminden gelip servis sektöründe çalışır en iyi haliyle. İşi yoksa da evde çocuk bakar. “Kürt kadınları güçlüdür ama dağda ya da politik alanlarda” diye daha yeni bir algı da oluşmuş durumda. “Savaşçı Kürt kadın” oryantalist bakışının doğu kadınına oryantalist yaklaşımın modern hali bu -ki tarihe baktığımızda güçlü savaşçı ve siyasi kadın portrelerimizi de görürüz. 1850’lerdeki Rewşen Bedirhan, 1900’lerin başlarında karşımıza çıkan Adile Hanım gibi.
‘KEMALİZMİN MODERNİZMİNE BİR ELEŞTİRİMİZ VAR’
Peki Batı neden bunun altını çiziyor sence?
Avrupa ne işine gelirse onu görmek istiyor. Örneğin İsveç, Kürt kadınlarını hala İsveç’teki Fadime Şahindal cinayetiyle hatırlıyor. Öyle ki akademik projem için görüştüğüm İsveç’te yaşayan bir Kürt kadın oyuncu, üniversitedeyken bir partide İsveçli bir erkeğin onu dansa kaldırmaya korktuğunu, kaldırırsa abilerinin ya da babasının onu öldürmesinden çekindiğini anlattı. Yani zihinlere o denli yer etmiş tek bir “namus cinayeti” ve bütün halk zan altında bırakılmış. 2002’de babası tarafından öldürülen Şahindal davasını es geçmemek lazım doğru. Ancak Kürtlerin tümünün, sürekli bu cinayetle anılması da doğru değil. Batı’nın Orta Doğu’lu göçmen kadına layık gördüğü kader bu aslında. Bu basit denklemi ve portreyi bozacak sayısız başarılı Kürt kadın öyküsü var ama onları görmek istemiyor. Türk medyasının Oxford’a Kürtçeyi yakıştıramaması gibi Avrupa da Kürt kadınına CEO’luğu yakıştıramıyor. İsveç, Almanya ve İngiltere’de yaşayan 6 başarılı Kürt kadın portresini işlediğimiz yaratıcı belgesel filmiyle Batı’nın bu basit denklemini bozmak istiyorum. Kürt kadını, mağduriyetinin de savaşçı kimliğinin de ötesine gidebilecek, yaptığı her işte başarılı olabilecek kapasiteye sahip herhangi bir kadın aslında.
Nerelerde kimlerle konuştun, kimlere yer verdin belgeselde? Kimlerin hayatları neden ilgi çekici sence?
Oxford Üniversite’sinde AB’nin destelediği projede Avrupa’da yaşayan 40 kadınla görüştüm. Yazarından oyuncusuna, doktorundan ressamına kadar birçok farklı iş ve sanat alanında başarılı olmuş sadece Kürt toplumunda değil yaşadıkları Avrupa ülkesinde de parmakla gösterilecek kadınlar bunlar.
Hepsinin ortak tarafı benim açımdan göçmenliğin negatif gibi görülen elementlerini alaşağı edip pozitife çevirmeleri ve kendilerine acımamaları. En çok eleştiri alacağım husus muhtemelen bu projeyle başarıya yüklediğim anlam olur muhtemelen.
Ne tür eleştiriler bekliyorsun?
Başarılı görünmek için ressam, yönetmen mi olmak lazım? Elbette değil. Buna inanmıyorum tabii. İşte bu yüzden de bu ara Şırnak’ta evli ve çocuklu kadınların aile içerisinde ellerinde tuttukları özerklik ve güç üzerine bir makale yazıyorum. Orada da modernizmin kadına yüklemeye çalıştığı başka bir denklemi bozmaya çalışıyorum. Kırsal bölgelerde yaşayan ev kadınları güçsüz ve karar merciinden muaf değillerdir. Güçlü olmak için şehirli ve modern olmaya gerek yok. Eğitim illa ki kadınları güçlü kılmıyor. Metropollerde farklı sektörlerde iyi pozisyonlarda çalışıp akşam eve gelince evin ve çocukların ihtiyaçlarını karşılayan kadın aslında hiç eğitim almayan ev kadınından çok daha fazla eziliyor. Haftada bir kuaföre gidebilmek, her gün makyaj yapıp dışarıya çıkmak, arada bir kadın arkadaşlarıyla dışarıda buluşmak demek ben özgürüm demek için yeterli değil. Kemalizmin dikte ettiği modernizme bu bağlamda sert bir eleştiri yapılabilir.
“Hangi tarafın daha özgür olduğunu bilemeyiz” mi diyorsun?
Kemalist kadınların kendilerini İslamcı kadınlarından daha özgür görmeleri tam bir yanılsama. Ne İslamcısı ne de Kemalisti özgür aslında. İkisi de farklı sistemde farklı oranlarda söz sahibiler sadece. Anadolu’nun bir köyünde yaşayıp kendi küçük çevresinde daha çok söz ve hak sahibi olan bir anne, Kemalist bir kadından da İslamcı bir kadından da daha özgür olabiliyor.
‘GENÇ KUŞAĞA İLHAM OLSUN BU KADINLAR’
Belgesele dönecek olursak… Ne zaman ve nasıl izleyeceğiz bu belgeseli?
Belgesel çekimleri neredeyse tamamlandı. Ama önünde en az daha bir yıllık kurgu aşaması var. En büyük amacım bu filmin olabildiğince fazlasıyla dünyayı gezmesi, kütüphanelerden üniversitelere kadar yayılabilmesi, özellikle genç kuşağa bu kadın profillerinin ilham olması.
Kürt akademisi her geçen yıl daha çok ve özgün çalışmalarla büyüyor. Önümüzdeki yıllarda sen neler çalışmayı düşünüyorsun?
Kürt kadınları üzerine çalışmaya devam etmek istiyorum. Kadını mağdur ve zayıf olarak lanse eden çalışmalara yenilerini eklemeye niyetim yok. Hayatın her alanına yayılmış güçlü kadınları işlemeye devam etmek istiyorum. Avrupa parlamentosu ve Avrupa hükümetlerinde aktif siyaset yürüten Kürt kadın politikacıları çalışmak istiyorum. Avrupa’nın her ülkesinde hem kendi içerisinde yürütülen sistem hem de Kürt politikası birbirinden çok farklı. Haliyle Kürt kadın siyasi temsilcileri de farklı zorluklara karşı farklı savaş veriyorlar. Örneğin, Almanya hükümetinin Erdoğan ve ondan önceki hükümetlerle sıcak ilişkilerinden dolayı Kürtler Alman basınında ve genel diskurda marjinalize edilmiş bir göçmen grubu olarak görülüyor -ki Kürtler en fazla nüfusa sahip ikinci göçmen grubunu oluşturuyorlar. Yani Almanya’daki Kürtler, hala etnik varlıklarını ve Kürdistan’da yürütülen siyasi mücadeleyi savunmaya çalışıp kimlik savaşı veriyorken İsveç’te durum çok farklı. İsveç, Kürtleri olduğu gibi çoktan kabullenmiş durumda bu yüzden İsveç’te yaşayan Kürt kadın politikacıları enerjilerini başka konulara verebiliyorlar.
Gerek Kürt akademisi gerek Kürt siyaseti gerek sanatı gerek iş dünyası; henüz yeni yeni kadın varlığına alışıyor. Henüz olması gereken daha eşit ve adil ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde yaşadığımızı söyleyemeyiz. Kendi içimizdeki bu toplumsal cinsiyet vesayeti ne zaman, nasıl aşılacak sence?
Sadece totaliter değil, emperyal devletler de kadın ve erkeğin sosyal yaşamda ve kanun karşısında tamamen eşit olmasını istemiyor. Kürt hareketinin özellikle son yıllarda hem teoriyle hem de yaşam pratiğinde tamamen uygulamaya çalıştığı eşit toplumsal cinsiyet ilişkileri ve rollerine sadece Türkiye gibi totaliter ülkeler değil; Batı da sırt çevirdi. Rojava’nın federal sistemine ve beraberinde uygulamaya koyduğu cinsiyet eşitliğine sırt çevrilmesi gibi. Yani sermaye sınıfı gelişmişlik seviyesi fark etmeksizin kadın ve erkeğin her alanda tamamen eşit olmasını istemiyor, buna ayak diretiyor. Göz boyamaca kandırmacalara da kanmamak lazım. Almanya’yı bir kadın Başbakan yönetiyor. İngiltere’yi şimdiki Başbakan Boris Johnson’dan önce 3 sene boyunca bir kadın Başbakan yönetti. Hatta İngiltere’nin özgürlükler konusunda işçi hakları bakımından en acımasız Başbakanı olarak görülen, Margaret Thatcher iktidarda en uzun kalan Başbakanıydı ve bir kadındı. Oxford’da okumuş bir kimyagerdi. Ardından da avukat oldu. Bilimi de hukuku da çok iyi bilen bir siyasetçiydi. İngiltere’de özelleştirmenin en büyük mimarı oldu. 1980’lerde Saddam Hüseyin’e gizlice silah temin etti. Neoliberal yönetimler böyle kadın temsilcileri gözümüzün içine sokmaya çalışacaklar ama kadın olgusunu da cinsiyetin ötesinde görmek gerekiyor.
‘ORYANTALİST DÜRTÜLERLE HAREKET EDENLERE PRİM VERMEMEK LAZIM’
Kürtçe, kolonyalizm ya da adil yaşam talepleri için bir Kürt konferansında bir araya gelmek, bunu dünyadaki tüm Kürt temsillerini aynı çatı altında toplayarak başarabilmek zor olmakla birlikte başarılamaz mıdır? Buna destek olacak iş insanları yok mudur? Daha önemlisi bunca ihtiyaç şart değil midir?
Kürtleri kim ne niyetle çalışıyor diye biraz düşünmek lazım. İdealize edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. 19. yüzyıl Amerikalı etnografların ürettikleri oryantalist bakışa yenilerini ekleyenlerle dolu Kürt çalışmalarını yürüten akademisyenler listesi. Birkaçı Kürt olup self-oryantalistir kabul ama çoğunluğu yine Batılı ya da Türk. Vicdani sorumlukla Kürtleri çalışanlar vardır elbette ama çoğunun çalışma sebebi çalışılmamış bir alan olarak gördükleri için tamamen stratejik. Rojava deneyimi ile Kürtleri çalışamaya merak salmış, Rojava mücadelesinden ve yönetiminden ilham alan genç bir akademisyen kitlesi de var. Hala master ya da doktora aşamasındalar. Onları, Kürt çalışmalarını esir alıp statüko mertebesine erişmiş akademisyenlerden ayrı tutuyorum. Onlar Kürt çalışmalarında farklı bir diskur oluşturacaklardır. Ayrıca akademisyenlerin siyasete bulaşmamaları gerektiğini düşünen ciddi bir kesim var. Bu ‘sanatçı politika yapmamalı’ anlayışı gibi tam bir safsatadan ibaret. Kürt çalışmaları içerisinde görebileceğimiz akademisyenler arasından ciddi bir samimiyetsizlik ve riyakarlık var kısacası. Örneğin Kürtlerin hakkını savunacak bir politikayı bir Batılı akademisyen destekleyince insan hakları savunucusu, bir Kürt akademisyen savununca milliyetçi yaftasını yiyor. PKK’li diye lanse edilirim korkusuyla Rojava’ya yine sırt çeviren akademisyenler var. Sırt çevirmeyenler de marjinalize ediliyor, söylediklerinin savunduklarının objektifliğine inanılmıyor, argümanların içi boşatılıyor. Yani dışarıdan açık etmediği, içinde gizli Kemalist, devletçi ve oryantalist dürtülerle hareket edenlere prim vermemek lazım.
Filistin çalışan akademisyenlere bakınca her birinin aynı zamanda bir aktivist olduklarını görebiliriz çünkü Filistin çalışmak bunu gerektiriyor. ‘Sırf Siyonizm karşıtlığı yapmak için Filistin çalışıyor’ argümanlarıyla bu akademisyenler de ötelenebilir ama aynı çerçeveden bakacak olursak sırf Erdoğan ve yönetimi karşıtlığından dolayı da kimse Kürtleri çalışmasın. Kürtlerin trajedisi Erdoğan ile başlamadı.
Kimleri okuyorsun?
İşim ve yazılarım gereği kuramsal kitapları çok okuduğumdan keyfi okumalarımı daha çok kurmaca kitaplar üzerinden yapıyorum. Okuduğum kitapların konusundan ziyade dili de çok düşündürücü benim için. Senelerce İngiliz edebiyatı okuduğum için haliyle İngilizce romanlar hikayeler okudum hep. Ama Türk edebiyatını da 20’li yaşlarımda yakından takip ederdim. Artık Türkçe kitap okumak zor geliyor, Kürtçe okumayı da bir görev gibi görüyorum. İngilizce okumalar daha konforlu ve kolay geliyor. Bu aralar merak saldığım yazarlar İrlanda’dan çıkma genç kadın yazarlar. Megan Nolan, Sally Rooney ve Naoise Dolan gibi. Türkçe edebiyatının gelişimine Kürtlerin büyük katkısının olması gibi İngiliz edebiyatına da İrlandalı yazarların katkısı çok büyük. Hem klasik hem de post-modern edebiyata çok hakim oldukları için yazdıkları kitaplar çok yaratıcı ve yenilikçi. İşledikleri konu ve dil bakımından İngilizleri yermeyi hiç ihmal etmiyorlar. Belki de o yüzden onları okumayı seviyorum. Kolonyal dili kabul etseler de onların dilini kullanarak o dilin sahibini eleştirmekten geri kalmıyorlar.
Gazete Duvar
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.