Cemal Özçelik: Göbekli Tepe tapınakları öteki dünyaya yolculuğun başladığı bir giriş kapısıdır
Basnews’ten Serpil Güneş Kürt arkeolog ve yazar Cemal Özçelik ile Göbekli Tepe’yi ve kitabı üzerine konuştu
Kürt arkeolog Cemal Özçelik’in “Göbekli Tepe: Öteki Dünyaya Açılan Kapının Şifreleri’’ isimli kitabının ilk cildi yayımlandı. İkinci cildi ise Eylül ayında basıma hazır olacak.
Göbekli Tepe, Dünya tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen bir keşif. Göbekli Tepe, Kuzey Kürdistan’ın Urfa ilinin 22 km kuzeydoğusunda, Örencik Köyü yakınlarında yer alan dünyanın bilinen en eski kült yapılar topluluğu. Yüz yılın en heyecan verici arkeolojik buluntusu olan Göbekli Tepe 12 bin yıllık yaşı ve Taş Çağı için gerçekten de çok büyük olan boyutları ile benzersiz. Toprak altında radarla tespit edilenler dahil 20 kadar tapınak bulunuyor.
Bu yapıların ortak özelliği, T biçimindeki 10-12 dikilitaşın yuvarlak planda dizilmiş, aralarının ise taş duvarla örülmüş olma özelliği. Stellerde yer alan hayvan motiflerinde boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, yaban ördekleri ve akbaba en sık görülen motifler. Arkeologlar Göbekli Tepe’yi bşr yerleşim yeri değil, kült merkezi olarak tanımlıyor.
Alman arkeolog Prof. Klaus Schmidt’in Urfa Müzesi’nde tesadüfen gördüğü Göbekli Tepe stelleri sonrası başlattığı kazılar ile gün yüzüne çıkarılan yapılar tarihin seyrini değiştirecek nitelikte.
Konu hakkında bir araştırma yapan ve bunu kitaplaştıran Kürt arkeolog Cemal Özçelik ile Göbekli Tepe konusunda varmış olduğu sonuçları konuştuk. Cemal Özçelik diğer araştırmacı-arkeologların dışında bölgede yaptığı araştırmalarda farklı sonuçlara ulaşmış. Cemal Özçelik'e göre Göbekli Tepe tapınakları öteki dünyaya yolculuğun başlandığı bir giriş kapısı özelliğini taşıyor.
- ‘’Göbekli Tepe: Öteki Dünyaya Açılan Kapının Şifreleri’’ isimli bir kaç ciltlik bir kitap çalışmanız oldu. Bildiğimiz kadarıyla bu çalışmalar halen de devam etmektedir. Kitabınızın ismi çok dikkat çekici; ‘’Öteki Dünya’’ derken neyi kast ediyorsunuz? Neden böyle bir isim seçtiniz?
Kitabın şimdiye kadar birinci cildi yayınlanabildi, ikincisi de eğer bir gecikme olmazsa Eylül’de yayınlanacak. Kitabın cilt sayısı değişken ve dinamik bir özellik arz etmektedir. Başlangıçta tek ciltlik bir kitap olarak düşünmüştüm. Kafamda kendimce Göbekli Tepe ile ilgili özel düşüncelerim vardı ve bunları bir kitapçık haline getirmek istemiştim. Ama araştırmalar yaptıkça, kendimi tam anlamıyla bir okyanusun içinde buldum. Bitmek tükenmek bilmeyen sularda yüzmek zorunda kalacağımı bilseydim, belki de bu çalışmaya başlamaya cesaret edemezdim. Derken, kitap beş cilde kadar çıktı. Şimdi üçüncüsünü bitirmeye çalışıyorum. Dördüncü cilt önemli bir oranda, beşinci cilt ise yarı yarıya tamamlanmış bir vaziyettedir. Umarım onlar da aşırı büyümekten ötürü bölünmek zorunda kalmazlar.
Kitabın ismine gelince, öncelikle bir noktaya izninizle açıklık getirmek istiyorum. ‘’Göbekli Tepe’’ buranın bilinen yöresel ismi değildir. Daha çok arkeologların buldukları bir isimdir. Gerçi görünüm olarak, isimle örtüşmektedir, ancak yöre insanının kullandığı bir isim değildir. Ne var ki, bu isim dünya arkeoloji literatürüne girdiği için, bizler de bu ismi kullanıyoruz. Aynı sorun başka bir çok arkeolojik mekan için de geçerlidir. Örneğin, Halaf Kültürü diye bir kültürden bahsedilmektedir, aslında bu isimde bir kültür yoktur. Vakti zamanında bugün “Rojava’’ olarak tanımladığımız ülkemizin bu parçasında araştırma yapan arkeologlar, Tell Halaf’ta o zamana kadar bilinmeyen yeni bir kültürün izine rastladılar ve buradan hareketle de ona “Halaf Kültürü’’ adını verdiler. Bu, aslında Arapça bir isimdir ve bizim otantik Kürt kültür ve kimliğimizle ilgili değildir. Bir yandan kendı öz kültürümüzü yaşatmaya çalışırken, bir yandan da literatüre geçmiş isimler gerçekliğiyle yüz yüze gelmekteyiz. Bu konuda yakınmada bulunan tüm arkadaşları yürekten anlıyor ve hak veriyorum kendilerine. Bu sorunu çözmek için, konuya ilişkin haber ve kısa yazılarımda Göbekli Tepe’nin yanında, “Xerabreşk’’ veya “Gire Mirazan’’ isimlerini de kullanmaktayım. Ayrıca kitapta da yer yer benzer bir yönelim var. Burada önemli olan şey, ülkemiz Kürdistan’ın ve kültürünün önemli bir sanatsal-tarihsel mirası olan bu değerlerin çarptırılmasına karşı çıkmak ve bunları özüne uygun bir biçimde yorumlayıp, doğru değerlendirmelerde bulunmaktır.
Kitabın alt başlığı olan “Öteki Dünyaya Açılan Kapının Şifreleri’’ne gelince, bu aslında ilk cildin özeti gibidir. Tapınaklar ve bir bütün olarak dinsel inanışlar öteki dünya inancıyla bağlantılı ortaya çıkmışlardır. İnsanların bir yandan sonsuz bir yaşama duydukları istek, öte yandan da kaybettikleri ve yürekten sevdikleri insanlara bir gün tekrar kavuşabilme özlemi, öteki dünya inanışının temellerini oluşturmuşlardır. Yani insanlar bu inanışa göre, her ne kadar bu dünyada ölüp ayrılsalar da, öteki dünyada tekrar kavuşabileceklerdir. Dahası, kıyamet gününden sonra, ölü ruhlar yargılanır ve cezalandırılır veya ödüllendirilerler; ceza ve arınmalardan sonra da yeniden dirilme imkanını bulabileceklerdir. Kanaatimce, Göbekli Tepe’nin oluşumunda da bir çok etkenin yanında, bu inanç ve özlemler de önemli roller oynamışlardır. Bu türden tapınaklar da ölü ruhlarının öteki dünyaya geçiş sağladıkları mekanlardır aynı zamanda. Aynı şekilde bu mekanlar aracılığıyla yaşayanlarla bağlantı kurmanın da mümkün olacağına inanılmıştır. Bu yüzden Göbekli Tepe tapınakları da öteki dünyaya yolculuğun başlandığı bir giriş kapısı özelliğini taşımaktadırlar bana göre.
-Bu kitabı yazma serüveniniz nasıl başladı? Kitabınız kaç yıllık bir çalışmanın ürünü?
Kitap yazımına 2015 yılının yılbaşı gecesinde başladım. Arkadaşlar beni davet ettikleri halde, içimde bir sıkıntı ve huzursuzluk vardı, bir yerlere gitme isteğini kendimde bulamadım. Bunlar sanırım bir çeşit düşünsel doğum sancılarıydı. O gece oturdum sabahlara kadar yazdım da yazdım. Böylece başlama engelini de yenmiş oldum. Kitabı yazma fikri aslında 2010 yılında kafamda doğmuştu. O zamanlar biraz ön hazırlık ve kaynak araştırmasına başladım. Derken, İsviçre’de Türkçe ve kısmen Almanca yayınlanan Arkadaş isimli gazeteden aylık yazı yayınlamam için bir teklif aldım. Bunun, araştırmalarım için de bir zemin olacağını düşünerek, Nisan 2011 yılından itibaren arkeoloji ve mitolojilerle ilgili yazılar yazmaya başladım. Bu serüven 2014 yılının sonuna kadar sürdü. Göbekli Tepe ile ilgili ilk olarak 2011 yılında üç veya dört makale yazmıştım. Diğer yazılarım çoğunlukla değişik dünya halklarının mitolojileriyle ilgiliydi. Sanırım eğer dünya mitolojilerini bu kadar yakından inceleme fırsatım olmasaydı, Göbekli Tepe’yi çok yönlü kavrama imkanım olmazdı. Ancak, yine de yazı dizisinin esas yapmak istediğim araştırmalarıma zaman ayırma açısından biraz engel olmaya başladığını da görmeye başladım. Bu yazıların sonlandırılması, tüm gücümle Göbekli Tepe konusuna yoğunlaşmamı sağladı. Yaklaşık beş buçuk yıldır insan üstü çabalarla araştırmalarıma devam ediyorum. 2015 yılının yaz aylarında bizzat tepeye gitme, oranın kadim havasını soluma fırsatını da buldum. Halen de yaşamımın odak noktasında bu çalışma vardır. Üstelik gün boyu tercümanlık işlerinde değişik kurumlar için çalıştığım halde, bunu yapmaya çalışıyorum. Arta kalan zamanlarda, trenlerde, tramvaylarda, kantinlerde okudum kaynakları eserleri ve kitabın notlarını da oralarda tuttum. Evde de gece yarılarına kadar, hafta sonuysa sabahlara kadar araştırıp, yazmaya devam ediyorum.
-Birinci ve ikinci kitaplarınızın içeriklerini bize kısaca özetler misiniz?
Kitabın ilk cildinde öncelikle kimi genel değerlendirmelerde bulunup, değişik dinlerde öteki dünya inancı bağlamında mevcut olan Göbekli Tepe ile ortak noktaları tespit etmeye çalıştım. En çok da kimi halkların mitolojik ve dinsel anlatımlarında Göbekli Tepe sembollerini hatırlatan izleri yakalamaya çalıştım. Başka bir konuysa tarihin son dönemecinde ortaya çıkacağı düşünülen kurtarıcı figürlerdir. Bunları yoğun bir biçimde ele aldım. Bildiğiniz gibi, her dönemde insanlığın, Mesih veya Mehdi gibi bir kahramanın ortaya çıkıp, kendisini zorluklardan, kötülüklerden, tutsaklıktan kurtaracağına dair beklentisi olmuştur. Tabi bunu Göbekli Tepe’deki kimi figürlerle karşılaştırarak, yapmaya çalıştım. Yine Tufan Efsaneleri de bu kurtarıcı figürler çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Özellikle Sümerlere ait Gılgameş Efsanesi’nde yer alan kimi kavramlardan yola çıkarak, cennetin yerini tespit etmeye çalıştım. Ki burası aynı zamanda tufandan kurtulanları içinde taşıyan geminin konduğu mekandır da. Gılgameş’in, ölümsüzlüğün reçetesini bulmak için cennette bulunan tufan kahramanı Atrahasis’i bulmak için Maşu veya Maşi Dağlarına gittiği yazılmaktadır. Sümerler’in Uruk-Eridu şehirlerine, yani Güney Mezopotamya’ya yerleşmeden önce, Kuzey’de yaşadıkları bilinmektedir. Gilgameş’in de günümüzde de Kargamış olarak bilinen yörelerde yaşadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bugün Gaziantep’in öte yakasında yer alan Cerablus’un diğer Arapça isminin de Kilkameş olduğu bilinmektedir. Arap alfabesinde G harfi olmadığından, Gilgameş, yerini Kilgameş’e bırakmış. Efsaneye göre Gılgameş, bulunduğu yerden Doğu yönünde-Güneşin yolunda- 12 günlük yürüyüşten sonra Maşu/Maşi Dağları’na varmaktadır. Eğer Gilgameş’in çıkış noktası Kargamış/Kilkameş yöreleriyse, tam da efsanede anlatıldığı gibi Doğu yönünde yol alınması durumunda, Mazi Dağları’na ulaşırız. Araştırmacılar, Sümerlerin eskiden Kuzey’de yerleşik olduklarını dikkate almadan, başlangıç noktası olarak Uruk şehrini esas alarak Doğuya dönük yolculuğun erişim noktasını tespit etmeye çalıştılar ki, bu da onları yanılttı. Çünkü efsaneler, yaşanan güncel devirleri değil, çok daha eski devirleri ve olayları barındırırlar.
Ben de bu anlatımların analizleri sonucunda geminin konduğu yerin günümüzün Derik bölgesindeki Mazi Dağları olabileceği yönünde bir hipotez ortaya attım. Tabi tufan olayı başlı başına ayrı bir konudur. Her yerin kendine has ayrı bir tufan hikayesi vardır. Ve bu yöndeki çalışmalarım, araştırmalarım devam etmektedir.
İkinci ve üçüncü ciltlerde semboller ayrıntılı bir biçimde incelenmektedirler. İkinci ciltteki sembollerde H formatlı piktogramı ve onun dünyanın değişik yerlerindeki benzer şekillerini analiz etmeye çalışmaktayım. Yine Göksel Takımyıldızlarıyla paralelliklere daha ayrıntılı değinmeye çalışıyorum. Diğer konu ise öteki dünya inanışı, oraya yolculuk ve o yolculukta karşılaşılan zorluklardır. Diğeri ise öteki dünyadaki yargılanma sistemidir. Tüm bunları yaparken, genel bilgi çerçevesiyle yetinmeden, her seferinde Göbekli Tepe ile bağlantılara değinen konuları ele almaya çalışmaktayım. Akabinde gelen ciltlerin konularınaysa, sanırım şu an ayrıntılı değinmeye gerek yok. İleride zamanı geldiğinde okuyucularla bunları da paylaşırım elbette.
-Birçok tarihçi “Tarih Sümerlerden Başlar’’ belirlemesinde bulunuyor. Ancak ‘bilinen en eski yapı’ olarak Göbekli Tepe bizi tarihin M.Ö. on bin gerisine götürdü. Bu tarihi açıdan ne anlama geliyor?
İnsanlık tarihi ve kültürü her zaman bilinenden daha eskilere gitmektedir. Tam da şurada başladı derken, bakıyorsun, yeni bir buluntuyla her şey değişebiliyor. Bu yüzden en doğru tutum, hiç bir yeri tek ve asıl kaynak olarak görmemek ve göstermemektir. Tabi burada “Tarih’’ kavramını da ele almakta yarar vardır. Bilimcilerin bahsettikleri iki çeşit tarih vardır ve bunlar sıklıkla bir birlerine karıştırılmaktadırlar. Biri yazılı tarih, ötekisi ise, insanlık tarihidir. Tarih “Sümer’de başlar” diyenler, yazının ilk olarak orada ortaya çıktığını ve yazılı tarihi kaynakların devrinin o şekilde başladığını kast etmektedirler. Yoksa insanlık tarihinin yüz binlerce, hatta daha eski, soyu tükenmiş insanlar temel alındığında, milyonlarca yıllık bir geçmişe sahip olduğu bilinmektedir. (Anti parantez belirtelim ki, dinlerin insanlık tarihine bakış açıları farklıdır. Amacımız burada bilim ile dini karşı karşıya getirmek değildir. Her kesin görüşü ve inancı kendisine aittir ve bu da anlaşılır bir şeydir). Ne var ki, söz konusu olan yazılı tarih olduğunda da yine dikkatli olmakta yarar vardır ve bu konuya ilişkin olarak da hiç bir yeri başlangıç olarak göstermemek gerek, çünkü tarihler, başlangıçlar her an yeni bir bulguyla değişebilir.
-Göbekli Tepe yapıları hangi amaçlarla yapılmış olabilirler?
Göbekli Tepe büyük bir yapı kompleksidir. Her yapı da belli bir amaca uygun inşa edilir. Yapı tarzına bakıldığında, buraların daha ziyade birer dinsel amaçlı kült merkezleri oldukları ortaya çıkmaktadır. Ancak Göbekli Tepe de bir anda inşa edilmemiştir; onun da kendi içinde gelişen, dönüşen karmaşık bir tarihi vardır. Bu yapılar bir kaç bin yıl içinde peyderpey inşa edişmiş ve her eklentiyle biraz daha büyüyüp, karmaşıklaşmıştır. Her seferinde de inşanın amaçları ihtiyaçlara göre yeniden şekillenmiştir diye düşünüyorum.
Ancak, ilk başta ne amaçla böylesi bir tepede bu yapının kurulduğunu henüz tam olarak bilecek durumda değiliz. Yazılı, açıklayıcı bilgiler olmadığından, belki de hiç bir zaman buranın gerçek tarihini öğrenemeyeceğiz. Bununla beraber, inanç ve sembollerin tüm değişimlerine rağmen taşımış oldukları süreklilik ve kalıcılık gibi özellikleri, bizim diğer halkların tarih, kültür ve sanatlarından yola çıkarak, kimi ipuçları elde etmemiz mümkün olabilmektedir. Buradan hareketle diyebilirim ki, bu türden yapılar çoğunlukla birer “Ata Kültü’’ olarak ortaya çıkarlar. Toplum için çok önemli olan bir bireyin ölmesi, onlarda derin izler, sarsıntılar yaratır. Bu türden kişiler ölüm sonrasında adeta tanrısal bir özellikle anılmaya başlanır ve yüceltilirler. Şimdiye kadar Göbekli Tepe’de bu özellikler taşıyan bir ata mezarına rastlanmış değildir. Belki de bulunmayı bekliyordur. Ancak unutmamak gerekir ki, bu ata kültleri her zaman mezar aracılığıyla yaşatılmazlar. Mezar yerine, kült objeleriyle de bu boşluk doldurulmaya çalışılır. Örneğin T başlıklı sütunların da değişik işlevlerinin yanında din görevlisi de olan bir çeşit ataları temsil etme özellikleri olabilirler. Ayrıca duvarlara monte edilen insana ait taştan yapılma başlar da ata kültlerini sembolize edebilmektedirler.
-Göbekli Tepe’nin yapım süreci tarihte hangi döneme tekabül ediyor?
Göbekli Tepe’nin tekabül ettiği dönem, Epipaleolitik dediğimiz dönemdir. Bu bir geçiş aşamasıdır. Üst Paleolitik ile Neolitik devirlerin arasında yer alan bir ara halkadır. Üst Paleolitiğin yok olmaya başlandığı, Neolitiğinse başladığı, ama henüz tam olarak egemen olamadığı bir devirdir bu. Yani avcılığın yanında, kısmi hayvan yetiştiriciliği ile doğada hazır bulunan tahılların toplanıp, öğütülerek tüketildiği bir devirdir. Tarım için yeni seçeneklerin başlangıç sürecidir yani.
-Tarım toplumunun başlangıcı olarak formüle ediyorsunuz kitabınızda. Peki bu yapı etrafında oluşturulan yaşam kimin öncülüğünde örgütleniyor?
Bunu da gerek Göbekli Tepe’deki T başlıklı sütunlardan, gerekse de değişik halkların toplumsal tarihlerinden edindiğimiz ipuçlarıyla açıklamaya çalışıyoruz. Buna göre Göbekli Tepe insanlarının örgütlü bir toplumsal yapıya sahip olduklarını söylememiz mümkündür. Toplumu yönetenler, muhtemelen aynı zamanda din görevlisi de olan bir çeşit yaşlılar heyetidir. Dinsel etki gücü olmasa, bu yönetici topluluğun geniş insan yığınlarını aynı amaçlar doğrultusunda harekete geçirmeleri mümkün olmazdı. Bu yönetici kesimler diğer halkların tarihlerinden de bildiğimiz gibi, aynı zamanda toplumun hafızası işlevini de görürler. Topluma, onun geçmişine, inançlarına, mitolojik efsanelerine ait bilgileri hafızalarında koruyup, nesilden nesile aktarma görevini de üstlenmişlerdir. Bu yönüyle onlar toplumun saygın, sözü geçen bireyleridirler. Organize toplumsal yapı, aynı zamanda toplumun kendi yapısı içinde alt gruplara ayrıştığına da işaret etmektedir. Çalışıp üretenler veya avcılıkla uğraşanlarla, bu işleri organize edip yönetenler arasında bir iş bölümü ortaya çıkmıştır. Yönetici zümre henüz egemen bir sınıf konumuna yükselmemiş olsa da, ayrıcalıklı bir kategoridir. Bir de topluma ait ürünleri ellerinde toplayan ve dağıtımını sağlayan bir merkezdir bu tapınaklar. Tapınağın yönetimi kimin elindeyse, güç de onun elinde birikir. Sonraki bin yıllarda Sümerlerde ortaya çıkan Tapınak veya Rahip devletlerinin temelleri atılmıştır adeta Göbekli Tepe’de.
-Bu kadar devasa büyüklük ve ağırlıktaki taşları dikmeyi o zamanki teknik imkânsızlıklara rağmen, insanlar nasıl başarmış olabilirler?
İşte burada toplumsal organizasyonun gücü kendisini gösteriyor. İnsanlar, bir araya gelmedikleri vakit, doğa karşısında çaresiz kalacaklarının ayırdındadırlar. Ve bu çaresizlik duygusundan ötürüdür ki, toplumun bireyleri dinsel inanışlarına, mitolojik kahramanlarına ve onların hafızalarının taşıyıcısı olan ‘’yaşlılar heyetine’’, yani dinsel-yönetici kastına dört elle sarılırlar. Bireyin toplumsal yapıya aşırı bağımlılığının arka planında değişik sebepler vardır tabii ki. En önemlilerinden biri iklim değişikliği ve bunun sonucunda da geçim için gerekli tüketim maddelerinin azalmasıdır. Eskiden, her birey veya küçük aile avcılık sayesinde görece bağımsız bir yaşam sürdürebiliyorken, sonradan öyle bir dönem geldi ki, ancak kolektif bir çalışmayla ayakta kalınabilirdi.
Toplumsal organizasyonun haricinde, insanların o zamanlar da önemli teknik bilgilere sahip olduklarını anlamaktayız. Günümüzde bildiğimiz teknik verilerin haricinde, onların kendi imkan, bilgi ve tecribelerine göre yarattıkları bir tekniktir bu. Örneğin, direklerden kaldıraçlar oluşturup, bu devasa büyüklük ve ağırlıktaki taşları kaydırarak veya kaldırarak, yerlerine yerleştirmeyi başarmışlardır. Taşları taş ocaklarından mabetlerin kurulacakları yerlere getirmek için bir çeşit ray sistemi kullanılmıştır. Yan yana dizilen direkler üzerinden taşlar çekilerek kaydırıla kaydırıla, mekana ulaştırılmıştır. Tapınağın içine yerleştirilmesi için de yine başka teknikler kullanılmıştır muhtemelen. Bunlardan biri, topraktan tepe yığma yöntemidir. Taş bloklar tepeye kadar çekilir, sonra da öte taraftan aşağı doğru, tapınağın içinde düşecek bir biçimde kaydırılırdı. Diğer yöntem ise tapınakların çukur içine inşasıdır. Göbekli Tepe’de bu sonuncu yönteme sıklıkla rastlamaktayız. Taşlar çukura kadar kaydırılarak taşınır, akabindeyse kalın iplerle çukurun içine süzdürülürlerdi. Dediğim gibi, bu teknikleri diğer tecrübelerden bildiğimiz için, orada da benzerlerinin kullanılmış olabileceği sonucunu çıkartmaktayız.
-Göbekli Tepe’yi incelediğinizde o dönemde bu merkezi yapan insanların yaşam biçimi, toplumsal yapısına ilişkin nasıl bir ipucu veriyor?
Bu yapılar yerleşim yeri olmadıkları için, buralardan hareketle o dönemin insanlarının yaşam biçimlerini tespit etmemiz oldukça zordur. Ancak Epipaleolitik ve Neolitik devirlerin başlangıç devirlerinde bölge insanının nasıl bir yaşam tarzını sürdürdüklerini, kısmen de olsa arkeolojik buluntulardan bildiğimiz için, buradan hareketle Göbekli Tepe’yi yapanların da nasıl bir yaşam tarzı sürdürmüş olabilecekleri hakkında bir öngörüde bulunmamız mümkün olabilmektedir. Bunlar halen de ağırlıklı olarak avcılıkla beslenen insanlardır. Ne var ki, av hayvanlarının artık gittikçe tükenmelerinden veya diğer soğuk bölgelere göç etmeleri sebebiyle yeterli bir besin kaynağı olmaktan çıktıkları için, avcılığın yanında doğada kendiliğinden yetişen buğday, arpa v.b. tahılları da tüketerek geçimlerini sağlayan insan topluluklarıdırlar. Yani henüz bilinçli, planlı bir toprak ekimi yoktur. Ancak, başlangıçta yeterli gelen bu tarz hazır tahıl tüketimi de artan nüfus sebebiyle yetersiz hale gelince, insanlar bilinçli tarıma geçmeye başladılar. Bu da henüz sulu tarım aşaması değildir. Her şey yağmura endekslidir. Yağmur bolluk, bereket demektir. Sadece bilinçli planlı tarımda değil, hazır tahıl tüketiminde de yağmurun hayati bir rolü vardır. Bu bağlamda yağmura özel ilahi bir anlamın biçilmiş olduğunu varsayabiliriz.
Buna paralel olarak, avcılığın da gittikçe yeni biçimler kazandıklarını görüyoruz. Tek tek avlama metodundan, sürek avı dediğimiz topluca, sürü halinde yakalama biçimini esas alan başka bir av metoduna geçilmiştir. Bunun için de önce gerekli düzenekleri inşa etmek gerekmekteydi ki bu da ancak kolektif bir çalışmayı gerektirirdi. Bu amaçla, önce bir vadinin çıkışı taş bloklarla bloke edilir ve hayvan sürüsü bu vadinin içine doğru kovalanırdı. Böylece sürü bir bütün veya grup halinde tuzağa düşürülerek, tutsak edilirdi. Sürülerin topluca yakalanmaları, toplum için her zaman el altında duran canlı et stoku demekti. Ancak bunun için de ek yeni tedbirler gerekmekteydi, o da tutsak edilip, ağıllara kapatılan hayvanların beslenmesiydi. Yani bir çeşit kısa süreli hayvan yetiştiriciliğiydi bu. Ki bu süreç aslında yeni değildi. Bu metotlar Üst Palaeolitik devirlerden beri bilinmekteydi, ancak bu kadar çok gelişmemişti henüz. Hayvanların yakalanması için sadece dar vadiler kullanılmıyordu. Etrafı tahta çitlerle veya taşlarla örülmüş dairesel veya kare mekanlara doğru hayvanların sürüklenmeleri yönteminin de kullanıldıklarını söyleyebiliriz. Burada işte en ilgin nokta da, bu alanların, daha sonra tapınaklara dönüştürülmüş olmalarıdır. Benim araştırmalarımda tespit ettiğim önemli noktalardan bir tanesi de budur. Gerek Eski Mısır, gerekse de Sümerler’de tapınak ile ahırın aynı kavramlarla ifade edildiklerini görmekteyiz. Ahır aynı zamanda tahıl ambarı veya depo anlamında da kullanılabilmektedir. Yani bu demek oluyor ki, bazı kültürlerde kimi tapınak alanları, ilk dönemlerde birer sürek avı için kullanılan tuzak yapıları olarak inşa edilmişlerdir. Daha sonraları ibadetlerin yapıldıkları ve tahılların depolandıkları yerlere dönüştürülmüş, ama isimleri ‘’ahır’’ kalmaya devam etmişlerdir.
-Göbekli Tepe’yi yapan insanların inancı nasıldı?
İnanç sistemine gelince, Mezopotamya’nın Bronz Çağı döneminden bildiğimiz çok tanrılı sistemin başlangıç evrelerinin burada da yaşandığını görüyoruz. Bu çoklu tanrı inancının içinde özellikle üç tanrı ön plana çıkmaktadır. Bunlar An, Enlil ve Enki’dirler. Biri baştanrı’dır, diğerleri de onun hem yardımcıları, hem de oğullarıdırlar. Babil’de bunlar Şamaş, Sin ve İştar’a dönüşmüşlerdir. Benzer bir inanç sistemine eski Grek/Yunan kültüründe de rastlamaktayız. Akbaba Steli olarak bilinen Taş sütununun en üst kısmında yer alan ve sepet biçiminde de olan simgelerin bu üçlü tanrı sistemini yansıttığını düşünüyorum. Bu benim şahsi görüşümdür. Her araştırmacının yaklaşımı ayrı olabilir, bu da doğaldır.
-Etnik kökenine ilişkin ne tür bulgular var?
Etnik yapının bulunması için değişik yollara baş vurmak mümkündür. Bunlardan biri sembollerden yola çıkarak, bağlantılar kurmaktır. Ancak söz konusu semboller bugün neredeyse dünyanın her tarafına yayıldıkları için, bunlar yeterli geçerli veri sunamamaktadırlar bizlere.
Diğeri ise biyolojik DNA izlerinin araştırılması yoludur. Şimdiye kadar tam teşekküllü insan iskeletine rastlanılamadı. Ancak kırık kemik parçaları şeklinde sayısız insan kemiği buluntularına rastlanılmıştır. Ne var ki, bu güne kadar kamuoyu ile paylaşılan her hangi bir DNA çözümlemesi sonucu mevcut değildir. Bu yüzden kesin bir şey söylememiz biraz zor. Ancak şu da var ki, DNA ile etnik yapı her zaman bire bir örtüşmeyebilir. Çünkü DNA biyolojik kökeni, etnik yapı ise uzunca bir süre birlikte yaşamaktan kaynaklanan bir çeşit toplusal ortaklığı ve kimliği ifade eder. Ama geriye doğru gidildikçe, DNA yapısı ile etnik yapıların bir birleriyle çakışmaları olasılığı daha da güçlenmektedir. Çünkü eskiden beri göçler ve karışımlar olmakla beraber, bu durum günümüzde veya yakın geçmişte olduğu kadar yaygın değildi. Eğer laboratuar araştırmaları ortaya çıkarsa, daha net bir şeyler söyleyebiliriz diye düşünüyorum.
DNA ile ilgili önemli bir nokta daha vardır; karma etnik toplulukların oluşumu, DNA yapısını daha bir çeşitlendirse bile, bu çeşitlenme ve değişiklikler kısa sürede meydana gelmemektedirler. DNA’nın da değişik kalıcı, daha uzun erimli alt katmanları vardır ve buralardan hareketle belli insan topluluklarının biyolojik kökenlerini onbinlerce yıl geriye gitmeye olanak sağlayacak düzeyde tespit etmek mümkün olabilmektedir. Örneğin Avusturyalı bir araştırmacı olan Ferdinand Hennerbichler, ‘’Die Herkunft der Kurden’’(Kürtlerin Kökeni) adlı kitabında genetik araştırmalardan yola çıkarak, Kürtlerin en az 15 bin yıldır şu an bulundukları mevcut coğrafyada yaşadıklarının tespit edildiğini ve bunun 50 bin yıla kadar da geriye götürülebileceğinin altını çizmektedir. En önemlisi de, Kürtleri teşkil eden Kurmanc, Zaza, Soran v.b. toplumsal yapıların da ortak bir genetik potanın içinde yer aldıklarını vurgulamaktadır. Ve yine sanılanın aksine, Persler’in dil açısından Kürtler’e yakın olmakla beraber, onlarla ortak genetik bir yapı teşkil etmediklerini vurgulamaktadır. Bu da şu anlama gelmektedir; Kürtler bölgenin otokton-yerli halkıdır ve bu bütünlük en az 15 bin yıl öncesinden beridir mevcudiyetini sürdürmektedir. Bu konuları kitabın en son cildinde ele almayı düşündüğümden, burada fazlaca üzerinde durmak istemiyorum. Sadece Kazı Başkanı Merhum Prof. Dr. Klaus Schmied’in yıllar önce sarf ettiği bir sözü hatırlatmak istiyorum; "Şu an bölgede kim yaşıyorsa, Göbekli Tepe’yi onlar inşa ettiler’’. Bu sonuca nasıl, hangi verilerle ulaştığı hususunda bir açıklaması olmadıysa da, bizlere önemli ipuçları sunmaktadır.
Foto:Prof. Dr. Klaus Schmied
-Göbekli Tepe’den çıkartılan figürler ve sembollerin anlamları hakkında sizin farklı yorum ve hipotezlerinizin olduğunu biliyoruz. Bunlara kitabınızda da yer verdiniz. Biraz bahseder misiniz? Stellerin devasa olmaları ve üzerlerinde hayvan kabartmalarının yer alması ne anlam taşıyor? Göbekli Tepe’deki stellerin T biçiminde olmaları, üzerlerinde var olan hayvan kabartmaları, yine mekanın oval oluşunun özel bir anlamı var mıdır?
Göbekli Tepe’de değişik sembollere rastlamamız, öncelikle bu toplumun düşünce ve inanç dünyalarının ne kadar gelişkin ve renkli olduğuna işaret etmektedirler. Bunların bir kısmı daha sonraki süreçlerde ortaya çıkan hiyeroglif v.b yazılara kaynaklık edecek tarzdadırlar. Piktogram da dediğimiz bu yazı benzeri simgeler, az şeyle çok şeyi ifade etmeye yaramaktadırlar. Göbekli Tepe’de karşımıza çıkan sembollerin önemli bir özelliğiyse, onların birbirleriyle bağlantılı ele alınmış olmalarıdır. Bu demektir ki, hiç bir sembolü tek başına inceleyerek doğru bir sonuca ulaşamayız. Diğer bir nokta ise sembollerin birer hikayelerinin olmalarıdır. Bizim bilmediğimiz, ama onlara bakmaya, ziyarete gelenlerin anladıkları, bildikleri hikayelerdir bunlar. Tabi bunun için de belli bir eğitim şart olmalıydı. Ancak bu simgelerin anlamını bilen din görevlilerinin açıklamalarıyla bunların içeriklerine vakıf olmak mümkündü. Sembollerin bir diğer özellikleriyse, topluma ait sır bilgileri içlerinde taşımalarıdır. Bunlar her kese anlatılmazdı. Sadece tespit edilmiş belli insanlara, o da kademeli bir biçimde anlatılırdı. Bu şekilde toplumun tarihi, kökeni, inanışları semboller aracılığıyla kayıt altına alınır ve kuşaktan kuşağa aktarılırlardı. Bu sembollerin diğer bir özelliğiyse, bana göre onların aynı zamanda kimi göksel Takımyıldızlarını yansıtmalarıydı. Yani, her bir hayvanın mitoloji ve simge biliminde belli, özel anlamları olmakla beraber, bunları anlamak için söz konusu bilgi ve önerilerle sınırlı kalmadan, onların dinsel-inançsal yönlerini yansıtan yıldız sistemleriyle bağlantıları çerçevesinde de ele alınmaları gerekmektedir. Tapınakların bir kısmı daire biçiminde yapılmış, sonraki devirlerdeyse dört köşeli yapılara bürünmüşlerdir. Sütunlara T biçiminin verilmesi, onlara insanüstü bir görünüm sağlamaktadır. Buraları simgesel düzeyde insanlarla tanrıların veya onları temsil eden din görevlilerinin buluşma arenalarıdırlar. T simgesi de oldukça yaygın bir simgedir. Üçüncü citte bu konuya daha ağırlıklı değineceğim.
-Kaç dikilitaş vardır ve hangi anlamda dizilmişlerdir?
Her tapınakta mevcut olan dikili taşın sayısı değişiklik arz etmektedir. Ancak en belirgin olanı, ortada duran daha irice iki dikili T biçimli taşın etrafında yer alan biraz daha küçük ebattaki 12 T başlı taşın dizilimleridir. Bu yüzden birçok araştırmacı bunlarla 12 Havari veya 12 İmam inancı arasında bir paralellik kurmaya çalışılmaktadırlar ki, yerinde bir yaklaşımdır bu. Bununla birlikte 12 sayısının göğün Zodiyak Çemberindeki-diğer adıyla burçlardaki- 12 Takımyıldızla da çakıştığını vurgulayalım. Ki bu konuda da değişik görüşler mevcuttur.
-Tarihte ilk sınıflı toplumun, ‘’Neolitik tarım/anaerkil-Anatanrıça kültünü’’ sonlandırması ve erkek egemenlikli bir sistemin ortaya çıkışına bağlanır. Ve genelde çok uzun bir sürece tekabül eden ‘’Neolitik/Anaerkil sürecin’’ gerilemesi M.Ö. 3000’li yıllar ile birlikte Sümerlere dayandırılır. Ancak Göbekli Tepe’de çıkan yapılarda kadın figürlerden çok, eril insan veya hayvan suretinde figürlere rastlandı. Bu durumda ata erkil sistemin daha eskiye dayandığına dair yorumlar yapıldı, bu konuda siz ne diyeceksiniz?
Kadın ile erkek arasındaki ilişkiler insanlık tarihi boyunca dinamik bir özellik arz etmiştir. Adeta karşıtların birliği ve savaşımı ilkesini esas almışlardır. Bir dönem biri, başka bir dönemse ötekisi ön plana çıkmayı başarmıştır. Örneğin Üst Paleolitik devirlerde büyük göğüslü, geniş kalçalı kadın figürlerine rastlamaktayız. Bu dediğimiz, günümüzden 45 bin yıl öncesine dayanmaktadır. Kadının rolünün daha belirgin ortaya çıktığı diğer bir devirse Neolitik Devirdir. Neolitik sonrası gelen Bronz Devrinde kadının rolünün gözle görülür bir biçimde gerilediğini görmekteyiz. Aynı şey Tanrılar dünyasında da yansımasını bulmaktadır. Örneğin daha önceleri Ana Tanrıça veya Ulu Ana kültü ön plandayken, Bronz devrinde Ana Tanrıça’lar ikinci dereceden tanrısal varlıklara dönüşmüşlerdir. Onlar artık ya eril tanrıların eşleri, kız kardeşleri ya da kızları olmuşlardır.
Göbekli Tepe ise bir ara halkayı simgelemektedir. Motiflerin eril olması, erkeğin rolünün başat olduğunu gösterebilir, ancak bu durum bizleri yanıltmamalıdır da. Çünkü erillik, aynı zamanda doğurganlığın, bereketin de sembolüdür ve bu yönleriyle Ana Tanrıçanın da simgeleri arasındadırlar. Örneğin, ‘’Hayvanlar Hakimesi’’ sıfatıyla bilinen Ana Tanrıçanın eril hayvan sembolleri ile eril veya hadım edilmiş rahipleri mevcuttu. Göbekli Tepe’nin daha ziyade son devirlerine tekabül eden dönemlerindeyse, bir sürpriz biçiminde karşımıza bir de ‘’Doğuran Kadın’’ figürü çıkmaktadır. Yani kadının rolüne tekrardan daha net bir vurgu yapılmaktadır. Bu demektir ki, Göbekli Tepe kültürü de kendi içinde değişik evre ve aşamalara ayrışmaktadır, toptancı bakış yerine, özgül dönemleri esas almak gerekmektedir.
-Göbekli Tepe’nin inşa biçimi ile Zigguratların inşası arasında benzerlikler var mıdır?
Zigguratlarla benzerlikler işlev bakımından vardır. Zigguratlara baktığımızda, bunların da aslında dağların taklit edilmeleriyle inşa edildiklerini görüyoruz. Belli ki bu zigguratları yapanlar, tarihlerinin daha eski devirlerinde dağlık mekanlarda yaşamışlardır. Daha sonra Güney Mezopotamya’nın taşsız, dağsız yerlerine göç edince, kendilerine Zigguratlar aracılığıyla bir çeşit suni dağlar inşa ettiler. Zigguratların tepe kısmındaysa ‘’Tanrıların Toplantı Yeri’’ olan tapınaklar inşa edildi. Bu Zigguratlar, insan toplumu ile tanrılar dünyasını birbilerine bağlayan köprülerdir. Göbekli Tepe yapılarının da bölgenin görece en yüksek tepeliklerinde yapılmış olmaları tesadüfi olmasa gerek. Hem tanrılar dünyasına daha yakın olmak, hem de onları, yani yıldızları daha iyi gözlemleyebilmek için buna ihtiyaçları vardı.
-Peki buralarda diğer uygarlık ve inançlara temel oluşturmuş, ya da devamı niteliğinde, geçen semboller, inanç ritüeller var mı?
Neredeyse dünyanın her yerinde bu izlere rastlamamız mümkündür. Ancak bu, benzer sembollerin söz konusu yerlere ille de Göbekli Tepe’den gittikleri anlamına gelmez. Öyle anlaşılıyor ki, Göbekli Tepe de kadim inanışların hakim olduğu çok sayıdaki merkezden sadece bir tanesiydi.
-Göbekli Tepe’ye yakın Newala Çorî tapınağı veya kültü arasındaki benzerlik ve farklılıkları neler? Nasıl bir değişim oluyor? Yine Göbekli Tepe çevresinde aynı dönemde veya farklı dönemlere ait merkezler var mı?
Newala Çorî ile Göbekli Tepe arasında benzerlikler vardır. Ancak onun başlangıç sürecindeki tapınak yapılarından çok, son evreleriyle daha çok benzerlikler taşımaktadır. Bunlar da artık yuvarlak biçimli yapılar değil de, kare biçimli yapıların hakim oldukları bir evreye işaret etmektedir. Öneli bir ortak özellik ise T başlı büyük taş sütunlardır ki, burada da ellerini önüne kavuşturup, ibadet ediyormuşçasına duran taş sütunlar vardır.
-Göbekli Tepe’nin terk edilmesine ilişkin sizin hipoteziniz nedir?
Benim çıkardığım sonuca göre Göbekli Tepe bir yandan zaman içinde kendi içinde ihtiyaçların sürekli değişmelerinden ötürü bir değişim ve farklılaşma yaşarken, bir yandan da komşu veya yakın kültürlerin etkisi altında kalmıştır. Göbekli Tepe ile paralel yaşayan ve benzer özellikler taşıyan ondan fazla merkez tespit edilmiş durumdadır. Bunların haricinde, Göbekli Tepe’den de daha eski olduğu anlaşılan merkezler de yavaş yavaş ortaya çıkmaktadırlar. Şimdiye dek bilinen en önemli merkez, Mardin yöresinde bulunan ve “Boncuklu Tarla’’ şeklinde arkeoloji literatürüne giren yerdir. Buranın belirgin özelliğiyse, tapınak yapılarının yuvarlak değil de, dört köşe olmalarıdır. Ayrıca taşlar T biçiminde değildirler. Buradan hareketle son sorunuza kısa bir yanıt vermek mümkündür, kanımca Göbekli Tepe’nin sona ermesinin sırrı burada yatmaktadır. Yani Dörtköşe tapınakları yapanların kültürü zamanla daha da yayılarak, Göbekli Tepe’ye de hakim olmaya başlamıştır. Ancak yayılan yeni kültür, eski kültürden de yararlanmasını bilmiş ve onunla sentezleşmiştir. Bu da dörtköşe tapınaklı, ama T başlı taş yapılarda açığa çıkmaktadır düşünceme göre. Taşlarda kimi kırılma izlerine rastlanıldığından, bunun sadece barışçıl bir kültürel, inançsal yayılma ile değil de, işin içine şiddetinde karışmış olabileceği bir yıkım hikayesi de söz konusu olabilir. İki değişik kültür, her zaman iki farklı etnik yapı veya halkın varlığına işaret etmez. İki kesim arasındaki rekabetin bir iç rekabet mi, yoksa dışsal öğelerin mekan hakimiyetini kurma yönünde giriştikleri bir rekabet midir, bunu ancak zamanla, daha ayrıntılı verilere ulaştıkça söyleyebileceğiz.
- Kürtçe “Girê Miraza’’ (Muratlar Tepesi) denmesi buranın aslında yerel halk tarafından bilenen bir yer olduğunu anlatıyor.
Evet halk uzun süreden beridir buraları biliyor, ama altında bulunan tarihi hazinelerden habersiz bir biçimde. Tepeler eskiden beri kutsal bilinirler ve oralarda yılın belli dönemlerinde ziyaretlerde bulunulup, adaklar adanır bizim ülkemizde. Ayrıça ziyaret ağacının da yer alması, bu türden adak ve dilek dileme ziyaretlerinin çoktandır mevcut olduğu sonucuna varmaktayız.
-Kitabınızda sizden önce Göbekli Tepe konusunda araştırma yapan yazarlardan bazı farklı yorumlar yaptınız.
Evet bazı konularda vardığım sonuçlar başkaydı. Sembolleri kendimce daha farklı yorumladım. Tabi bu konuda farklı olmak için özel bir çabanın içine girmedim. Ne var ki, gerek astronomi, gerekse mitoloji ve semboller hakkında yaptığım kimi araştırmalar, beni değişik sonuçlara ulaştırdı. Bununla beraber bu konularda bilimsel objektif araştırmalar yapan, şovenist zorlamalara düşmeyen tüm araştırmacılara ve onların çalışmalarına da değer veririm. Bu ayrı düşüncelerimi burada sıralamak yerine, okuyucuya bırakmayı tercih ediyorum, çünkü yanıt kitabın kendisinde yer almaktadır.
Son olarak okuyucularımıza vermek istediğiniz bir mesajınız var mıdır?
Bu konu çok önemlidir. Halkımızın kadim kültürü, sanatı, inanışları bu merkezlerde gizlidir. Sadece Göbekli Tepe olarak literatüre giren Gire Mirazan’a değil, tüm Kuzey Mezopotamya’ya yayılmış olan ve tabii ki Zagrozlar’da da kökleri olan bu kültüre karşı duyarlılığı canlı tutmak gerekmektedir.
Ayrıca özellikle belirteyim ki, Nisan 2018 yılında yayınlanan kitabımla ilgili olarak benimle yapılan ilk röportajdı bu. İlginizden ötürü yürekten teşekkürlerimi sunarım. Okuyucularınıza da selam ve sevgilerimi sunarım.
Cemal Özçelik kimdir?
1966’da Mardin’in Derik İlçesi’nde dünyaya geldi. İsviçre Bern Üniversitesi Önasya Arkeoloji ve Etnoloji dallarında lisans yaptı.
Daha önce edebiyat dalında denemeleri bulunan Cemal Özçelik’in Ütopya Mevsimi, Özgürlüğe Koşmak adıyla iki deneme kitabının yanı sıra Yasak Ateşin İntikamı romanı ve Staranên Çavbiken adında bir şiir kitabı bulunuyor.
Bern’de yaşayan Cemal Özçelik, hali hazırda Almanca-Türkçe-Kürtçe tercümanlık yapıyor.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.