Avukat Şerafettin Kaya’yı Anlamak ve Anlatmak
Bir toplum kendi değerlerine ne kadar sahip çıkabilirse o toplum o kadar makbul ve baki kalır. Doğal olarak o denli de kendinden emin bir toplum olur. Çünkü toplumun varlığı şöyle veya böyle değil, tarihsel olarak var oluşma şekline bağlı olarak, varlık nedenlerinin sürdürebilir olmasına bağlıdır. Ki bu da toplumun bünyesinde bir şekilde oluşup süregelen pozitif değerlere sahip çıkma potansiyeliyle orantılıdır.
Sömürge bir toplum açısından bu durum daha karmaşıktır. Çünkü yabancı güçlerin egemenliği altında kalan bir toplum, kaderi zincire vurulur, kendini yönetme hakkı elinden alınır, dolayısıyla kendi öz dinamiklerinin doğal gelişim çizgisine-grafiğine dayanması engellenir. Haliyle kendi yağında kavrulma ve tarihini yapma koşul ve olanaklarından yoksun kalır. Öylece kendinden yabancılaşma sürecine zorlanmış olur. İşte, Kürtlerin gerçeği budur. Hikâyesi kozmopolittir o sebeplen. Anlayacağınız Kürtlerin kendi değerlerine sahip çıkması ve kaderini tayin etmesi hiçte kolay değildir.
Ne yazık öyle, çünkü enformasyon kısıtlanır, o yetmez bir de gerçek bilgi akışı engellenerek birey ve kitlelerin kafası çarpıtılmış bilgiyle bulandırılır; oda yetmez ideolojik ve kültürel hegemonyaya tabi tutulur ve öylece sömürge toplumun kendine ve değerlerine sahip çıkma koşulları haddinden fazla zorlaştırılır. O yüzden o toplumun dinamikleri sağlam kalmaz, aydınlanma ortamı zayıf kalır, dolayısıyla toplumsal öznelerin oluşmasının koşulları yeterince güçleşir. Eğer bir toplumda insanın gelişim kaynakları zayıf kalırsa orada pozitif bir toplumsal ortam kalabilir mi? Oradaki toplumsallık negatifleşmez mi? Orada aydın olmak, devrimci olmak o denli güçleşmez mi? Bu tür yerlerde değişim ve dönüşüm nasıl olur acaba? Öyle ya, sabit bir değişmezlik olamayacağına göre..
Sömürgeci devletlere kalsaydı Kürtleri tarih sahnesinin dışına atarlardı. Veya değişimin giremediği bir yere kapatırlardı. Yapamıyorlar iyi ki.
İran, Türkiye, Irak ve Suriye devletleri, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmelerini ve dolayısıyla kendi tarihlerini yapmalarını engellemekteler, şimdilik tabi. Lakin Kürtlerde o devletlerin Kürt tarihini yapmalarına razı olmadıkları da açıktır.
Her şeye rağmen Kürtlerde de pek çok kişilikli ve entelektüel insan çıktığı ve kitlesel uyanışlar yaşandığı bilinmektedir. Kalkışmaların ardı arkası kesilmiyor, ulusal direniş süreklilik kazanmış çünkü.
Kürtlerin açmazları ve iç sorunları yok mu? Var hiç şüphesiz. Evvela Kürt örgütlerinin yetersizlikleri, yetmezlikleri, biraz da kabalıkları, belki de daha önemlisi dar grup çıkarlarını öncelemeleri, örgütler arası hesap ve husumetlerin olması gibi ciddi sorun ve açmazları göze çarpmakta. Kürt örgütleri bu olumsuzluklarından mutlaka kurtulmalı ve kendilerini aşmalıdır, yoksa…
Kürt hafızası deneyimlerle doludur. Unutulmayacak o kadar çok şey yaşamışlardır ki yürüdükleri yolun doğru olup olmadığını deneyimlerden de çıkarmaları hiçte zor değil. Bile bile yanlışlarında-hatalarında ısrar etmenin yeterince bedellerini ödemeleri de önemli deneyimlerdir.
Ezcümle Kürtler, hatalarından-yanlışlarından kurtulmayı becerir ve değerlerine sahip çıkarsa muratlarına varmalarını hiçbir güç engelleyemez.
İşte, bu bağlamda Muş Barosu’nun bir zamanlar Muş Baro Başkanlığı yapmış olması hasebi ve hak savunuculuğu-avukatlığı adına hem baro il binasına Avukat Şerafettin Kaya ismini vermesi hem de onu ölüm yıl dönümünde anması ve onun tanıtılması için panel düzenlemesi çok ama çok anlamlıdır. Hak adına, hukuk adına, avukatlık namına çok yaraşan bu etkinlik için Muş Barosu’nu kutluyorum.
Gelelim Panele.
Panel’ in moderatorü (aynı zamanda bir konuşmacısı) Muş Barosu eski başkanlarından Avukat Sait Sever idi. Panel açılımını yaparken Avukat Şerafettin Kaya’nın hayatını özetle anlattı ve o arada onunla olan anılarına değindi. Konuşmasının ikinci bölümünde ise hukuk ve Türk devletinin nizamının karşılaştırmalı izahını yaptı.
“Komando zulmü” diye altını çizdiği olay, Kürtlerin ‘korkulur rüyası’ haline gelen Jandarma müfrezelerinin daha üst ve şiddet yüklü bir boyutu olan Komando Jandarma’nın 1967’lerde Kürdistan’da gerçekleştirdikleri seri operasyonlardır. Ve bu olaydan kaynaklanmak suretiyle Kürtlerde başlayan huzursuzluk, politik bir karşı koyuşun şartlarını yarattı. Nitekim Kürt mütegalibe, aydın ve devrimci Kürt gençliği, komando zulmünü ve onun yarattığı travmayı protesto etmek ve devletin Kürtlerin üstündeki orantısız şiddetini engellemek için Doğu Mitinglerini organize ettiler. İşte, Doğu Mitinglerinin yarattığı etkiler (Kürt kitlesel uyanışı ve aydınlanması) devleti rahatsız etti, korkuttu daha doğrusu. Devlet, her korktuğunda da tedbir almaya başlar. Türk devletinin Tedbir Politikası, çekindiği gelişmelerin-olayların niteliklerine göre yargılama(gözaltına alma, işkenceye tabi tutma, tutuklama) baskı ve şiddet uygulamadır. Doğu Mitingleriyle bu süreç giderek derinleşecekti.
“Savunmanın saç ayağı…” diye söyleminde derinleşen Avukat Sait Sever; genelde avukatlık olgusunu, özelde Kürt Avukatların mesleklerini icra etme şartlarını örnek ve analojilerle anlattı bize.
12 Mart Askeri Cuntası döneminde Muş Barosu üyesi olan Avukat Şerafettin Kaya ve Ruşen Aslan’ın birlikte devreye girdiklerini, Doğu Mitingleriyle, Doğu Devrimci Kültür Ocaklarıyla, TKDP ile ilgili ve başka siyasilerle ilgili gözaltına alınan, tutuklanan binlerce insanın sorunlarına eğildiklerini, başta DDKO olmak üzere birçok grup ve kişinin savunmasını üstlendiklerini anlattı. Bundan ötürü her ikisinin de gözaltına alındığını ve Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından tutuklandığını, aylarca tutuklu kaldıktan sonra tahliye olduklarını, ancak “mahkemede savunma yaparken propaganda yaptıkları” iddiasıyla tutuksuz yargılandıkları, fakat sonunda da beraat ettiklerini, her şart altında “Kürt hukuk savunuculuğunu sürdürdüklerini de ekledi.
Anlayacağınız 12 Mart 1971 Askeri Darbesi sürecinde Askeri mahkemelerin Kaba Yargılamalarına karşı Kürt Avukatların Hak Savunuculuğu dünyadaki hukuk deneyimleri arasında yerini alan sayılı örneklerden biri olduğu kuşkusuzdur.
Gelelim Söz konusu ikinci sürece…
12 Eylül Askeri Darbesi koşullarında Kürtlerin maruz kaldığı bütün kötü muameleleri, şiddeti, gözaltına alınmaları, işkenceleri, tutuklamaları, kovuşturmaları, mahkemeleri ve yanı sıra o dönemde Avukat Şerafettin Kaya’nın neler yaptığını ve o yüzden nelere maruz kaldığını bize anlattı Avukat Sait Sever.
Ben, bu sürecin baştan itibaren hem tanığıyım hem de askeri mahkemede “yargılanan” biriyim. Gerek Avukat Sait Sever’in anlattıklarından ve gerekse söz konusu süreçle ilgili deneyimlediklerimden biraz söz etmek isterim.
Sanki tarih tekerrür edermiş gibi yine bir askeri darbenin ayak sesleri olarak kendini hissettiren sıkıyönetimin (26 Aralık 1978 TBMM kararıyla) ilan edilmesi, ardından askeri mahkemelerin kurulması malum sürecin habercisi olacaktı. Dahası 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin kendinden önceki darbelere nazaran çok daha karanlık bir dönemin iz fişeklerini de patlamış oldu Sıkıyönetim…
Bu arada Avukat Şerafettin Kaya, gökyüzünde toplanan ağır kara bulutlardan sonra fena bir doluya tutulacaklarını tahmin etmekte gecikmemişti. Avukat olmanın sorumluluğunu iyi bilirdi, deneyimliydi de. Fakat bu kez bir önceki cuntada birlikte davalara koşturduğu Avukat Ruşen Aslan da tutukluydu. Onun eksikliğini hissedecekti tabii, ancak kaybedecek zamanı da yoktu, bir şeyler yapmalıydı. Kürt örgüt ve grupların davaları yine Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemelerinde görülmekteydi. Antalya’dan Diyarbakır’a koşturarak tahmin ettiği dosyalara bakmanın imkânsız olduğunu biliyordu. Antalya’daki büroyu kapattı, Diyarbakır’a geldi, artık orada bir otelde yatıp kalkacaktı. Hiç gecikmeden gözüne kestirdiği avukatlarla ve tasarısında yardım bulacağı kişilerle ön görüşmeler yapmaya girişti… Birkaç avukatla birlikte ortak bir hukuk bürosu kurabildiler.
Artık mümkün oldukça Diyarbakır ve diğer Kürt illerinde gözaltına alınanları hukuki yollarla izleyip onları yalnız bırakmamak, Diyarbakır 5 Nolu Askeri Ceza ve Tutukevinde bulunanlara kötü muamele edilmesini önlemek (hatta can güvenliklerini sağlamak) için iç ve dış kamuoyunu, hukuk ve insan haklarıyla ilgili kurum ve kişileri bilgilendirmeye başladılar. Aynı zamanda Askeri Mahkemelerin mesnetsiz iddialarla tutuklulara ağır cezalar vermelerini önlemek için de uluslararası hukuki kabulleri ve hatta T.C.K’nun uygun gelen yasalarını işleterek onları savundular ve öylece dünyada eşine az rastlanır kolektif bir hak savunuculuğu örneği gösterdiler.
Askeri Mahkemeler ve sıkıyönetim komutanları, söz konusu büronun çalışmalarından çok rahatsız oluyorlardı. Onlar göre bu çalışmaları organize edenlerin başkişisi Avukat Şerafettin Kaya idi. Onu bir şekilde durdurmayı düşündükleri de belli oluyordu. Bu olasılığı en iyi sezen de yine Avukat Şerafettin Kaya’nın kendisiydi. O durmadı, bütün yetenek ve enerjisiyle çalışmalarını sürdürmekteydi. Ta ki silahlı ( biraz da külahlı) adamlar, onun koluna girip gözaltına alana kadar. Onu işkenceye aldılar, o kadar ki insanın kolay kolay dayamayacağı türden canını acıttılar, vücudunda yaralar, ağır hasarlar bırakacak kadar şiddet uyguladılar, o direndi, uzun uğraşılardan sonra da onu teslim alamadılar, polisin kendine göre yazıp imzalatmaya çalıştığı tutanaklara değil, verdiği ifadenin yazıldığı evraka imza attı.
Ve imzaladığı evrakta onun tutuklanmasını gerektirecek bir suç yoktu, onu sorgulayanların yedi ceddi onun kadar ne hukuk bilirlerdi ne de T.C kanunlarını bilirdi, ama askeri hâkim onu tutukladı. O hâkim, bir yasayı değil, bir emri yerine getirmişti kesinkes, çünkü o hâkim uygulanan pogramın bir figüranıydı yalnızca. Sonra Avukat Şerafettin Kaya’yı Diyarbakır 5 Nolu Askeri Ceza ve Tutukevi’ne sevk ettiler. Ve o zindanın komutanı olan Binbaşı Esat Oktay Yıldıran da, bizzat kendisi tahsis edip “Banyolu Oda” diye tabir ettiği hücreye kapattı Kürt Büyüğü Avukat Şerafettin Kaya’yı…
“Avukatlığımdan utanıyorum” diye yazdığı “Diyarbakır’da İşkence” kitabında ve “Hayatımda Kesitler” adlı iki ciltlik otobiyografisinde bütün bunları belgeleriyle detaylı bir biçimde ve benden çok daha iyi anlatıyor Kürt Büyüğü Avukat Şerafettin Kaya.
Şimdi Panelist eski Hâkim Orhan Gazi Ertekin’in konuşmalarını ele alayım.
“Şimdi” dedi Organ Gazi Ertekin, “hak savunuculuğunu konuşmak için bir talihsizliğimiz var, sevgili arkadaşlar. Hak savunuculuğu konusunda bir külliyatımız yok, maalesef. Hak savunuculuğu üstüne, aktivizm üstüne bir külliyatımız yok. Doğru dürüst bir kitabımız, örneğin avukatlık üstüne bir kitabımız yok. Çok garip bir durum…”
‘Hak meselesini, hak savunuculuğunu, avukatlığı kendi hafızasının asli unsuru, öznesi olarak kurmayan Türkiye’nin bu meseleyi sıkıcı bir hukuk felsefesi haline getirdiğini’ vurguladı Orhan Gazi Ertekin.
Öyle ya, hem sıkıyönetim ve hem de devlet güvenlik (olağan dışı) mahkemeleri başka ne tür nedenlerle izah edebilirsiniz? Birde cuntalar ve yirmi yıllık AKP tarihi nasıl olabilirdi?
Hak savunuculuğu üç kategori de izah etti. Dr. Orhan Gazi Ertekin’in
1-Yurtaşlık
2- İnsan Hakları
3- Ulusların Kendi Kaderini Tayın Etme Hakkı
“Yurttaş” dedi Orhan Gazi Ertekin, “hukuku inşa eden bir hukuk öznesidir.”
Öteden beri süregelen “egemen yurttaşlık görüşünün sahte olduğunu ilk kadınlar fark etti” dedi ve “…Amerika haklar bildirgesini yayınlayanların kölesi vardı” diye de ekledi Orhan Gazi Ertekin.
Ve sonunda kölelerin “ben insan değil miyim? Ben yurttaş değil miyim?” diye sorup bir mücadeleye giriştiklerini, dolayısıyla gerçek hak savunucusu olarak ortaya çıktıklarını söyledi.
Özgür olmayan ulusların-halkların, kadınların, kişilerin (bir bütün olarak hakları gasp edilen, kaderleri tasallut altına alınanların) kendi kaderini tayın etme mücadelesi hak savunuculuğun unsurları olduğunu vurguladı Orhan Gazi Ertekin.
“Bir tek” dedi Orhan Gazi Ertekin, “bir ülkede bu üçünü bir arada savunan biri var; Şerafettin KAYA! Dünyada bu gerilimin, bu üç hak meselesinin bu kadar iç içe geçtiği başka bir ülkeye rast gelemezsiniz…”
Diğer panelist Avukat Mehmet Emin AKTAR; Kürtlerin nasıl bir “hukuk” ile yönetildiğini pek çok örnekler vererek detaylı izah etti.
“Geçen gün” dedi Avukat Mehmet Emin Aktar, “biri bir tivit atmış, eşine demiş ki bana Kürtçe öğret. Eşi de ona demiş ki ‘seni önce bir dövmem lazım, çünkü ben Türkçe öğrenmek için çok dayak yedim”
İlkokula başlayan ve/veya askerde “Aliokul”a giden Kürtlerin çoğunun yaşadığı bir deneyden söz ediliyor, bu çok acı bir gerçek.
Yine “Orhan Gazi” dedi Mehmet Emin, “Şerafettin abiyi anlatırken bizi Güney Amerika’ya benzetti. Keşke bize deselerdi siz İstanbul’a İzmir’e giremezsiniz. Siz Kürdistan’da kalacaksınız, size okullar açacağız, siz burada askerliğinizi yapacaksınız, burada okuyacaksınız. Bize dediler ki siz yoksunuz. Ve egemenliği bunun üstüne kurdular.” Evet, bu daha acı bir gerçek…
Hak-hukuk konusunda da olağanüstü hâl sürecinde avukatlığını yaptığı pek çok davada polis tarafından gözaltına alınıp mahkemeye çıkarılan insanlarla ilgi nasıl oyunlar oynandığını, örneğin; kişinin hiç alakası olmadığı bombaların-silahların, düzmece belgelerin mahkemeye nasıl sunulduğunu, sahte delil ve evraklarla insanların nasıl yargılandığını, cezalara çarptırıldığını gayet sarih bir biçimde anlattı. Belki bundan daha trajikomik olanın da savcı ve yargıçların bütün bu sahtekârlıkları bilememelerinin imkânsız olduğunu vurgulamasıydı.
Tam da bu nokta diğer panelist Orhan Gazi Ertekin izin alıp araya girdi. Olağanüstü Hal bölgesinde hâkimlik yaptığı yıllarda (1990 yılları) aynı şeylere tanık olduğunu, hatta davasını gördüğü birinin ifadesini alırken gerçeği sezip kişiyi saldığını, o yüzden devlet erkânından nasıl tepkiler aldığını anlattı.
Bu arada Avukat Sait Sever de söz konusu dönemde Muş’ta gözaltına alınıp katledilen Şeyh Mehmet Emin Bingöl olayın anlattı:
“Şeyh Mehmet Emin gözaltında iken, Muş’un eski milletvekillerinden Şeyh Gıyas Emre bana geldi ve dedi ki, ‘Şeyh Mehmet Emin için valiyle görüştüm, vali şeyhe kötü muamele yapılmadığını, yakında salıverileceğini söyledi.’ Olayın savcılık tarafından da soruşturulması gerekirdi. Bunun için Muş Cumhuriyet Başsavcılığına resmi başvuruda bulunduk. Polis, öyle bir şahsın kendilerinde olmadığını belirtmişti. Bu arada Şeyh Mustafa ile karşılaştık. ‘Alay Komutanıyla görüştüğünü, abisine kötü muamele yapılmadığını, birkaç güne salıverileceğini ve bu arada olayın yayılmaması gerektiğini’ söyledi. Biz de beklemeye koyulduk. Onu Kayseri komando grubu gözaltına almıştı. Onunla aynı yerde gözaltından çıkagelen birkaç kişi ile görüştük. Dediler ki “Şeyhin durumu iyi, onun da bizden sonra salınacağı söylendi.” Bize de şeyhin onlarla birlikte salınacağı söylenmişti. Ama kısa bir süre sonra devlet güvenlik güçlerinden birileri, Şeyhin akrabalarına telefon açarak “cenazeniz falan kanalın altındadır, gidin alın” demişti. Şeyh Mehmet Emin dört gençle birlikte kurşuna dizilmiş ve cenazeleri de eski Murat köprüsünün berisinde akan büyük su kanalının dibine bırakılmış bulundu” diye konuşmasını noktaladı, Avukat Sait Sever.(*)
Araya girmelerden sonra söze yeniden giren Mehmet Emin Aktar, “Güney Kürdistan referandumuyla ilgili biz avukatların hazırladığı ortak bir bildiriye imza atıp atmayacağını “Şerafettin abiye sorduğumda, bana “siz bağımsızlığı savunuyor musunuz?” diye sordu, evet dedim, o da ‘öyleyse ben de imza veriyorum’ diye cevap verdi bana.”
Üç konuşmacının mutabık olduğu diğer bir konu da, “devletin ana yasayla değil, yasalarla (Takrir-i Sükûn Kanunu ile) toplumu yönettiğidir. Bir başka deyimle Cumhuriyet tarihinde yapılan anayasalarla değil, devlet erkânı ve hükümet yetkililerin yaşanan her sürecin koşullarına bakarak kendilerince “durumdan vazife” çıkarma suretiyle toplum nizamını ve asayışını düzenlemişlerdir.
Şimdi altını kalın çizerek belirtmek istiyorum. Avukat Şerafettin Kaya’nın öyle bir veya birkaç panelle değil, birçok panel ve kitapla anlatılması gerekir. Çünkü hak savunuculuğu açısından o evrensel bir örnektir. Kürlerin özgürlüğü ve ulusal bağımsızlığı açısından görüşleri referans niteliğindedir. Ezcümle o bir fenomendir.
Avukat Şerafettin Kaya’yı putlaştırmaya çalıştığım sanılmasın, çünkü putlaştırmanın ne demek olduğunu çok acı deneylerle öğrenmiş bulunuyoruz.
Avukat Şerafettin Kaya’nın yakın bir izleyicisi ve dostu olarak, ondan öğrendiklerim, onunla ilgili bildiklerim ve bu panelde dile getirilen olgulardan çıkardığım kadarıyla onunla ilgili şu huşuların altını çizmem gerekiyor:
Birincisi (evet, en önemlisi) Avukat Şerafettin Kaya, Kürt örgütleri arasındaki rekabet (hesap ve husumet) düzlemine itilmemelidir. Çünkü o, bütün Kürtlerin ortak değeridir. Avukat Şerafettin Kaya’nın Kürtlerin dünü için yaptıklarını deforme etmek ve onun Kürt ulusal birliği projesini dinamitlemek, çok ağır bir vebaldir.
İkincisi Hindistan’ın bağımsızlığı ve hak savunuculuğun evrenselliği açısından Mahatma Gandi gibi bir “praksist”tir Avukat Şerafettin Kaya. Her ikisi de avukat idi. Düşüncelerini hayata geçirmekle ustaydılar. Amaçları da benzerdi. Biri amacına vardı, Diğeri uzun yıllar (ömrü boyunca) amacına varmak için yol mühendisliği yaptı, hedefine varmadan hayatını yitirdi, ne yazık! Denedikleri yolların farklılığını her ikisinin yaşadıkları çağ (dünya) koşulları ve ülkelerinin tarihsel ve Sosyo-ekonomik, politik koşullarında aramak gerekir.
Keza Pakistan’ın bağımsızlığı açısından Muhammed İkbal’in oynadığı rol ile Avukat Şerafettin Kaya’nın Kürdistan’ın bağımsızlığı açısından üstlendiği misyon çok benzerdir.
Ayrıca Kürtlerin özgürlüğü ve bağımsızlığı açısından Qadi Muhammed’ın hayali, amacı ve üstlendiği misyonla Avukat Şerafettin Kaya’nın hayali, amacı ve üstlendiği misyon tıpatıp aynıydı. Birisi bir Kürt Cumhuriyet’inin kurulmasına öncülük etti ve oradan kalkarak Kürdistan bağımsızlığı için hayatını bile bile verdi. Diğeri de bütün ömrünü Kürtlerin özgürlüğü ve ulusal bağımsızlığı uğruna hasretti.
Şerafettin Kaya’nın Kürtlere bıraktığı miras es geçilemez, kötü de kullanılamaz, çok, ama çok önemsememiz gerekiyor, çünkü onun geride bıraktığı iz ve eserler Kürtlerin özgürlüğünün ve ulusal bağımsızlığının referanslarını içeriyor.
(*) Burada iki şey söyleyeceğim. Birincisi yukarıda aktardığım Avukat Sait Sever’in konuşmasını banttan tam çözemedim, hafızama yerleştiği şekliyle, ama tırnak içinde aktardım, yanlışım varsa kendisinden düzeltmesini rica ederim. İkincisi Avukat Sait Sever’in bu konuşması salonda bulunan hemen hemen herkesi etkilediğini gördüm. Galiba en çok etkilenenlerden biri de bendim. Çünkü gençlik yıllarımda Şeyh Mehmet Emin’in oğlu Mahmut ile yoldaştık ve çok samimi idik. Evlerine gitmiştim, Şeyhin ekmeğini yemiş, hoş sohbetlerini dinlemiştim. Ayrıca babamla Şeyh Mehmet Emin çok samimi dost idiler. Mahmut trafik kazasında kardeşi Ubeydullah ile geçirdiği trafik kazasında (ikisi de) vefat etmişti. Toprak Şeyh Mehmet Emin’i ve evlatları Mahmut ile Ubeydullah’ı incitmesin, ruhları şad olsun, ışıklar içinde uyusunlar
(**) Panelin kritiğine ilişkin de bir iki cümle etmek isterim.
Hiç şüphesiz gerek panelin moderatorü (ki Avukat Sait Sever bir konuşmacıydı aynı zamanda) gerekse her iki panelist de doludizgin konuştu ve çok yararlı bilgiler verdiler. Keşke onları daha büyük bir kalabalık izleseydi…
Abdürrahim Gümüştekin
1.o4.2023/Muş
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.