Bir koltukta iki dünya
Bir koltukta iki karpuz taşıyan kimi Müslümanların, iki dünyadan da vazgeçmeyip hem de vicdanlara ters köşe yaptıran dünyeviliği bize ahiret probleminden daha büyük bir dünya probleminin var olduğunu gösteriyor.
Bu tarz 'doğa' merkezli dünya tasavvuru inşası yerine başka modern Müslümanlar 'hakimiyet' merkezli bir dünya tasavvuruna niyet ettiler. Tanrı adına daha önce tasavvufçu geleneğin terke maruz bıraktığı dünyayı istimlak ile sosyal olarak geri getirmek istediler. Tanrı adına dünyayı 'politik' olarak kolonize etmek için dünyaya ve iktidara bir hışımla yönelen (ve arkalarına yukarıdaki alternatif yolların takipçilerini de alan) bu Müslümanların ise iki anlamıyla dünya ellerinde kaldı.
Mücahit Bilici*
Eskiden Tanrı ile alem iç içe olduğundan, şer için hususi bir mahal yoktu. Tanrı’nın tek ve aşkın (müteal) hale gelmesi ile birlikte, alemde Tanrı’nın kudreten olmasa da beka noktasında bir dışı (masiva) ortaya çıktı. Kalıcı olmayan bu Tanrı-dışı varlık alanı Tanrı’nın kontrolündeydi ancak insanoğlunun ürettiği kir ve atık maddenin boşaltıldığı bir mahale dönüşmesi söz konusuydu. Kötü(lük)ler çöpe gidecekti.
Eğer Tanrı ve iyilik beka ile ifade buluyorsa, o zaman fani olan her şey fena olmalıydı. Dünyanın faniliği dünyanın fenalığına sayıldı. Dünyanın zamanla insan ile Tanrısı arasına giren bir engel, bir aldatıcı nesne olduğu fikri dünyanın bir tür “imha”sı için tekniklerin geliştirilmesini tetikledi. Dünya nasıl aşılmalıydı?
Dünya engelini aşma yahut istenmeyen bu nesneyi eritme için gerekli prosedür tasavvufun koçluğunda imdada yetişti. Sufiler, Tanrı’yla ilişkilerini aşk üzerine bina ettikleri için biraz da sabırsızlanıp “ölmeden önce ölmek” (bir tür intihar) ile, yani dünyayı terk ile aşmayı denediler. Çoğunun etik prensiplerinin “terk” kavramı etrafında dönmesi bir tesadüf değildi. Bir dünya diyeti ve egzersizi olarak zühd, hem bir arınma hem de bir terk etmeydi. Dünyadan sakınma, Tanrı’ya yaklaşmanın yolu haline geldi.
Tanrı’yı belirginleştirmek (vücud ve tecelli) için dünyayı seyreltme ve sıfırlama temayülü felsefi olarak nihai sınırlarına varıp, İbn Arabi ile Vahdet-i vücud doktrini olarak billurlaşınca bu sefer başka bir sorun ortaya çıktı: Vahdet-i vücud ile Panteizm ve benzeri yaklaşımlar arasında gözle görünür bir farkın kalmaması. “Var olan tek şey Tanrı” düşüncesi ile “var olan her şey Tanrı” anlayışı arasındaki örtüşme bir rahatsızlık sebebi oldu. Dünyayı Tanrı’dan ayırmak ama kendi için ayakta duramayacak kadar mecalsiz bırakmak için yeni formüller bulunmalıydı. Yani dünya ona değer vermeye değmeyecek kadar var, ama Tanrı’dan başka bir şey bırakmayacak kadar da yok olmalıydı. O’ndan başka mevcudun olmadığı Tanrı’nın üstünde dünya onu tüm çıplaklığı ile gösteren transparan bir elbise (yahut ‘tenteneli bir perde’) olarak tasavvur edilmişti. Vahdet-i vücud ile birlikte insan ile Tanrı arasında duran dünya o kadar inceldi ki bu fani şey fena halde eriyip yok oluyordu.
Çevreye olan bu duyarsızlığın, dünyada yaşanan bu kemik erimesinin teolojik bir faturası olmalıydı. Bu yaklaşım Tanrı’nın varlığı yaratmada bir zayiata, yani israfa izin vermeyecek bir hikmetle yarattığı varsayımına açıktan zarar veriyor ve onunla çelişiyordu. Dünya o kadar boşsa, o zaman boşuna mı yaratılmış oluyordu? Bu riske karşı ‘dünyayı kurtarma’ çabaları kaçınılmaz hale geldi. Dünya tutunacak bir şey bulmalıydı.
Dünyayı fena diye idama (ademe) mahkum eden ‘vahdet-i vücud’un radikalizmini seyreltmek, dünyaya ‘var’lık kabuğu bağlatmak ve asgari bir işe koşmak için gerekli hamle İmam Rabbani’den geldi. Dünya işsiz ve yok olmamalıydı. Dünyaya manevi bir anlam, fonksiyon yüklenecekti. Böylece dünya içinde bulunmaya, içinden geçilmeye değer hale gelebilecekti. Vahdet-üş-Şuhud düşüncesi böylesi bir teşebbüs idi. Bu çizgiyi benimseyenler dünyayı Tanrı’nın tecellisine engel bir perde olarak değil, o tecellinin bir yansıtıcı aynası olarak tanı’mladılar ve görev’lendirdiler. ‘Varlığın tekliği’ yerine ‘Şahit olunanın tekliği’ fikrini getirdiler. Yani dünya vardı ama şahit olunanın tekliğinin arkasında mahpus haldeydi. Böylece dünyanın ayna gibi iki yüzü oluştu: Fenaya bakan fani/karanlık yüzü ile Tanrı’ya bakan parlak yüzü. Dünyanın çevrimiçi statüsü şöyle değişti: Eriyen bir şeffaf’lık yerine yüzey’sel bir var’lık.
Modern çağda ise Müslümanlar iki dünya arasındaki dengesizliği bu dünya lehine düzeltmek istediler. Kantarın topuzu kaçmıştı. Kantardan siyasi topuz yaptılar. Dünyasız yapamayacaklarını anlayan reformcu Müslümanlar öteki dünyaya yönelten kaderci Tanrı sevgisi yerine bu dünyaya saldıran iradeci bir rekabet ve mücadele ruhunu ateşlediler. Modern çağın Müslümanlarının iki dünya arasında yeni bir denge kurma arayışları bu dünyaya ayar verme çabası suretinde tecelli etti.
Mesela, tasavvufun modern çağda yetersiz kalacağını düşünen Said Nursi dünyaya iki değil üç fonksiyon yüklemeyi seçti. Çünkü rasyonellik ve materyal gerçeklik çağında bu iki yüz dünyayı taşımaya yetmeyecekti. Doğayı (kainatı) tekrar varlığa sokmak için yüzeyden daha derin bir anlam enjekte etmek gerekiyordu. Tanrı’yı temsilen vücudun tekliği yerine Tanrı’ya işareten esmanın çokluğunu ikame etti. İki boyuta düşmüş dünyaya üçüncü boyut katmak istedi. Tahkik adı altında öğrencilerine okur-yazarlık şartı ve bilme, varlıkla büyülenme ödevi çıkarttı. Ama bu hamlede toplumsallık yoktu. Kainat evinde oturan bu insanlar, sokaklarına çıkabilecekleri bir topluma sahip değillerdi.
Tanrı’nın tekliğinden, kainatın varlığına Esma-i Hüsna’nın çokluğu ile (son tahlilde yine de araçsal) bir yer açtı. Ona göre dünyanın üç yüzü vardı. Biri geçici ve maddi olan seküler yüzü. Bu yüz ihtiyaçsal ve gayrisembolik bir yüzdür. Yani diğer varlıklarla paylaştığımız organik boyutumuzla ilgilidir. İkincisi ahiret kazancı için sermaye ve yatırım yeridir. Dünyanın ahirete bakan bu yüzü, dünyada (ibadet formunda olması beklenilen) faaliyet ve çalışmanın meşruluk bulduğu bir yüzdür. Alışverişsel olan bu yüzde ticari mantık hakimdir. Mesaiye dayalı vardiya sistemine bağlı olduğu için bu yüz de geçicidir. Dünyanın üçüncü yüzü ise Esma-i İlahî’ye bakan yüzüdür. Yani Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği yüzdür. Bu yüz semboliktir ve baki olan taraftır. Sonsuzluk bu yüzde kazanılır. Bir tür okuma olarak düşünülmüştür. Esma hem bekayı hem de kemali birden ifade eden (Platonik idea’lardır). İnsan dünyada esmayı (isimleri) görerek sembolikliğin içine giriyor ve bu suretle bu dünyadan veya dünyanın faniliğinden bekaya geçmiş oluyor.
Bu tarz ‘doğa’ merkezli dünya tasavvuru inşası yerine başka modern Müslümanlar ‘hakimiyet’ merkezli bir dünya tasavvuruna niyet ettiler. Tanrı adına daha önce tasavvufçu geleneğin terke maruz bıraktığı dünyayı istimlak ile sosyal olarak geri getirmek istediler. Tanrı adına dünyayı ‘politik’ olarak kolonize etmek için dünyaya ve iktidara bir hışımla yönelen (ve arkalarına yukarıdaki alternatif yolların takipçilerini de alan) bu Müslümanların ise iki anlamıyla dünya ellerinde kaldı.
Öteki dünya özleminin bu dünyayı çürütmesi karşısında İslam’da yaşanan dünya krizinin günümüzde başka şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz. Bir koltukta iki karpuz taşıyan kimi Müslümanların, iki dünyadan da vazgeçmeyip hem de vicdanlara ters köşe yaptıran dünyeviliği bize ahiret probleminden daha büyük bir dünya probleminin var olduğunu gösteriyor. Günümüz Müslümanlarının buna bulduğu geçici çözüm ise kurallar dikkate alınırsa iki dünyayı da kaybettirecek bir şey gibi görünüyor. Çünkü tabiri zor bir riya.
*Gazete Duvar
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.