Çetin Çeko

Çetin Çeko

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Barışın’ bedeli, Rojava Kürtlerinin kazanımları olamaz!

A+A-

Çetin Çeko

Türk Devleti'nin PKK lideri Abdullah Öcalan ile başlattığı yeni diyalog girişiminin temel amacı, Suriye'deki rejim değişikliği senaryoları sonrasında, Rojava Kürtlerinin herhangi bir siyasi statü elde etmesini engellemektir. Oysa Rojava Kürtleri, kendi geleceklerini tayin etme gibi tarihi bir dönüm noktasında bulunmaktadırlar. Önlerinde, geleceklerini özgürce şekillendirebilecekleri eşsiz bir fırsat vardır. Ancak bu tarihi fırsat, Türk devletinin güvenilirlikten uzak, muğlak ve tuzaklarla dolu ‘barış’ söylemlerine ve dar grup çıkarlarına kurban edilemez.

 

Türkiye devleti, kuruluşundan buyana Kürtlere uygulanan ve devam eden baskı ve inkâr politikalarını kısmen kabul etmektedir. Ancak bu yaklaşım, devletin kalıcı ve adil bir çözüm için Kürtlerin bir ulus olarak varlığını tanıması ve bu kimlikten doğan haklarını güvence altına alması yönünde belirgin bir siyasi irade ve somut bir plan ortaya koymamaktadır. Dahası, Kuzey Kürdistan'daki toplumsal dinamikler ve siyasi hareketler de, Türk devletini Kürtlerin ulusal demokratik haklarını tanımaya zorlayacak veya mevcut siyasi sistemi topyekûn etkileyecek bir güce henüz erişmiş değildir.

Türkiye, iç siyasetinde önemli bir yer tutan Kürt meselesini uzun yıllardır ‘kontrollü bir kriz’ stratejisiyle ele almaktadır. Bu bağlamda, Abdullah Öcalan ve PKK ile yürütülen diyalog süreçleri, çoğu zaman sorunun temelinde yatan Kürtlerin ulusal demokratik haklarının tanınmasından ziyade, güvenlik odaklı yaklaşımlarla şekillenmiş ve çatışma dinamiklerini belirli bir düzeyde tutmayı amaçlamıştır.

 

Ankara'nın PKK lideri Abdullah Öcalan'ı ev hapsine alması veya serbest bırakması, Selahattin Demirtaş ve diğer siyasi tutsakların tahliyesi, PKK'nin silah bırakması gibi olası adımlar, kuşkusuz olumlu gelişmeler olarak değerlendirilebilir. Ancak, başlatılan diyalog sürecinin Türk devleti tarafından Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarının tanınmasına doğru ilerleyeceği yönünde henüz somut bir emare bulunmamaktadır. Öcalan ve Halkların Demokratik Partisi (DEM), bu diyalog sürecinin gerçek bir müzakere ve kalıcı bir çözüme evrilebileceği umudunu taşımakta ve devletten diyalog ve barış zeminini güçlendirecek güven artırıcı adımlar atmasını beklemektedir.

 

Türk devleti ise, Abdullah Öcalan ile başlatılan diyalogdan beklentisinin, PKK'nin koşulsuz olarak silah bırakması ve hatta örgütün kendisini feshetmesi olduğunu defalarca ve açık bir şekilde dile getirmiştir. Dahası, Kürt sorunu olarak adlandırılan köklü ve tarihsel sorunun varlığını ısrarla reddederek, sorunu yalnızca bir ‘terör sorunu’ olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım, sorunun derinliğini ve çok boyutluluğunu görmezden gelmektedir.

 

Türkiye, PKK ile birlikte YPG'nin de silah bırakmasını şart koşmaktadır. PKK'nın silah bırakması olası bir senaryodur. Zira PKK'nın Kuzey Kürdistan'daki silahlı varlığı, devletin yürüttüğü operasyonlarla önemli ölçüde zayıflatılmıştır. Daha da önemlisi, PKK'nın Kuzey Kürdistan'da silahlı mücadele yürütme gerekçeleri ortadan kalkmış olmasıdır. Günümüzde DEM Parti, PKK'nın programatik hedeflerini sivil bir zeminde temsil etmektedir. Ancak Suriye'deki durum farklıdır. Yarın ne olacağı öngörülemeyen, Kürtlerin ulusal demokratik haklarının henüz tanınmadığı, siyasi güç ve yetki paylaşımına etkin katılımlarının engellendiği bir ortamda, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) silah bırakması beklenemez.

 

Bu durumu, Dürzilerin Süveyda vilayetindeki tutumuyla daha iyi anlayabiliriz. Dürziler, silahlarını teslim etmeyi ve askeri karargahları ile kurumlarını Heyet Tahrir el-Şam'a bağlı militanlara devretmeyi kesin bir dille reddetmiştir. Dürzi toplumunun ruhani lideri Şeyh Hikmet el-Hicri'nin şu sözleri bu direnci özetlemektedir: "Bağımsız bir devlet kurulmadan ve tüm haklarımızı güvence altına alacak bir anayasa yazılmadan silahların teslim edilmesi kesinlikle kabul edilemez." Bu haklı gerekçe, yalnızca Dürziler için değil, Kürtler ve Suriye'deki diğer tüm etnik ve mezhepsel gruplar için de geçerlidir. Haklarının yasal güvenceye alınmadığı bir ortamda, hiçbir grubun silah bırakması beklenemez.

 

Ankara’nın hedefi: Rojava Kürtlerinin siyasi statü elde etmelerini engellemek.

Türk Devleti'nin PKK lideri Abdullah Öcalan ile başlattığı yeni diyalog girişiminin temel amacı, Suriye'deki rejim değişikliği senaryoları sonrasında, Rojava Kürdistanı’nın herhangi bir siyasi statü elde etmesini engellemektir. Bu bağlamda, ‘yeni’ Suriye'nin siyasi yapısının şekillendirilmesinde Kürtlerin federal, özerk veya ademi merkeziyetçi bir statü kazanmaması, Ankara'nın öncelikli ve temel hedefidir.

 

Ankara, Irak’ın ardından Suriye'de de anayasal güvenceye sahip ve uluslararası alanda tanınmış bir Kürdistan statüsünün, Türkiye'deki Kürt meselesi için emsal teşkil edebileceği ve çözüm yönünde baskı oluşturabileceği kaygısını taşımaktadır. Bu durum, Türkiye'nin bölgedeki askeri ve diplomatik stratejilerini önemli ölçüde etkileyen bir faktördür.

 

Bu nedenle Ankara'nın Rojava Kürdistanı'na yönelik siyasetinde iki temel hedef bulunmaktadır.

 

Birincisi Kürtlerin uluslararası izolasyonu. Ankara'nın öncelikli hedefi, Rojava Kürdistanı'nın uluslararası toplumla kurduğu ilişkileri kesintiye uğratarak, Kürtlerin uluslararası arenadan aldığı siyasi, diplomatik ve askeri desteği sona erdirmektir. Bu stratejiyle Rojava'nın uluslararası alandaki meşruiyetini zayıflatmak, bölgedeki etkisini kısıtlamak ve Şam karşısında güçsüzleştirmek amaçlanmaktadır.

 

7 Ekim 2023'teki Hamas saldırısının ardından Orta Doğu'da yaşanan jeopolitik dönüşümler, İsrail'in Kürtleri ‘doğal müttefik’ olarak ilan etmesi ve Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) Kudüs ile geliştirdiği ilişkiler, Fransa'nın Rojava'da ABD ile eşgüdümlü bir şekilde etkin bir rol üstlenmesi, Türkiye'de ciddi bir rahatsızlık yaratmaktadır. Bu tabloya ek olarak, Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanlarının Şam'da Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) lideri Ahmed eş-Şara ile gerçekleştirdiği görüşmede, ‘yeni’ Suriye'nin siyasi yapısında tüm etnik kimlikleri kapsayan bir hükümetin kurulması ve Kürtlerin temsil talebinin de ele alınması, Ankara'nın konuya yönelik agresif tutumunu daha da perçinlemektedir.

 

Bu gelişmeler, Rojava Kürtlerinin uluslararası arenada giderek artan önemini ve Kürt meselesinin bölgesel ve küresel ölçekte ulaştığı kritik noktayı açıkça ortaya koymaktadır. Ankara'nın duyduğu endişe, Rojava'nın bölgedeki güçlenen konumu ve uluslararası aktörlerin Kürt özerk yönetimine gösterdiği artan ilgiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu durum, Türkiye'nin Kürdistan’da nüfuz alanının daralması ve Kürtlerin bölgesel bir aktör olarak konsolidasyonu ihtimalinden kaynaklanan stratejik kaygılarını yansıtmaktadır.

 

DEM Parti heyetinin Selahattin Demirtaş ile gerçekleştirdiği görüşme sonrasında, heyet üyesi Sırrı Süreyya Önder'in açıklamaları, Ankara'nın stratejisiyle uyumlu bir çizgi izlemektedir. Önder'in "Şu an çözersek iki tarafla çözeceğiz; eğer bu fırsatı kaçırırsak 72 taraf müdahil olacak" sözleri, Kürtlerin hem Kuzey hem de Rojava Kürdistanı'nda uluslararası aktörlerin dışlandığı bir müzakere sürecine işaret etmektedir.

 

Bu yaklaşım, ciddi riskler barındırmaktadır. Uluslararası toplumun desteği olmaksızın Kürtlerin Ankara, Bağdat, Şam ve Tahran karşısında etkili bir pozisyon alması neredeyse imkansızdır. DEM Parti, Abdullah Öcalan ve PKK'nın böyle bir stratejiyi benimsemesi halinde, bu durum yalnızca Ankara ve Şam'ın çıkarlarına hizmet etme potansiyeli taşımaktadır.

 

Çatışma çözümlerinde tarafsız bir üçüncü gözün varlığı, kalıcı bir çözüm ve barışın tesisinde kritik bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, DEM Parti yetkililerinin 2013-2015 yılları arasında gerçekleştirilen müzakere sürecinden önemli dersler çıkardıklarını belirtmeleri olumlu bir adımdır.

 

Ancak, çıkarılan derslerin 'milli ve yerli' bir diyalog ve müzakere üzerine kurulu olması gerektiği düşüncesi, geçmiş dönemden yeterince ders alınmadığının bir göstergesidir. Bu yaklaşım, geçmişte yapılan hataların tekrarlanma riskini beraberinde getirmektedir.

 

Ankara'nın ikinci hedefi ise Kürt-Kürt diyaloğu ve birliğini engellemektir. Rojava'daki Kürt siyasi grupları olan TEVDEM (Demokratik Toplum Hareketi) ve ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) gibi oluşumların siyasi bir birlik kurmasının önüne geçmektir. Bu grupların ortak bir siyasi platformda bir araya gelerek Kürtleri temsilen Şam yönetimiyle müzakerelere başlaması Ankara tarafından istenmemektedir.

 

Geçtiğimiz hafta Kürdistan Bölgesi Başbakanı Mesrur Barzani’nin Ankara ziyaretinde, Türk yetkililerin, ENKS’nin TEVDEM (PYD) ile birlik yapmaması konusunda uyarıldığı olasılık dahilindedir.

 

2012’de PYD ile ENKS arasında imzalanan Erbil Anlaşması’na Türkiye, beklendiği üzere aşırı tepki gösterdi. Ankara, Anlaşma’nın müsebbibi olarak Güney Kürdistanı ve direk Mesud Barzani’yi hedef aldı.

 

Erdoğan: “Kuzey Suriye’de bir terör örgütünün kutuplaşmasına ve bunun ülkemiz için bir tehdit unsuru olmasına müsaade etmemiz söz konusu olamaz… Gerek silahlı kuvvetlerimiz gerek diğer ilgili birimlerimiz çalışmalarını sürdürüyor. Dışişleri Bakanım verdiğim talimatla Kuzey Irak’a gidip kararlılığımızı iletecektir. Ondan sonra sorumluluğun bizden çıktığını bilmelerini istiyoruz” açıklamasını yapmıştı.

 

Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 1 Ağustos 2012’de Erbil'de Mesud Barzani ile üç buçuk saat süren bir görüşme gerçekleştirdi. Davutoğlu, Türkiye’nin PYD ve YPG hakkında bilinen tezlerini tekrarladı. Davutoğlu Ankara’ya döndüğünde şu önemli belirlemede bulundu: “Gelişmeden Barzani sorumlu. Çünkü en başında Suriyeli Kürtlere imzalattığı Erbil Anlaşması’yla özerkliğin temeli atıldı.” açıklamasında bulundu.

 

Güney Kürdistanlı aktörler, özellikle Mesud Barzani, 2012 ve 2014’de olduğu gibi Suriye’de Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) arasında birliği sağlamak için yoğun çaba sarf etmektedirler. Bu birlik sağlama çabası, birkaç nedenden dolayı büyük bir öneme sahiptir.

 

Birincisi, Kürdistanlı gruplar arasındaki birlik, Türkiye’nin bölgedeki Kürt siyasi aktörlerini bölme ve zayıflatma girişimlerine karşı koymak için stratejik bir gereklilik haline gelmiştir. Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlerin kontrolündeki bölgelere yönelik geçmişte gerçekleştirdiği askeri operasyonlar göz önüne alındığında, bu birliktelik özellikle önem arz etmektedir.

 

İkinci olarak, ABD ve Fransa gibi uluslararası aktörler, Rojava’daki Kürt birliğini bölgede istikrar sağlayan bir faktör olarak değerlendirmekte ve Türkiye’nin olası saldırı ve işgal planlarını boşa çıkaracak bir etken olarak görmektedirler. Bu bağlamda, uluslararası destek de bu birlik çabalarının başarısı için kritik bir rol oynamaktadır.

 

Son olarak, Rojava Kürtlerinin Esad sonrası Suriye müzakerelerindeki konumunu güçlendirecek ve potansiyel olarak daha kalıcı ve tanınmış bir statü elde etmelerine yardımcı olacaktır. Bu durum, Rojava’nın siyasi geleceği açısından kritik bir adım olarak değerlendirilmektedir.

 

Kürt birliğinin sağlanamamasının nedenlerini yalnızca dış müdahalelere bağlamak, sorunun özünü ıskalamak ve sorumluluktan kaçmak anlamına gelir. Kürt ulusal birliğinin önündeki gerçek engelleri aşmak için, Kürdistanlı siyasi hareketlerinin ve aktörlerinin özeleştiri mekanizmalarını etkin bir şekilde çalıştırması ve sorumlulukları adil bir şekilde paylaşması hayati önem taşımaktadır.

 

Rojava'da Kürt birliğinin tesis edilememesinin temelinde iki belirgin faktör yatmaktadır: Birincisi, YPG/PYD'nin ENKS'ye yönelik baskıcı ve antidemokratik uygulamalarıdır. Bu uygulamalar, siyasi rekabetin ötesine geçerek, muhalif seslerin susturulmasına ve siyasi katılımın engellenmesine yol açmıştır. İkincisi ise, ENKS'nin Kürt halkının ulusal demokratik haklarını gözetmeyen ve Türkiye tarafından desteklenen Suriye Ulusal Konseyi (SUK) bünyesinde yer almasıdır.

 

Türkiye, ENKS'nin SUK içindeki konumunu, Suriye politikası çerçevesinde uluslararası kamuoyuna yönelik imajını düzeltmek ve Kürt karşıtı olmadığı yönündeki tezini güçlendirmek için bir araç olarak kullanmıştır. ENKS, bu bağlamda, Türkiye'nin Kürt meselesine ‘daha ılımlı’ bir yaklaşım sergilediği izlenimini yaratmak amacıyla bir ‘vitrin’ olarak işlev görmüştür. Bu durum, ENKS'nin hareket alanını kısıtlamış ve Kürt birliği çabalarına olan katkısını olumsuz etkilemiştir.

 

Afrin'de Kürtlere yönelik artan baskılar sonucunda ENKS, geçtiğimiz aylarda SUK'taki üyeliğini askıya almıştır. Bu gelişme, ENKS'nin tutumunda bir değişiklik olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

 

PYD'nin ENKS'ye karşı sergilediği tutumda PKK'nin ideolojik ve örgütsel etkisini göz ardı etmek mümkün değildir. Benzer şekilde, ENKS'nin Türkiye destekli SUK'a katılımında da KDP'nin bölgesel siyasi hesapları ve etkisinin belirleyici bir rolü olmuştur. Bu durum, Kürt siyasi hareketleri arasındaki rekabetin, İran ve Türkiye ile olan ilişkilerin, Kürt birliği önündeki önemli bir engel olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Rojava Kürtleri, kendi geleceklerini tayin etme gibi tarihi bir dönüm noktasında bulunmaktadırlar. Önlerinde, geleceklerini özgürce şekillendirebilecekleri eşsiz bir fırsat vardır. Ancak bu tarihi fırsat, Türk devletinin güvenilirlikten uzak, muğlak ve tuzaklarla dolu ‘barış’ söylemlerine ve dar grup çıkarlarına kurban edilemez.


X:@cetin_ceko

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûpela Nû'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir)  

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.