Mehmet Gül

Mehmet Gül

Yazarın Tüm Yazıları >

Dizlerinin Üstüne Çöken Toplum

A+A-

Başka ülkelerde ancak ‘kan dökerek’ iktidar olabilecek bir siyasal rejim Türkiye’de gayet ‘barışçıl’ bir şekilde kendisini inşa ediyor. ‘Cari haliyle’ değil de ‘mazi’ haliyle, hedef aldığı ve kendisini bağlı saydığı Batı uygarlığı çerçevesinde ‘eleştirilebilir’ olan Parlamenter sistem, tartışmalı 24 Haziran Seçimlerinin ardından, sadece Türkiye’de rastlanabilecek ‘yeni’ kural ve kaidelerle, ‘hikmetinden sual olunmaz’ bir tek kişinin egemenliğine göre yeniden şekilleniyor.

Doğrusu, Erdoğan, tam da bu imaja uygun davranmakta gecikmedi: Göreve geldiğinin ertesi günü yayınladığı kararnamelerle, 100 yıllık bir Devleti kurum ve geleneğiyle birlikte bütünüyle lağvetti. Dahası, 15 Temmuz Darbe girişiminin tartışmalı şahsiyetlerinden biri olan H. Akar’ı Savunma Bakanı, damadını da Hazine ve Maliye Bakanı olarak atadı. Vizyona çıkardığı bir-iki ‘liyakat sahibi’ bakanla kamuoyuna cambazı gösteren Erdoğan, tam bir özgüvenle, ‘kendisine göre bir rejim’ inşa ederken hiçbir kural tanımıyor. Öyle ki, Ana muhalefet Partisi CHP’yi ve Pervin Buldan şahsında Kürtleri tehdit eden S. Soylu gibi birini yeniden İçişleri Bakanı olarak atayabildi. Fakat bu rejimin karakteri hakkında bizi aydınlatan en önemli kanıt, seçimlerden önce ‘kaldıracağız’ değdiği OHAL’i, yayınladığı bir kararnameyle ağırlaştırılmış olarak sürekli hale getirmesidir.

Kuşkusuz bu tam bir meydan okumadır ve gelecekte yapacaklarının da işareti...

Kimisine göre bu sistem ‘yürümez’. Acaba öyle mi? Bugünkü rejimin inşasında bu türden ‘vurdum duymaz’ tutumların etkili olduğunu hatırlatmak isterim. Erdoğan, “Kemalist Cumhuriyeti” ebedi istirahatgahına uğurlayıp ‘’Yeni Cumhuriyeti” kurmaya başlamışken ve geleceğe olan güvenini çoktan yitirmiş toplum dizlerinin üzerine çökmüş boynuna inecek son darbeyi beklerken, ‘bu sistem yürümez’ demek, kitleleri uyarmak yerine, tam tersine, büyük bir kaderciliğin örgütlenmesine hizmet etmiş olmayacak mı?

Öyle görünüyor ki Türkiye’de bunu pek merak eden yok!

Nasıl başardılar?

Kuşkusuz bu konu, Türkiye’nin ‘özgün’ şartlarından bağımsız olarak izah edilebilecek bir konu değildir. Deyim yerindeyse, ‘Her şey kuralına göre işledi!’ Batı medeniyetini hedef alan Cumhuriyet, ‘bölünme’ korkusuyla hiçbir zaman ‘usulüne uygun bir prosedür’ izlemedi; onun yerine, adeta bir ‘can simidi’ gibi, geçmişten devraldığı ‘eski toplumun ideolojisini’, tedricen ortadan kaldırmayı aklından çıkarmasa da hep yanında taşıdı fakat onu bütünüyle tasfiye edemedi ve nihayetinde onun tarafından fethedildi.

Bu ‘kansız değişim’, ‘yeni bir dünyanın’ kurulduğu son 30 yıllık konjonktürde, Batının ve Türkiye’nin ihtiyaçları çerçevesinde, sahip olduğu kişisel özelliklerinin yanısıra, hitap ettiği ve harekete geçirdiği kitle itibariyle, rejimin en büyük ihtiyacı olan ‘memleketin bölünmez bütünlüğünü’sürdürebileceği konusunda ‘etkin faktör’ olarak öne çıkan T. Erdoğan öncülüğünde mümkün olabildi. Cumhuriyet rejimini sahiplenen aktörlerin yorgun düştüğü bir savaşta, biriktirdiği güçle rejimin teminatı olabileceğini gösteren Siyasal İslam’ın öne çıkan neferi Erdoğan ve ‘ekibi’, bu ‘kansız’ dönüşümün gerçekleşmesinde belirleyici rol oynadı.

Merkez çökünce…

Türkiye’nin gerçek iktidar odağı, bilindiği gibi, ordu merkezli bürokratik yapıydı. Her ne kadar yasama-yürütme-yargı formatında bir düzen hüküm sürüyor görünse de devleti oluşturan bütün kurumlar, sermaye sınıfının güdümlü yapısı nedeniyle, ordu eksenli hareket etmekteydiler. Çöküş, uluslararası yapısal değişime koşut olarak, Kemalist ideolojinin toplumun çoğunluğu bakımından tartışmalı hale geldiği, kuruluş yıllarındaki etkisini yitirdiği 12 Eylül Askeri darbesiyle başladı. Kemalist ideoloji, sonraki yıllarda sahnedeki yerini alacak olan “geleneksel güçlerin” arzuladığı şekilde, din örtüsüyle yeni kuşaklara empoze edildi. Bugün AKP tarafından kurulmakta olan rejim, aslında, Özal hükümetlerinin isteyip de başaramadığı bir ‘dönüşümdü’. Ne var ki bunu gerçekleştirmek için henüz şartlar olgunlaşmış değildi. Devleti ayakta tutan ordu ve onun topluma empoze ettiği ‘Kemalist ideoloji’ Kürtlere karşı yürütülen savaşta derin yaralar alınca ve Batı ile çıkarları çelişince, bugün yaşamakta olduğumuz ‘tek kişi rejiminin’ inşasına varacak olan süreci başlatmak mümkün oldu.

Merkez siyasetin tasfiyesi…

ANAP sonrasında Demirel’le başlayan ve Ecevit’le biten dönemi, geleneksel Cumhuriyetçi kuvvetlerin huruç harekâtı olarak değerlendirebiliriz. Batı’nın yeni ihtiyaçları çerçevesinde Türkiye’nin yeniden yapılandırılacağını fark eden Kemalist güçler, iktidarlarını pekiştirmek için önemli atraksiyonlarda bulundular. Bunların başında ‘bin yıl sürecek’ dedikleri 27 Şubat Harekatı gelir. Belki de en son ve büyük hamleyi 1 Mart Tezkeresi ile yaptılar. Öyle ki, geçmişin düşman partileri (CHP-AP-MHP ve yeni iktidar olmuş AKP’nin bir kısmı) dışardan kaynaklandığına inandıkları bu tehdit karşısında bütün çelişkilerini bir kenara bırakarak birleştiler ve ABD’nin Türkiye ihtiyacının zirve yaptığı koşullarda, 1 Mart Tezkeresini büyük bir çoğunlukla reddettiler ve adeta onu ateş çemberinin içinde yalnız bıraktılar. Ne var ki ‘kaçınılmaz son’dan kurtulamadılar. Bu, AKP iktidarının ilk yıllarında, Kemalist güçlerin son meydan okuması oldu.

Ecevit anılarında, Bush Yönetiminin, kendi hükümetini devireceğini ABD’ye yaptığı ziyarette fark ettiğini söylüyor. ‘Artık telefonlarımız size kapalı’ diyor ABD Ecevit’e (Bkz. Ecevit’in Anıları, M. Çetingüleç). Ne var ki bu sadece bir ‘hükümet değişikliği’ demek değildi, ilk kez ABD, kendisine meydan okuyan Kemalist kuvvetleri Türk siyasetinden çıkaracağının işaretini vermişti. Ortadoğu’da somutlaşan Batı’nın ihtiyaçları ile Türkiye’de onlarca yıldır adeta ‘güç biriktiren’ ve esas olarak ticaret burjuvazisine dayanan ‘geleneksel Türk-İslamcıların’ çıkarları kesişince, toplumdaki prestiji bir hayli örselenmiş ‘zinde güçlerin’ tasfiyesi mümkün olabildi.

Gericiliğe teslim olmak kader midir?

Sosyal olaylardaki değişim, fizikte olduğu gibi, önceden öngörülebilir şekilde bir tek yönde gelişmez; toplum, ‘kendi çıkarlarının hilafına’ bir siyasal akımın peşine takılabilir ve hayatı kendisine zindan edecek bir düzenin kurulmasına payanda olabilir.

2. Dünya Savaşı öncesinde olan tam da budur. Ekim Devrimiyle birlikte Dünya’nın siyasal gündemini işgal eden sosyalizm korkusu, Almanya, İtalya, İspanya hatta Fransa gibi ülkelerde halkı, faşist hareketlerin peşine takmıştır. Merkezin ya da cari iktidar odağının çöktüğü bu türden durumlarda kitleler, ‘mantıklı’ hareket etmekten bir hayli uzaklaşır, gerçekleştirsin ya da gerçekleştirmesin, kendilerini güvenli bir geleceğe taşıyacak siyasal aktörlerin peşine takılırlar. Hitlerin Kemalizm’e göndermede bulunduğu, Kemalistlerin Führer’le paslaştığı, aynı cephede çarpışan yoldaşların birbirini vurmaya başladığı trajik olaylar, bu türden ‘akıl dışı çağ’larda zemin bulurlar. Akıl almaz işkence ve imha yöntemleriyle adeta tarihin karanlık sayfalarından çıkarak günümüze gelen IŞİD, ‘akıl dışı bir çağ’da olduğumuzun kanıtı değil mi?

Türkiye’de kurulmakta olan ‘Tek adam rejimi’nin öyküsü de pek farklı değildir. Toplumun büyük bir kesimi tarafından sorgulanır hale gelen Kemalist Merkez çökünce, periferide seyreden ‘geleneksel güçler’ önce rejimi kutsadılar, onunla hemhal olunca da uluslararası müttefiklerinin de yardımıyla, rejimi ele geçirdiler. Şimdi, bu ‘Akıl dışı süreç’ kendi mantıki sonuçlarına varıyor. Türk toplumu ve onun siyasal cenahı, adeta ‘ufuk çizgisini’ yitirmiş, ‘yeni’ diye bir ‘eski’nin cazibesine kapılmış, ancak, kendi sonunu görünce gerçeğin farkına varacak bir rejimin inşasına rıza gösteriyor. Kader, insanların,

önceden belirlenmiş bir yolda yürümesi değildir; kader, insanların, birileri tarafından hazırlanan bir yola rıza göstererek girmesidir. Türkiye’de olan budur.

Değişim korkusu

Türkiye’deki ‘kansız dönüşümü’ mümkün kılan iki önemli faktör vardır: Birincisi, 2002’den itibaren, Özal’la başlayan fakat ‘eski yönetici ekip’ (Demirel, Ecevit, Türkeş vd.) tarafından kesintiye uğratılan, ‘Türkiye’nin dünya kapitalizmine tam entegrasyonu ve buna uygun olarak yönetimin bütünüyle değiştirilmesi’ sürecine tepki ve ikincisi, artık eskisi gibi gitmeyen Türk sisteminin, Kürt meselesini de çözerek ilerlemeyi göze alamaması…

Erdoğan ve ekibi, iktidarının ilk dönemlerinde dünya güçlerinin desteğini alarak ordu merkezli Avrasyacı Kemalist güçleri frenlemeyi ve giderek etkisiz hale getirmeyi başardı. Ancak Türkiye’nin kaderi konusunda belirleyici olan Kürt meselesinin ‘çözümü’ için, yapılması gereken asgari düzenlemeleri yapmadı/yapamadı. Onun yerine, Erdoğan ve ekibi (Milliyetçiler-Ulusalcılar-Türk İslamcılar), Kürt meselesini, ‘Türkiye’nin bekasına yönelik büyük tehdit’ olarak tanımlayarak, mevcut rejimin kurulmasında büyük bir korku objesine dönüştürdüler. ‘Çözüm süreci’nin ardından gündeme alınan ‘büyük tasfiye harekatı’, dünün düşmanları bugünün müttefikleri ulusalcılar-milliyetçiler-Türk İslamcıların isteği doğrultusunda, ‘anti-Kürt’ bir motivasyonla yürüyor. Bu korku objesi hem iç muhalefetin bastırılmasında hem de rejimin inşasında kullanılmaya devam ediliyor.

Bütün mesele, ister rejimin kendisini inşası isterse Erdoğan’ın kalıcı hale gelmesi, bu korku objesi Kürt meselesi ile T.C. Devleti arasında cereyan edecek mücadelenin sonucuna endekslidir. Tarih, yarattığı korkularla ‘yeni bir toplum’ inşa etmeye çalışan bütün rejimlerin kendi korkularına yenik düştüğüne ve yıkıldığına tanıklık etmektedir. Türkiye’de bunun nasıl cereyan edeceğini hep birlikte göreceğiz. Fakat bunun, ‘bu rejim yürümez’ demekle olmayacağı kesin. Büyük oranda teslim olmuş, gelecekte farklı bir toplumsal düzenin kurulabileceğine ilişkin umudu muhalefet partileri tarafından ciddi oranda tüketilmiş amorf ve sahip olduklarının kıymetini bilmeyen örgütsüz toplum, her gün örgütlenen, korkularını büyük ve ‘ebedi bir iktidar’ kurma motivasyonuna dönüştüren yönetici klik karşısında, ne yazık ki, başarılı olamaz. Egemenlerin ideolojik objesi haline gelmiş korkularını yenemeyen bir toplam, asla geleceği kazanamaz.

Büyük problemleri ancak büyük umutları olan toplumlar çözer. Mevcut durumda, bir hayli örselenmiş ve T.C’nin derin aklı tarafından siyaseten ‘sistem içine’ hapsedilmeye çalışılan Kürt toplumu dışında büyük umutlar peşinde koşan örgütlü bir kitleden söz edemiyoruz ne yazık ki. Kürt siyasetinin önünde duran en önemli görev, kendisini kuşatan bu çemberi kırmak ve milli karakterde, kitlesel, meşru temeller üzerinde yürüyen güçlü bir yapılanma yaratmaktır.

Türkiye’de durumun bir hayli farklı olduğunu belirtmek gerekir. Türkiye toplumunda köklü demokratik bir değişimi örgütleyecek bir siyasal hareketin olmadığı netleşmiş görünüyor. Bu tespit, yarın hiçbir şey olmaz anlamına gelmiyor. Olabilir fakat en önemli başlangıç, Türkiye’de değişim isteyen güçlerin, egemenler tarafından korku objesi haline getirilen Kürt meselesini, kendi kurtuluşu adına tanımak ve eşitlik temelinde siyasi bir statüye dayalı çözüme kavuşturulmasını kabul edip mücadelenin dinamosu haline getirmektir. Bu iyi bir başlangıç olabilir ve unutmamak gerekir ki, bir halkı köleleştiren bir toplum, asla özgür olamaz.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.