Bağımsızlık Referandumu ve Meşruiyet Tartışmaları
Av. Sabahattin Korkmaz
Kendine yabancılaşmayı ve şahsiyetsizliği dayattığı için belki de tarihin kölecilikten de beter sistemi sömürgeciliktir. Sömürgeciler bütün zülüm ettiklerinin yanında bir de pervasızdırlar. Pervasızlıkları, kibirleri, illaki kendilerini üstün gösterme çabaları, hastalıklı ruh hallerinden ve hakikate olan güvensizliklerinden gelir. Aşağılık oldukları için kendilerini aziz göstererek tatmin etmeye çalışırlar.
Referandum sonucuyla birlikte pervasızlıkları sınır tanımaz hale geldi. Girişimleri, ötekileştirme, aşağılama ve tehdit dilleri ile Lahey Ceza Mahkemesinde yargılamayı gerektiren insanlığa karşı nefret ve apartheid suçunu işliyorlar. (Bildirge m.3, AİHS m.14, TCK m.122) Kibirli dilleri, afra tafraları, mide bulandırmaya başladı. Ama bilmezler ki büyük insanlar asla büyük konuşmazlar. Alçak gönüllülük, tevazu, haddini bilmek bir insanlık değeridir. Ondandır ki bir soru karşısında Hz. Sokrates “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.” der. Sout Tsuzu ukalalığı “patolojik bir rahatsızlık” olarak tanımlar. Hz. Mevlana yine bir sual karşısında “Ben sadece haddimi bilirim.” der.
Büyük konuşmak, tehdit ve aşağılama dilini kullanmak, kendini olduğundan fazla göstermek şanınıza yakışır. Tarihte kazandığınız savaşlar, yaptığınız katliamlarla ne kadar övünseniz azdır. Ama iki şeyi asla ağzınıza alamayın (hele Kürtlerin karşında); haktan ve meşruiyetten söz etmeyin. Çünkü hak ve meşruiyet yerine geldiğinde siz zaten yerinizde olmayacaksınız.
Kürdistan Bağımsızlık Referandumu “gayrimeşruymuş!”Kim diyor?! Tahran,Ankara,Bağdat. Neden? Hangi kutsal kitaba, hangi yaradılış felsefesine, hangi vicdan, ahlak ve izana göre? Sömürgeci çıkarları bunu gerektirdiği için. Başka bir açıklama yok.
Meşruiyetin üç temel prensibi var. Bunların hiçbiri size yakışmıyor.
Felsefi Açıdan Meşruiyetin Kökeni:
Hak ve özgürlük, insanın varoluşundan gelen birbirini tamamlayan kavramlardır. Aynı zamanda bireysel ve toplumsal ahlaklılığın da özünü oluşturan değerlerdir.
Hukuken özgür olmak demek, başkasına karşı öne sürülebilen haklara sahip olmak demektir. Hak isteyemeyen, hak talep etti diye baskılanan, ceza tehdidi altında bırakılan, gerçek manada özgür sayılamaz. Bütün hakların temeli özgürlüktür. Elbette özgürlük -bireysel veya kolektif- sınırsız değildir. Özne olarak ‘ben’im özgürlüğüm ‘öteki’nin, ötekinin özgürlüğü benim özgürlüğümü sınırlar. Ancak özgürlük esastır ve mutlaktır.
‘Birey’ olarak her insanın bir kişiliği vardır. Kişilik, hukuksal bir kavram olarak hak sahibi olmayı, sahip olduğu hakları kullanarak insani işlevini yerine getirmeyi ifade eder. İnsansal işlev ise, en başta beyinsel/düşünsel olmak üzere, insanın her alanda kendini geliştirmesi ile mümkün olan bir süreçtir.
Biyolojik, entelektüel ve fizik ötesi moral değerler olmak üzere insanın üç boyutu, üç işlevi olduğu kabul edilir. İnsansal işlev, her üç yönde birlikte, aynı zamanda ve eşit oranda gelişmeyi öngörür.
İnsanın doğuştan edindiği haklarını istemesi, onları kullanması birilerinin ikram edeceği bir “lütuf” olarak algılanamaz. Meşru bir istemin temeli olan bir hak, sadece istenmekle kalmamalı, aynı zamanda her türlü meşru araçla diretilmelidir de. Doğal hukuktan sekülariteye kadar gelişen bütün özgürlük felsefeleri, hak ve özgürlükleri bu şekilde tanımlar; savunur ve öğretirler.
Özgürlükler felsefesi; insana, hakkını ya da hak bildiğini ‘sabırsızlıkla, inatla ve ısrarla’ isteme hakkını, sadece hak olarak tanımamış, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk olarak da yüklemiştir.
Uluslararası Sözleşmeler Hukukunda Hak ve Meşruiyet:
İnsan, gerçekten hakları ile insandır. Hakları elinden alınmış kölelere eski Roma Hukukunda haklı olarak “konuşan alet” derlerdi. Fizyolojik olarak onlar da insandı, ama hakları olmadığı için eşya hukukuna tabi mal olarak kabul edilirlerdi.
İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin birinci maddesi “Bütün insanlar özgür olarak, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik duygusuyla davranmalıdırlar.”demek suretiyle tabii hak ilkesine vurgu ile başlar.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Birleşmiş Milletler, insan haklarına ilişkin tabii hak ilkesini güçlü bir şekilde korumaya alarak uygulanması yönünde ilk adımı atmış, ardından yapılan sözleşmelerin tümünde beyannamenin korumaya aldığı insani değerlerin, amaç edinildiği taahhüdünde bulunulmuştur.
Birleşmiş Milletler daha sonra geliştirdiği birçok bildirge ve konsey kararlarıyla Evrensel Beyannamenin içini daha da doldurarak, özgürlük çerçevesini genişletmiştir. Bunlardan biri de 1966 yılında imzalanan “Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Milletlerarası Anlaşmadır.” Bu antlaşmayla etnik, dilsel ve dini her halk grubunun kendi dilini, kültürünü inanç sistemini geliştirme ve kendi geleceğini özgürce belirleme hakkı olduğunu kabul etmiş, dünyanın birçok yerinde yeni ulusal devletlerin kurulmasına hem yol açmış, hem desteklemiştir.
Hak –Hukuk ve Meşruiyet İlişkisi:
Tabii hukuk okulları ve onların sosyal sözleşme teorilerine göre hak, mantıken ve kronolojik olarak hukuktan önce gelir. Hukukun görevi hakkı tespit edip önünde diz çökmek, onu korumak ve kullanımını düzenlemektir. Çünkü hak varoluşsaldır ve amaçtır. Hukuk, sadece hakkın yerine gelmesi ve korunması için oluşturulan bir araçtır.
Hukuk dediğimiz kavram da sadece kanunlardan ibaret değildir. Kanun, kanunun amacı, örf-adetler, uluslararası sözleşmelerin içeriği, ulusal ve uluslararası yargı içtihatları, toplumsal ahlaklılık ve daha birçok sosyolojik etken hep birlikte hukuku oluşturur. Hakkı gözetmeyen hukuk, hukuku gözetmeyen kanun, zaten meşru sayılmaz.
Hak varoluşsaldır; nesnel ve evrenseldir. Hakka aykırı, hakkı gözetmeyen ve saygı duymayan kanunlar vicdan dışıdır ve görüldüğü yerde ahlaken reddedilmeli. Yazılı hukuklar görünenin aksine, her zaman meşru ve masum olmayabilirler. Hitler’in yaptığı her şey kanuni, Hitler muhaliflerinin bütün talepleri kanun dışı idi. Ancak muhaliflerin talepleri meşru, Hitler kanunlarının gayri meşru olduğundan bugün hiç kimsenin şüphesi yoktur.
Amerikan Bağımsızlık Hareketinin ve Bildirgesinin (anayasasının) ilham kaynağını oluşturan ve “sözleşmeci görüş” olarak da bilinen Hobbes, Locke, Rousseau, Rawls ve Habermas’ ın meşruiyetle ilgili çok basit ve yalın bir ilkeleri vardır.
Eşitlik ve Rıza. Eşitlik ilkesine ve halkın rızasına dayanmayan hiçbir siyasi yönetim veya hükmetme şekli meşru sayılamaz.
Bu fikir, ilk ifadesini Amerika’nın bağımsızlığında bulmuş; sonraki bütün özgürlük ve bağımsızlık hareketlerine ilham kaynağı olmuştur.
Buna göre meşruiyettin iki ölçüsü vardır: Birincisi tabii hak, yani eşitlik ilkesidir. (A için hak olan B için de haktır. “Bütün insanlar özgür olarak onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” Bildirge m.1). İkincisi, Rıza, yani halkın kendi geleceği hakkında özgür iradesiyle verdiği karar. Üçüncüsü, milletlerarası sözleşmeler hukuku ve uygulama pratiğidir.
Şimdi bu nesnel ve evrensel kriterler penceresinden baktığımızda kim meşru, kim gayrimeşru oluyor, Kürdistan bağımsızlık referandumu mu, yoksa Kürdistan’ı zorla işgal eden ve elinde tutan mütecavizler mi?
Bağımsızlık hiç tereddütsüz Kürdistan halkının meşru hakkıdır. Kürdistan halkı bu hakkını “ihkak-ı hak” yoluyla veya savaşarak da yerine getirebilirdi. Öyle de yapsaydı, meşruiyetine hiçbir halel gelmezdi. Ama Kürdistan halkı self-determinasyon hakkını kullandı. Bundan daha meşru, daha masum ve daha demokratik bir irade beyanı yoktur.
Kürtlerle sömürgeci dört devletin ilişkisi hiçbir zaman hak eşitliğine ve gönüllülük esasına dayanmadı. Dün de bugün de hep baskıya, korkuya ve zora dayandı.
Dolayısıyla haktan, hukuktan ve meşruiyetten hiç söz edemeyecek birileri varsa o da Kürdistan sömürgecileridir. Hele ki büyük Kürdistan davası karşısında.
30 Eylül 2017-Diyarbekir
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.