Dr. Adnan Çelik: Kürtler hafızakırıma nasıl direnecek?

Dr. Adnan Çelik: Kürtler hafızakırıma nasıl direnecek?

.

A+A-

Röportaj: Osman Oğuz

Unutmadan.medium.com

Antropolog Dr. Adnan Çelik, son yıllarda özellikle Kürdistan’taki kolonizasyonun yapısal ve toplumsal izdüşümlerine dair söyledikleriyle dikkat çeken bir isim.


Çelik, 1983’te Amed’in Pasûr (Kulp) ilçesine bağlı bir köyde dünyaya geldi. Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun olan Çelik, 2013’te Fransa’nın başkenti Paris’teki “Sosyal Bilimler Yüksek Tahsil Okulu”nda (EHESS), Politik Antropoloji bölümünde başladığı doktorasını “İç şiddetin zamansal ve mekânsal boyutları: Türkiye’deki Kürt çatışmalarının yerel ölçekte yeniden gözden geçirilmesi” başlıklı teziyle geçtiğimiz yıl bitirdi.
Önümüzdeki dönemde Cambridge Üniversitesi’nde misafir bilim insanı olarak çalışacak olan Dr. Adnan Çelik ile iki bölüm halinde yayınlayacağımız söyleşimizin ilk bölümünde AKP (ve MHP) sonrası Türk toplumsallaşmasının “krizini” ve Türkiye metropollerindeki Kürtleri konuştuk.


Bu röportaja bizi getiren şey daha çok İzmir’de HDP’ye yönelik Deniz Poyraz’ın katledildiği saldırıyı vesile yapıp bunun Türk toplumsallığında son yıllarda yaşanan dönüşümler ile birlikte okunup okunamayacağını tartışma isteğiydi. Bu konuda ne düşünüyorsun? Türk toplumsallığının özellikle 2015 sonrasında kazandığı yeni özellikler, kadir hale geldiği yeni edimler var mı?


Bu, zor bir soru. Öncelikle Türk toplumsallaşmasından tam olarak ne anlıyoruz, orayı sorgulayarak başlamak lazım.
Türkiye’deki egemenlik biçimlerine dair en azından Osmanlı’nın son döneminden, 19. yüzyılın sonlarından bugüne kadar kendi içinde süreklilik taşıyan bir toplumsallaşma dinamiği var. Bu sürekliliğin içinde ama tabii çok büyük kırılmalar, süreksizlilikler, yamalar da var.


Bazen, meseleleri tamamen tarihsel bir sürekliliğin içine yerleştirdiğimizde yeni olanı, günümüzde kazanılan bazı özellikleri gözardı etmiş gibi olduğumuzu düşünüyorum. Evet, Türk ve Sünni bir hegemonik iktidar var ve bu aslında uzun süredir var. Türklüğün Sünnilik ile buluşmasının özellikle II. Abdülhamid’den bu yana ideolojik bir karakter kazandığını da söylemek lazım. Uç Türk sağının “Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk” söylemi; aslında sürekliliği olduğunu söylediğimiz Türk toplumsallaşmasının karakteristiğini anlatıyor fakat birçok şey de değişti, onu da görmek lazım.

Ne değişti mesela?


Değişim, hem Türkiye’nin küresel kapitalist sistem içindeki konumuyla hem de Türkiye toplumunun dönüşmesi ve Türkiye’de bir toplumsal muhalefet gücünün yükselmesiyle ilgili. Bana sorarsanız Türk toplumsallaşması, en çok da, kendini adapte etmenin peşinde. AKP de burada enteresan bir şeye tekabül ediyor: İttihatçılık, Kemalizm ya da Abdülhamit hilafetçiliği dediğimiz ya da Tanıl Bora’nın “Türk sağının üç hali” diye tabir ettiği farklı şeyleri AKP, bu neoliberal bağlamda yeni bir çehreye büründürdü. Türklük ve Sünnilik bu çehrede hala ana arterler olsalar da Türk toplumsallaşması, kendini artık Yeni-Osmanlıcı, irredantist bir noktaya taşıdı.


Cumhuriyetin kurulması ardından yaygınlaşan “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganı, aslında bir yandan da Osmanlı’nın yıkılması ile Anadolu’ya sıkışmış Türk ve Sünni imgenin kendini meşrulaştırma çabasıydı. Şimdi sanki bu yırtılıyor ve AKP, aslında yeniden “Türk’ün gücünü Sünnilikle buluşturan” daha yayılmacı bir arzuya tekabül ediyor. Fakat bu arzunun görünürlüğü arttıkça ve bu arzu kamusal alana bütün imgelemini serptikçe, bu arzunun gerçekleşmesinin imkansızlığı da ortaya çıkıyor. Libya’dan Rojava’ya, Azerbaycan’dan Kıbrıs’a kadar muazzam bir teritoryal genişleme ve ilhak arzusu var ama bu arzu kendini reel konjonktürde ne kadar sürdürülebilir kılabilir, o herkesin kafasında bir soru işareti.

Bu, Türk egemeninin arzusu mu, yoksa toplumsal bir arzuya da mı tekabül ediyor?


Bence şöyle bir durum var: Türk toplumsallaşması, en azından Sünni Türklüğe dayalı toplumsallaşma, büyük bir özgüven kazanmış ve kendisini buyurgan özne olarak konumlandırmış durumda. Kendi imtiyazlarını da hiçbir şekilde diğer toplumsal dinamiklerle -ne Kürtler ne Hristiyanlar ne de Kızılbaş Alevilerle- paylaşmak istemiyor. İktidarı onlarla paylaşmak yerine onları halen reaya olarak, teba olarak gören bir konuma tutunmuş durumda. Bu, bana sorarsan, Türkiye’deki toplumsal krizin en ana noktası: Eşitlikçi, farklılıkların yan yana durmasına dair bir tahayyül, hala mümkün değil. Bu toplumsallaşma, Türk ve Sünni özneye rıza ve biatını ortaya koyduğun oranda kendini var edebildiğin bir durum yaratıyor. Buna ama 2000 sonrasında çok güçlü bir direnç, muhalefet de var.

Bu söylediklerin bana kendi ailemin Türk tarafını da hatırlatıyor. Çocukluğumdan bugüne onların kimlik bilinçlerinde nasıl bir değişim olduğunu düşünürken şunu fark ettim: Bu aile, bana da çocukken, “Bak, sen Türk’sün, unutma bunu” diyen üyeleri olan bir aileydi ve Türklüğü bu düzeyde sahipleniyordu ama bugünkü kadar “cemiyetçi” olmayan bir durumdaydılar. Bugünse AKP-MHP bloku üzerinden bir cemiyet bilinci gelişti ve imtiyaz bilinçlerinin de bu cemiyete doğru daraldığını gözlemliyorum. Keza bu cemiyet bilinci ile ciddi imtiyazlar da kazandılar. Faşizmin kurumsallaşması tezlerini de biraz buradan okuyorum. AKP-MHP’nin yarattığı böyle bir cemiyetleşme var mı sence de? Böyle bir durumun da toplumsallaşmaya etkileri oluyor mu?


Kesinlikle, hem de birçok alanda oluyor. Bir yandan ekonomik kaynakların bölüşümü. Pastanın büyük bölümünü kendi arasında paylaşan bir klik var. Daha alt düzeyde de bu kaynakların bölüşümü, sosyal yardımlar, ihale dağıtımları, bürokraside birtakım kayırmacılıklar, memur-işçi alımı gibi kanallardan yapılıyor. AKP, görüntüde ideolojik bir tabanlaşma yaşamış gibi görünse de ben tam tersini düşünüyorum: AKP’nin tabanlaşmasının ve belirli bir kesimi peşinde sürüklemesinin en ana motivasyonu, aslında bu ekonomik kaynakların bir yönetimsellik tekniği açısından bölüştürülmesi, dağıtılması.


Aslında AKP, ülkenin kaynaklarını çarçur ederek, halkın, gelecek kuşakların rezervlerini de tüketerek bir rıza üretimi uyguladı. Bu rıza üretimi sadece Sünni ve Türk bir taban üzerinden de yapılmıyor; mesela Kürtlerin belirli bir kesimi de bunun bir parçası. Kürdistan’da AKP’ye oy verenlerin büyük bir kısmı, aslında da tam da bu rıza üretimi yöntemleri bağlamında AKP ile bir sözleşme yapmış durumda. İktidara oy vermek karşılığında belli imtiyazlar elde etmek esası üzerinden AKP’yle ilişkilenmiş çok ciddi bir Kürt nüfus var.


Burada bir şeyi daha vurgulamak gerekiyor: Türkiye’de siyasal İslam’ın ve Milli Görüş geleneğinden gelenlerin bir tarihsel yenilgi duyguları, aslında bir melankolileri vardı. Abdülhamid’den beri peş peşe yaşadıkları yenilgilerinin ve egemen özne konumlarının kamusal alandan dışlanmasının, özel alana hapsedilmesinin yarattığı bir öfke, bir hınç vardı. AKP, bu melankoliyi, çok gaddar, acımasız ve intikamcı bir öznelliğe dönüştürmeyi başardı. Bu da aslında bir nevi ekonomik kaynakların bölüşümünün ideolojik harcı, duygusal motoru oldu. Sahalara geri dönme, Türk ve Müslüman olarak kendini kamusal alanda açıkça ortaya koyma duygusu ile tüm bunlar, beraber geldi.

Şimdi ama memlekette ciddi bir yoksullaşma var ve bu durumda sırtını AKP’ye dayayarak zenginleşenlerin elde ettiği imtiyazlar da daha dikkat çekici hale geliyor. Sosyal medyada da bu imtiyazlarla ilgili paylaşımların daha şehvetli hale geldiğini gözlemlemek mümkün. Sadaka toplumu gibi kavramlar üzerinden de çok şey konuşuldu şimdiye kadar. Bazıları, “Yoksullaşma faşizmi güçlendirir” diyor; bazıları ise bu yoksullaşmanın ve eşitsizliğin keskinleşmesinin onların sonunu getireceğini iddia ediyor. Sence bu yoksullaşma, iktidarın toplumla kurduğu ilişkiyi nasıl etkiliyor?


Bence her iki bakış açısının da doğru olduğu, haklı olduğu noktalar var. Bir kere bu yoksullaşmayı sadece Türkiye bağlamında düşünmemek lazım. Küresel ölçekte, Kuzey ile Güney arasında, ekonomik eşitsizlikler başta olmak üzere her alanda çok güçlü eşitsizlikler var ve yarık giderek derinleşiyor. Dünyanın en zengin yüzde kaçlık kesiminin sahip olduğu kaynaklarla ilgili istatistikler de bunu çok net gösteriyor. Yeryüzündeki birçok toplumsal muhalefet dinamiği de aslında mobilize olma gerekçesini buradan alıyor.


AKP ve Türkiye, bana sorarsan, bu açıdan da çok sembolik bir örnek. Partinin adında “adalet” ve “kalkınma” bulunuyor; keza siyasal İslam, bu eşitsizlikleri ortadan kaldırma arzusunun üzerine yerleşti. Gelinen noktada ise ne adalet ne de kalkınma var. Bu daha otoriter bir iktidarın serpilmesine mi sebep oluyor, yoksa bu iktidarın devrilmesi için bir mobilizasyon kaynağına mı dönüşür? Açıkçası mesele burada karışıyor.

Neden karışıyor?


Çünkü bir yandan ezilen toplumsal gruplar, bazen ezilme gerekçelerini başka yerlerde görebiliyorlar. Hele de Türkiye gibi toplumun politik ve ideolojik olarak bu denli fragmante olduğu, bölündüğü, kutuplaşmanın derinleştiği toplumlarda sorunun esas kaynağını görmek ve oraya itiraz geliştirmek, oldukça zor. Yine de tabii Türkiye’deki toplumsal muhalefet sorunun kaynağını topluma doğru bir şekilde ulaştırabilirse, AKP-MHP gövdesinden de bir kesimi koparabilirse o zaman bu durum, iktidarı devirecek bir mobilizasyona da dönüşebilir. Her iki ihtimal de bence önümüzde seçenek olarak duruyor.


Dünya örneklerine de bakabiliriz: Brezilya’dan Polonya’ya kadar. Gerçek şu ki, popülizm ve otoriteryanizm, dünyanın farklı yerlerinde çok ciddi yükselişte. Enzo Traverso, bu yeni duruma “post-faşizm” dememizi öneriyor, buna ben de katılıyorum. Tamamen klasik, 30’lardaki faşizmden bahsetmek mümkün değil. Bu yeni popülizm biçimi, post-faşist bir bağlamda, bir yandan 30’ların mirasına kısmen yaslanıyor ama bir yandan da bu mirastan tamamen kopuyor, kendini daha başka bir diskurla yeniden üretiyor.


Popülist ve otoriteryan hareketler, verili imtiyazlarını koruma güdüsü ve refleksiyle hareket eden bir karaktere de bürünmüş durumdalar. Bu, tabii ki sorunun kaynağını doğru tespit etmeyi de zorlaştıran bir şey. Mesela AKP tabanının o tarihsel melankolisi ve bunun ardından gelen bir nevi iktidarlaşma, onlar için meselenin yoksulluk boyutunu görmeyi ciddi biçimde zorlaştırıyor. Şimdi ise AKP-MHP blokunun kendi içinde bile meseleyi sınıfsal eşitsizlikler üzerinden çerçevelendirmeye dair bir eğilim görüyorum ve bu eğilimin büyüyeceğini de düşünüyorum.

Dediğin gibi memlekette ciddi bir muhalefet de var ve mesela şöyle bir vaziyet var: AKP’nin karşıtları, tam karşıt; AKP’den nefret ediyorlar. Memlekette artık siyasal tutumlar, nefret ile açıklanıyor. Bir yandan da mesela bekçiler yaygınlaştırıldı; 20 binin üzerinde bekçi işe alınmış durumda. Emniyet’te AKP-MHP kadrolaşması, artık polis gücünün bütününü saran bir vaziyette. Bütün bunlar memlekette bir faşizmin (ya da post-faşizmin) artık kurumsallaştığını ve söyleyeceğimiz her şeyi de buna göre söylememiz gerektiğini gösteriyor mu?


Bu konuda çok net bir şey söylemek imkansız ama dikkat çektiğin nokta çok önemli: Toplumun paramilitarizasyonu yaşanıyor. Bekçiler kentsel mekanda oldukları için belki çok sembolik, çok göze çarpıyorlar ama Kürdistan’da bu, aslında bir sürü farklı teknikle, daha da derin biçimde yerleştirilmiş durumda.
Mesela muhbirlik. Son yıllarda muhbirlik üzerine çıkan yasalar, tüyler ürpertici. Listeler yayınlanıyor; kırmızı, mavi, yeşil, turuncu ve gri listeler; konulan ödüller… Bunlar, devletin kendi güvenliğini garantiye alma refleksiyle yaptığı işler ama bir yandan da toplumu bölen, komşuyu komşudan korkar hale getiren çok tehlikeli uygulamalar. Özellikle Kürt toplumunda iç çatışmayı köye, aşirete ve hatta aile içine taşıyan uygulamalar.
Bekçiler de böyle. Ne kadar keyfi bir şiddet ürettiklerini ve insanların yaşam biçimlerine nasıl müdahale ettiklerini her gün çıkan haberlerden görüyoruz. Bekçilerin organizasyonu, gündelik yaşamla, insanların hayatı nasıl yaşamak istedikleriyle ilgili biyopolitik bir müdahaledir.
Muhtemelen ama iktidarın hedeflediği bunun da ötesinde bir şey. Umarım olmaz böyle şeyler ama muhtemel bir demokratik toplumsal hak arayışı ve mobilizasyonunda bütün bu paramiliter güçlerin nasıl kullanılacağı meselesi, gerçekten ürkütücü bir nokta. Sedat Peker’in son günlerde “yirmi tugayı donatacak” kadar yüklü kayıp silahlara dair iddialarını hatırlayın. Kürdistan’da koruculuk var, itirafçılar vardı, JİTEM vardı, bir dönem Hizbullah vardı; şimdi bakıyoruz, Türkiye’nin batısında da özellikle bu bekçiler ve SADAT gibi yapılar üzerinden iktidar, toplumsal rızayı artık sadece ekonomik kaynakların bölüşümü üzerinden değil, aynı zamanda şiddet tekelini tahkim ederek sağlıyor. Şiddeti monopolize ederek, topluma karşı birtakım şiddet arterleri oluşturarak iktidarını korumaya çalışıyor.
Eğer rıza artık üretilemez hale gelmişse iktidarda kalmanın ikinci yolu korkudur. Amed’de, 5 Haziran 2015’te patlayan bombalardan bu yana bütün bunları birlikte düşünmek gerektiğini düşünüyorum. İktidar için toplumda korku yaratmak, insanların kendilerini tedirgin ve güvensiz hissetmelerini sağlamak, toplumu yönetmenin ve bir yere kanalize etmenin stratejisi.
Durum, bu açıdan, açıkçası biraz iç karartıcı. Enseyi karartmayalım tabii, buna da hep inanırım. Sonuçta biz 80 darbesiyle beraber de benzer süreçler yaşadık. Türkiye’deki bu aşırı polarizasyon, bir yandan sürekli bir iç savaş, toplumsal çatışma riski taşıyor ama aynı zamanda toplumsal muhalefeti de dinamik, canlı ve kendini hızlı yenileyebilen bir hale getiriyor.

Tüm bu halin içinde bir de Türkiye metropollerinde yaşayan Kürtler var. Kürdistan’da da yaşamak için devlet baskısı ile mücadele etmek gerekiyor elbette ama Türkiye’de bunun üzerine bir de toplumsal zorluklar, baskılar ekleniyor. Son dönemde olup bitenler Türkiye’deki Kürt kimliğini, toplumsallığını nasıl etkiliyor? Kürtler bu duruma nasıl refleks gösteriyor?


Doğrusu Kürtler, Türkiye’nin batısında hiçbir zaman rahat olmadılar, bunu söylemekle başlayayım. Mesela 50’li, 60’lı yıllarda Türkiye şehirlerinde bu kadar fazla doğu derneğinin olmasının, doğu gecelerinin düzenlenmesinin, hemşehrilik dayanışmasının sebebi buydu: Bunlar, orada hayatta kalmanın yoluydu, öz savunma biçimleriydi. 90’larda Kürdistan’da köyleri yakılan, zorla yerlerinden edilen insanlar, Türkiye’de bir nevi kendi diasporalarına göç etmek zorunda kaldı ve bu diasporada tabii ki büyük zorluklar yaşadılar. Şimdi durum gittikçe daha da zorlaşıyor.
Bunun bir nedeni, kentli Kürtlerin büyük oranda politikleşmesi. 90’ların öncesinde şehirlere giden Kürtler, genelde bir entegrasyon refleksi güdüyorlar ve kendi Kürtlüklerini özel alana hapsederek kamusal alanda bir Türk ve Sünni özne gibi davranabiliyorlardı. Barış Ünlü’nün bahsettiği “Türklük Sözleşmesi”ne uygun bir öznelik üretmeye çalışıyorlardı. Fakat 90’lardan itibaren, biraz da Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı yeni bir ethos, yeni bir kimlik, yeni bir öznellik ortaya çıktı ve bu duruş kendini artık sadece özel alana hapsetmedi, kamusal alanda da Kürtlük ile var olmak isteyen bir şeye evrildi. Özellikle 2015’te HDP’nin barajı geçerek meclise girmesi, 2013–2015 arasındaki müzakereler döneminde Kürtlüğün ve hatta Kürt Özgürlük Hareketi’nin bile kamusal alanda meşrulaşması, kentli Kürtlerin Kürtlükleriyle gururlanmalarının ve gündelik hayatın her alanında performe etmelerinin önünü açtı. Ne var ki sonra işler çok hızlı biçimde tersine dönmeye başladı: Rojava’daki gelişmelerden tut, öz yönetim direnişlerine kadar.

Bu değişim oradaki Kürtleri nasıl etkiledi?


Mesela Kürtlerin Kürtlüklerini açıkça performe etme tecrübeleri ya sınırlandırıldı ya da bu tecrübenin bedeli ve yükü arttı. Kürtlüğünüzü kamusal alanda halen performe edebilirsiniz ama bunun bedeli ağır olur. Buna dair en bariz örnekleri de Sakarya’da, şurada burada yapılan linçlerde görüyoruz. Deniz Poyraz’ın İzmir’de katledilmesi ise bu noktada geldiğimiz eşiği göstermesi açısından önemli.
Kürdistan’daki mücadele ve direnişin dinamikleri, Kürtleri, Kürdistan’da olmasalar bile sürekli etkiliyor; hayalet gibi Kürtlerin üzerinde geziniyor. Birçok araştırma da gösteriyor ki, metropollerde yaşayan Kürtlerin hayatı bizim düşündüğümüzün de ötesinde bir yapısal şiddet barındırıyor. Okulda, evde, işyerinde, hatta gittiği cami ya da Kuran kursunda bile aslında maruz kaldıkları deneyimler, bize ırkçılığın sömürgeci bir lensle insanları nasıl bir nevi nesneleştirdiğini gösteriyor.

Başka bir yerde son dönemde artık iyi Kürt, kötü Kürt ayrımının da ortadan kalktığını, saldırı altında olanın Kürtlüğün kendisi olduğunu söylüyorsun. Bunu toplumsal anlamda da söylemek mümkün mü? Eskiden mesela Türkiye’nin batısında Kürt’ün bir mecburi sorgusu vardı: Şırnak’tan, Hakkâri’den falan geldiğini söyleyene önce, “PKK’li olmadığını kanıtla” deniliyordu ve ondan sonra iyi Kürt mü, kötü Kürt mü karar veriliyordu. Bugünkü durumda artık böyle bir şey de mi yok mesela? Kürtsen düşman hanesine mi yazılıyorsun?


Bence bu durum kesinlikle var. Tabii karikatürize ederek ve bir genelleme yapmayı göze alarak söylüyoruz bunu. Tabii ki devletin hala seçici bir şiddeti de var. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir aktivisti olmak ile olmamak aynı şey değil, bunu biliyoruz, bu şerhi de düşeyim. Bu şerhi düşmemek, bir yandan direnenlere de haksızlık olur çünkü.
Bir şeyi söylemek mümkün: Eskiden devlet için insanların ne yaptıkları önemliydi. Kürt olup olmamandan ziyade Kürt olarak yaptığın şey devletin bekasına, kırmızı çizgilerine uyuyor mu? Uymuyorsa, cezalandırmakta herhangi bir beis görmüyordu, şu anda da görmüyor. Son yıllarda kentsel alanlardaki linç vakalarına baktığımızda ise söylediğin şeyi görüyoruz: Artık Kürt’ün yaptığı şeye yönelik değil, doğrudan olduğu şeye yönelik bir şiddet var. Kürtçe konuşuyor olması, Kürt olduğunun bir kanıtı olarak addedilip şiddet direkt ona yönlendiriliyor.
Bunu Almanya’daki Holokost deneyiminden hareketle söylüyorum. Holokost’tan sonra, 60’ların başında, Yahudi entelektüeller, bu meseleyi çok tartışıyorlar. “Bu felaket başımıza neden geldi” sorusu, çok temel bir soru. Buldukları cevap şu: Biz aslında bir şey yaptığımız için değil, Yahudi olduğumuz için öldürüldük. Yani ‘yaptığımız şeyden dolayı değil olduğumuz şeyden dolayı’ Naziler tarafından soykırıma uğratıldık. Kürtlerin durumunu şimdi o kadar dramatik bir noktaya çekmek istemiyorum ama en azından ırkçılık Türkiye’de yükseldikçe ve bu Sünni-Türk özne kendi imtiyazlı konumuna tutundukça Kürtlüğün kendisinin bir var-oluş olarak tehlikeye dönüştüğünü söylemek mümkün.

Türkiye’nin birçok kentinde Suriyelilerin de artık toplumsal hayatın önemli bir unsuruna dönüşmüş olması da Türklüğün başka bir biçimde yeniden kurulmasına katkı sunmuş olabilir mi? Suriyelilere bakarak daha egemen ve bir miktar yeni bir Türklük de inşa edilmiş olabilir mi?


Kesinlikle ve burada artık AKP-MHP sınırlarını da çizmeye gerek yok. CHP’nin başkanı, kendi ağzından, ben iktidara geldiğimde Suriyelileri evlerine geri göndereceğim, diyor. Böyle bir Türklük krizi var ve bu ontolojik bir kriz.
90’larda milyonlarca Kürt Türkiye metropollerine göç ettiğinde de çok benzer söylemler vardı. Bu iki dönemin karşılıklı medya analizi yapılsa eminim şablonlar, sloganlar bile motamot aynı olabilir. 90’ların ortasında Kürtlere dair üretilen diskur neyse, bugün belki onun da daha ağırı Suriyeli savaş mağdurlarına karşı kullanılıyor. Bu, bir açıdan da aslında, Türklüğün kendi gücünü, erkekliğini yitireceğine dair korkusu. Üç çocuk meselesi de bu açıdan tesadüf değil. Fanon, siyah erkeğin beyazı ne kadar tedirgin ettiğini de böyle anlatır: Çünkü siyah bereketlidir, bir sürü çocuğu vardır ve onun cinsel organına dair de bir imaj, tahayyül, fantezi vardır. Kürt veya Suriyeli olmak da aslında Türklüğün varlığına, onun mekansal hegemonyasına birer meydan okuma olarak algılanıyor ve bu nedenle de böyle sürekli tehlike olarak işaretleniyor. Burada CHP’nin, İYİP’in; hem muhalefet hem de iktidarın tamamının meseleye Türklük Sözleşmesi lensiyle bakması, hiç tesadüf değil.

II. BÖLÜM

Antropolog Dr. Adnan Çelik, röportajımızın ikinci bölümünde, Türkiye’deki toplu şiddet potansiyelini, metropollerdeki yeni Kürt kuşağını ve Türk devletinin hafızakırım siyaseti ile buna karşı direnişin olanaklarını değerlendiriyor.

Belki birçok kentteki HDP binalarının aynı gecede saldırıya uğradığı öyle bir gün hafızamızda olduğu için de bunu daha hızlı düşünür hale geliyoruz ama: İzmir’deki saldırı ve son linçler ardından Türkiye’de Kürtlere yönelik pogromların ihtimal dahilinde olduğunu söylemek mümkün mü? Bunu konuşmak gerekiyor mu?

Böyle sorular gündeme geldiğinde geçmişe de bakmak gerekiyor. Bu ülkenin geçmişi, bu topraklar üzerinde tahayyül edebildiğimiz veya edemeyeceğimiz her şeyin gerçekleşme olasılığının olduğunu gösteriyor. Pogromlardan soykırıma, linçten zorla yerinden etmeye, işkenceden zorla kaybetmelere kadar aklımıza gelebilecek bütün şiddet repertuarı, maalesef çok zengin bir biçimde duruyor karşımızda. Bu anlamda geçmişteki yaşanmışlıklar, maalesef bize bunların gelecekte olmayacağını söylemiyor.

Tabii bir de şeyi söylemek lazım: Bu toplumsal süreçlerin bir formülü yok. Bunlar, belli tarihsel anlarda, bir sürü farklı bileşkenin bir konfigürasyon içinde birikmesiyle ortaya çıkıyor. Kitlesel şiddet üzerine çalışan tarihçi ve sosyologların ortaya koyduğu birtakım modellemeler, öngörüler var ama böyle şeyleri gerçekten öngörmek imkansız.

6–7 Eylül 1955’teki pogromu düşünelim. Demokrat Parti, 50’lerin başında ilk defa iktidara gelmiş ve Kürtler dahil herkes ülkede muazzam bir demokratikleşme bekliyor ama çok kısa bir süre içinde neler olduğunu görüyoruz.

Beni kaygılandıran bir de şöyle bir şey var: Türkiye’de şiddet, sadece dikey gelmiyor; esas olarak iktidardakilerin kendi ajandaları, gündemleri üzerinden mobilize edilen bir şiddet var ama bir yandan da bütün bu bahsini ettiğimiz Türk toplumsallaşması var. Türk-Sünni ethos, onun imtiyazlı konumu ve arzusu da aslında bu şiddetin sürekli yatay düzeyde de harekete geçirilebileceğini gösteriyor.

Türkiye’de şiddet, hem yatay hem dikey olarak çok hızlı mobilize edilebilecek bir kapasitede. Bekçiler, SADAT gibi yapıların hepsi, bize biraz da bunu gösteriyor. Yatay şiddetin harekete geçirilmesinin ihtimal olduğu her yerde de pogromlar, ihtimal dahilindedir; bunu hiçbir zaman unutmamak lazım.

Türkiye metropollerinde artık 90’lardan sonra ya da hatta 2000’lerden sonra doğan milyonlarca Kürt de var. Oradaki Kürtlerin halet-i ruhiyesini konuşurken bunu çok fazla, en azından 80’lerde ya da hatta 70’lerde doğanların hayata baktıkları yere göre değerlendirmiyor muyuz sence de? 90’lardan, 2000’lerden sonra Türkiye metropollerinde doğan Kürtleri önceki kuşaklardan ayıran ne?

Bir kere en sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Bu konuda araştırmalara ihtiyacımız var. Gerçekten çok az şey biliyoruz; daha doğrusu, kendi çevremizdekilerle sınırlı olarak biliyoruz. Buna dair elimizde ampirik bir veri yok. Milyonlarca Kürt’ün yaşadığı bir metropol deneyiminden bahsediyoruz, artık orada doğanlardan bahsediyoruz ama bunlara dair profiller çıkarmak için araştırmalara ihtiyaç var. Keşke birileri yapsa bunu.

Hafıza Merkezi’nin yürüttüğü “Gençlik ve Hafıza” başlıklı bir proje var, orada bir süredir danışman olarak çalışıyorum. Bir grup gençle 10 haftadır her hafta birtakım atölye çalışmaları yürütüyoruz, onlara kendi projelerinde destek olmaya çalışıyoruz. Çok heterojen bir grup, Türkiye’nin her yerinden gençler var, Kürtler de var.

Proje grubundaki gençlerden biri, doktora tezim üzerinden 90’ları anlatırken bana çok ilginç bir şey sordu. Sunumumdaki ana argümanım, 90’ları monolitik, yekpare bir 10 yıl olarak düşünmemek gerektiği; 90’ların kendi içinde sekansları olduğu ve o sekansların bazılarında Kürdistan kurulacak kadar yakın bir zafer ufku, bazılarında ise “dünya başımıza yıkıldı, bir daha asla düze çıkamayacağız” duygusunun hakim olduğuydu. O genç bana, “Yahu niye benim kuşağımın o günlerin direniş hafızasından haberi yok? Niye biz 90’ları sadece köylerimizin yakıldığı, insanlarımızın katledildiği bir mağduriyet hikayesi olarak biliyoruz?” diye sormuştu. Bu, benim için çok sarsıcı bir soruydu. 90’ların sonunda doğan bir gencin 90’lara dair hafızası ile benim hafızam aynı değildi. Bizim “90’lara dair kolektif hafıza” diye ağzımıza sakız ettiğimiz bir şey var ama aslında hiç de birbiriyle örtüşmeyen ne kadar çok hafıza var.

Peki bu farklılık onlara ne yapıyor?

Kentlerde doğan bu kuşak, Kürtlüğü benim senin deneyimlediğimiz gibi deneyimlemiyor, algıladığımız gibi algılamıyor muhtemelen. Bu, sosyolojik olarak zaten çok doğal bir şey. Nihayetinde aynı mekanda doğmamak; aynı sosyalleşme örüntülerine, pedagojik örüntülere girmemek, insanların tabii ki ideolojik angajmanlarını, yönelimlerini de etkiliyor. Anladığım kadarıyla bir Kürtlük bilinci var; hatta belki de Kürtlük kimliğini önceki kuşaklara oranla daha rahat ifade etme, Kürtlüğüyle daha barışık olma durumu da var. Ama bir yandan da bu Kürtlüğünü sadece siyasallık üzerinden, tamamen siyasallaşmış bir beden olarak düşünmenin yarattığı bir sıkıntı, bir ağırlık var. Kürt meselesinin uzaması, ödenen bedellerin ağırlığının artması da yeni kuşaklarda böyle bir durum ortaya çıkarıyor. Bu, bir nevi yorgunluk: Sürekli o siyasal bedenin içinden konuşmak, bu kuşağı bazen irrite edebiliyor.

Benim kuşağım, kendimden de biliyorum, nerede bir araya gelse döner dolaşır siyaset tartışır, Kürt meselesi tartışır. Bana öyle geliyor ki bu kuşakta mesela biraz bu siyasallığın ötesine geçen yeni öznellik arayışları da var. Fakat bu kolektif belleğin inşası ile ilgili çok ciddi bir kriz de var.

Krizin bir yanı, bu bellek, özellikle 90’lar belleği: Bu bellek, bu kuşağa daha çok bir mağduriyet rejimi içinden ve mağduriyet grameri ile gelmiş. Bunun da bir sürü nedeni var. Nihayetinde 90’larda insanların yerinden edilmesi ve hak ihlalleri, bir insan hakları diskuru ve aktivizmi oluşturdu. Bu diskur ve aktivizm, Türkiye’de kendini ifade edebilecek yegane yoldu, çünkü devletin meşruiyet çizgileri ancak bu şekilde kendisini ifade etmesine olanak sağlıyordu. Böyle olunca da insanlar artık kendi direnişleri, eylem repertuarlarıyla ilgili de daha çok bu mağduriyet üzerinden bir söylem geliştirdiler. Bu kuşak, bu diskura çok fazla maruz kaldı, onu görüyorum.

Bu kuşağı bizden ayıran en temel noktalardan biri de, bu kuşağın artık Kürtlüğü ve Kürdistan’ı bizim kadar ayrıksı düşünemeyebiliyor olması. Bu, biraz da kendi mekansal zorunluluk ve deneyimlerinden dolayı böyle. Örneğin meseleyi bir Kürdistan meselesi değil de Kürt meselesi gibi düşünmek gibi bir durum var.

Bir de şöyle bir durum var belki: Ebeveynlerinin doğduğu dünya da yine devlet baskısının olduğu bir dünyaydı ama Kürtlüğün hiç değilse aslolan olduğu, normal olan olduğu, çoğunluk olduğu bir dünyaydı. Ama onlar, doğrudan çevrelerine karşı savunulması gereken bir Kürtlüğün içine doğuyorlar…

Kesinlikle, bu çok önemli. Hatta bunu kendi arkadaş çevremde de gördüm hep. Ben Amed’in Kulp ilçesinin bir köyünde doğdum ve liseye kadar Kürtlük, üzerine hiç düşündüğüm bir şey değildi. Olağan bir şeydi, doğal bir şeydi, seninle olan bir şeydi. Metropollerde büyüyen Kürt arkadaşlarımı politik olarak hep daha radikal, daha rijit bulmuşumdur. Bunu yargılamak için söylemiyorum, bir durum bu. Çünkü öteki ile çok erken bir dönemden itibaren karşılaştığı için ötekiyi inşa etme ve o öteki ile ilişkisini güç ilişkileri içinde konumlandırma durumu var.

Ayrıca kendisini de öteki olarak inşa etme, değil mi?

Evet, aynen; ama ne yalan söyleyeyim: Üniversiteye gidene kadar Türk, benim gözümde ne ötekiydi ne de başka şeydi. Türk neredeyse yoktu, öyle bir imge yoktu, öyle diyeyim. Sonradan ama benim için de Türk diye bir imge oluşmaya başladı.

Kürt Özgürlük Hareketi’ni de artık kuşaklar bağlamında konuşabiliriz belki. Hareket, ortaya çıktıktan sonra geçen zaman itibarıyla da artık komple kuşakları en çok belirleyen gelişmelerden biri olarak görülebilir. Bunun etkileri var mı? Mesela kaynağını buradan alan bir kuşak çatışması da var mı Kürt toplumsallığında?

Hamit Bozarslan’ın bu konuda güzel bir tespiti var: Kürdistan’da, neredeyse 10 yılda bir, bir kuşak yenilenmesi yaşanıyor ve bu yenilenme de aslında Kürt mücadelesinin aktif bir biçimde halen sürmesiyle ilgili. Bu tespit bana da çok doğru geliyor.

Türkiye’nin batısında 80 darbesinden bu yana gelen bir kuşaktan bahsederiz; en iyi ihtimalle 2013’e, Gezi’ye kadar ama Kürtlerde öyle görünüyor ki sürekli bir dinamizm var ve her 10 yılda bir yeni kuşak kendi karakterini, repertuarını ve dilini oluşturabiliyor.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin sanırım bu noktadaki en büyük gücü ve avantajı şu: 80’lerden başlatsak bile 40 yıllık bir tarihten ve en az dört kuşaktan bahsediyoruz ve bu dört kuşağın birbirleriyle ilişkileri var; deneyimlerini, belleklerini ortaklaştırma ve birlikte düşünme avantajları var. Halkların Demokratik Kongresi’ne dair bir araştırma yaparken bizi en çok etkileyen şey de buydu: Farklı yaş ve kuşaklardan gelen aktivistlerin birbirlerinden öğrenmeleri ve birbirlerini dönüştürme kapasiteleri. Kürt Özgürlük Hareketi, kadın mücadelesi üzerinden toplumsal cinsiyeti, sosyal mücadeleler üzerinden sınıfı, siyasal mücadele üzerinden Kürt meselesini; yani Kürtlüğe ve Kürdistan’a dair farklı sorunları, toplumsal meseleleri, bu farklı kuşaklar içinde ilişkisel bir temelde kurabildi.

İşte bugün 20 yaşında olan bir genç, aynı zamanda kadın özgürlük mücadelesini de, Kürdistan özgürlük mücadelesini de ve sınıf mücadelesini de birlikte düşünebiliyor; bunları birini diğerine önceleyen bir yerden görmüyor, eş zamanlı ve kesişimsel bir temelde yürütülmesi gereken mücadeleler olarak görüyor. Bu, Kürt özgürlük mücadelesi perspektifinin kuşatıcılığından da geliyor.

Kuşak çatışması ama her zaman vardır ve bu çatışmanın olmadığı bir bağlam düşünmek biraz zor. Doktoramdaki saha araştırmalarına dayanarak şunu söyleyebilirim: Kürdistan’da bu çatışma, kendini bazen farklı biçimlerde ortaya koyabiliyor. Sınıf meselesi mesela, son yıllarda önemli bir ayrışma ve çatışma noktası. Çatışmadan kastım fiziksel, somut bir çatışma değil ama ideolojik açıdan ve yaşama bakış açısında ortaya çıkıyor.

Bunu bir örnekle anlatabilir misin?

Mesela Kürdistan’da orta sınıfın oluşması ve bu sınıfın daha liberal oluşu, talep katalogunu daha “makul” bir yerden kurması ile öz yönetim direnişleri döneminde gördüğümüz gençlik kuşağı arasında ciddi bir gerilim yaşandı. Bunları şimdi unuttuk ya da sessizleştirdik gibi görünüyor ama bunlar çok önemli meselelerdi. Öz yönetim direnişlerine katılan gençlerin hayata bakış açısı, toplumsallık talepleri ile bu orta sınıfın perspektifi, bakışı muhtemelen aynı değildi. Bu anlamda her kuşak aslında kendi dilini oluştururken diğer kuşaklardan kendisini ayrıştıran bir akar da bulabiliyor.

Yeni kuşakta ne var, bunu kestirmek zor ama benim bir şeyden hiç şüphem yok: Bu yeni kuşak da bir şekilde kendi dili ve repertuarını çok hızlı bir şekilde oluşturacaktır.

Aynı şeyi Türk metropollerinde yaşayan Kürtler için de düşünüyor musun? Bazı insanlar, buralardaki yeni Kürt kuşağının Kürtlüğü ve Kürdistan’ı eskisi kadar savunmuyor hale geldiğine dair endişelerini paylaşıyor…

Bu bence çok anlaşılır ve haklı bir endişe. Sonuçta kolonyal bir mekanın içine doğan bir kuşaktan, bir öznellikten bahsediyoruz. Bu öznelliğin kendini kurma biçimleri de eminim farklı olacaktır. Dediğim gibi, elimizde ampirik bir veri olmadığı için söylenen her şey biraz havada kalıyor.

Nihayetinde iktidarın, sömürgeci rejimlerin aslında arzuladığı şey, meseleyi zamana yayarak asimilasyonu, rıza üretimini güçlendirmek; bunu yaparken de insanların elinden dillerini almak. Anadil aslında kimliğini kurarken çok önemli bir şey; bir ayrım noktası, fark göstereni. Anadilini elinden aldığında aslında elinden bir sürü başka şeyi de almış oluyorsun.

Dediğim gibi metropollerdeki yeni kuşak, meseleye bir Kürdistan meselesi olarak değil de Kürt meselesi olarak bakıyor ve bu ikisi arasında fark var. Meseleye Kürt meselesi olarak bakmak, onu Türkiye’deki üniter sınırlar içinde çözülebilecek bir kültürel, kimliksel mesele olarak düşünmek demek; ama Kürdistan meselesi olarak düşünmek, Kürdistan’ın bölünmüşlüğünü, kolonizasyonunu, dört parçanın geleceğini birlikte tahayyül etmek gibi gereklilikleri de doğuruyor. Bütün bu kuşak için söyleyemezsek dahi metropollerde doğup büyüyen kuşak için mesele, büyük oranda, Kürt meselesine dönüşüyor.

Kürdistan’da bir “yeniden kolonizasyonun” söz konusu olduğunu söylüyorsun, belki bu tezini de aynı bağlam içinde düşünmek mümkündür… Yeniden kolonizasyondan bahsederken yeni bir hafıza kurmaya, bunun için de verili hafızayı yok etmeye çalıştıklarını tespit ediyorsun. Bu da sanırım kuşak tartışmasına içkin bir mesele, keza o yeni hafıza da en çok yeni bir kuşakla birlikte inşa edilmek isteniyor. Oldukça doğrudan sormak istiyorum: Böyle hafızaya yönelen bir saldırıya, kolonizasyona nasıl direnilir? Hafıza ile mi direnilir mesela? Ne yapmak gerekir?

Sanırım önümüzdeki en temel sorulardan biri bu. Benim doktora tezimde de göstermeye çalıştığım aslında şu: 1980’lere kadar Türkiye Kürdistanı’nda devletin ancak despotik şiddeti ile var olabildiğini, bu despotik şiddeti geri çektiğinde ya da susturduğunda ise orada yaşayan insanların gayet Kürt olarak, kendileri olarak yaşamlarını idame ettirdiklerini görüyoruz.

Bu, şu anlama geliyor: Sana karşı sürekli tehdit oluşturan, senin manevra alanlarını belirleyen sürekli bir şiddet olsa da, kendi özel hayatında, gündelik yaşamında ne istiyorsan onu yapıyorsun. Bu aslında insanların Kürtlüğe dair hafızalarını, dillerini, kültürlerini devam ettirmelerinin olanağıydı. Fakat 80’lerden sonra bir sürü şey değişti. Bir yandan Kürdistan’da okullaşma oranı arttı, devletin altyapısal iktidar teknikleri gelişti. Her yere yol yapmak, en ücra köye ulaşmak, televizyon, internet, bankacılık hizmetleri… Devlet, altyapısal iktidarı üzerinden Kürdistan’ı artık sadece despotik yöntemlerle değil ayrıca altyapısı ile sarıp sarmaladı. Bu, artık senin bir Kürt olarak gündelik yaşamını da istediğin gibi üretememen demek. Yeniden kolonizasyon dediğim şey, biraz bu: Despotik iktidarın bu altyapısal iktidarla senkronize olması, buluşması ve böylece Kürdistan’ı çok daha derin bir biçimde kuşatmış olması.

Hafıza ile ilgili meseleyi de biraz buradan okuyorum: Bu altyapısal iktidarın gelişimi demek, devletin artık bir yönetimsellik tekniği olarak sadece şiddet ile terbiye etmekle kalmaması, aynı zamanda Kürtlerin bedenini, ruhunu, duygularını, arzularını ve gelecek perspektiflerini de yönlendirmek istemesi; oraya müdahale etmek, onu kurmak istemesi demek.

Böyle olduğunda aslında hafıza, çok önemli bir noktaya geliyor. Kürtlerin 80’lere, 90’lara kadar özellikle sözlü geleneklerinin gücünden feyz alarak kuşaklar arası hafıza aktarımının çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Hatta daha antropolojik bir yorumla: Kürdistan nüfusunun yüzde 80’i kırlardaydı ve evler genelde bir ya da iki odalıydı; çocukların, kadınların, yaşlıların, bütün aile bireylerinin aynı mekanı paylaşmasından dolayı maruz kaldıkları narratif de aynıydı. Bu anlamda hafızalaştırma ve hafızanın aktarımı, aslında çok güçlü bir sürdürülebilirlik gücüne de sahipti. Fakat zorla yerinden edilme, metropollere göç gibi gelişmeler, hafızanın kuşaklar arası aktarımını da büyük oranda kesintiye uğrattı. Handan Çağlayan, raporunda bunu, “Aynı Evde Ayrı Diller” başlığıyla anlatmıştı; gerçekten de aynı evde ayrı diller oluştu. Artık nene ve dedeler torunlarıyla Türkçe konuşamıyor, torunları da onlarla Kürtçe konuşamaz hale geldi. Bütün bunları hafızaya dair bir tehlike çanı olarak söylüyorum.

Klasik bir tespit vardır: Ezenlerin tarihi, ezilenlerin belleği vardır. Bu, en azından 80’lere kadar Kürtler için gerçekten de çok dert değildi. Onlar “büyük T” ile kendi tarihlerini yazıyor olsalar da Kürtlerin de kendi bellekleri, geçmişe dair kurgulama yetenekleri, hayatta kalmalarına yol veriyordu. Peki şimdi ezilenler kendi belleklerini nasıl kuracak ve aktaracaklar? Bu hakikaten çok yönlü ve çok büyük bir soru.

Bunun yeniden kolonizasyon ile bağını biraz daha somutlaştırabilir misin?

Yeniden kolonizasyon, geçmişe dair izleri fiziki olarak da ortadan kaldırıyor. Hasankeyf gibi bir uygarlık beşiği bile sulara gömüldü; vadiler sularla dolduruldu. Kentsel alanda Kürtlüğü anlatan sembolik ne varsa yıkılmaya başlandı. Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Roboskî, Ahmedê Xanî gibi anıtlar kayyumlar eliyle kaldırıldı. İktidar, bir hafızakırım siyasetiyle aslında toplumun belleğini oluşturan ana arterleri tek tek koparıyor. Bu hafızakırım siyasetinin karşısında Kürtlerin siyasal mücadeleleriyle birlikte “Nasıl bir bellek oluşturmalıyız?”, “Kolektif bellek inşasını nasıl geliştirmeliyiz?” ve “Belleğimizi gelecek kuşaklara nasıl aktarabiliriz?” soruları üzerine biraz daha tefekkür etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Artık kırsal bir pastoral hayat içinde değiliz. Dede, torununa her gün, her akşam aynı şeyleri tekrarlayarak bir hafızalaştırma yapamıyor. Durum, bizim düşündüğümüzün de ötesinde bölünmüş bir durumda. Böyle bir bağlamda Kürtler, hafızalarına, geçmişlerine nasıl sahip çıkacaklar? Bunun bir yolu şu: Bugün Başur’da ve Rojava’da en azından defakto yönetimler var, egemenlik var ve Kürtlerin kendi tarihlerini “büyük T” ile yazmalarına dair de bir çaba, girişim var. Kürt çalışmaları sahası da 2000 sonrasında yazılı anlamda muazzam bir genişleme yaşadı ve artık Kürtlere dair güçlü bir literatür oluşmuş durumda; her ne kadar büyük oranda Kürtlerin anlamadığı dillerde olsa da.

Türkiye ya da Kürdistan’daki özgürlük hareketlerinin, özgürleştirici hayalleri olan toplumsal dinamiklerin bu hafızalaştırma siyaseti üzerine düşünmeleri gerekiyor. Benim somut bir cevabım yok; çünkü bu mesele, gerçekten çok karmaşık bir mesele. En azından şunu söyleyebilirim: Kürtlerin kolektif bellek inşası çok yaralanmış, acıtılmış, bir nevi delik deşik edilmiş durumda ve bu kolektif belleği gelecek kuşaklara aktarmanın yollarını henüz bulmuş değiliz.

Hafıza çalışması denildiğinde akla hep dün geliyor, geçmiş geliyor ama hafıza çalışması demek, aynı zamanda bugünü anlatmak da demek, değil mi?

Kesinlikle öyle. Bellek dediğimiz şey, aslında geçmişle ilgili olduğu kadar şimdiyle ve gelecekle de ilgili. Bu üçü arasındaki diyalektiği kurmadığımızda ortada ne bir bellek ne de bir bellek aktarımı kalıyor. Geçmişi hatırlarız ama geçmişi de şimdiki zamanın duyarlıklarıyla, şimdiki siyasal angajmanlarımızla, önceliklerimizle filtreleyerek kurarız. Bu anlamda şimdideki konumumuz, şimdide ürettiğimiz siyasallık, hem geçmişe bakış açımızı hem de o geçmişi şimdi üzerinden geleceğe nasıl bağladığımızı belirleyen bir şey. Hafızaya, belleğe bakarken de bu diyalektiği düşünmek lazım.

Mesela mezarlıklara yönelik saldırıların belki de Kürtleri en fazla dehşete düşüren nokta olması, bana çok da tesadüf gibi gelmiyor. Mezarlık, süreklilik demektir; geçmişi şimdiye bağlayan, şimdiyi de geleceğe bağlayan uzun erimli bir bellek mekanıdır; süreklilik duygusunun bir sembolüdür. Mezarların yıkılması, tam da bu diyalektiği kopardığı için, yırttığı için insanları bu kadar dehşete düşürüyor.

Hafıza çalışmasından da kastım, geçmişi bir vakanüvis gibi yazmak, hatırlamak değil. Geçmişteki siyasal mücadeleden kalan, şimdiki mücadeleye ilham verecek, şimdiki toplumsal mücadeleyi büyütecek, güçlendirecek, mobilize edecek bir şey var mı orada? Geçmiş bize ne öğretiyor? Kürtlerin siyasal mücadelesi, geçmişten şimdiye Kürtlere ne öğretti ve bu öğrenilenler geleceğe nasıl aktarılacak? Hafızaya ben buradan bakıyorum.

Bunun yanı sıra bellek, kimliğini kurar ve siyasallığını inşa ederken seni en etkili biçimde mobilize edecek güç. Bunu saha araştırmalarımdan da hareketle söylüyorum: İnsanları siyasallaştıran en temel faktörlerden biri, bellektir, bellek ile kurdukları ilişkidir. Bu noktada sadakat gibi sözcükler kullanıyoruz. Bu anlamda Kürtlerin hafıza aktarımına dair bir çözümden bahsederken de her şeyi kasete kaydetsinler demiyoruz. Kürtler, bu yeni çağın karşısında, hem altyapısal hem despotik iktidar tehlikelerinin bu kadar genişlediği ve biyoiktidarın bütün bedenimizi kuşattığı bir çağda, hakikatlerini nasıl bir bellek aktarma sistemi üzerinden kurgulayacaklar? Bence esas olan bu.

  • Röportaj, 15–16 Temmuz 2021'de, Yeni Özgür Politika’da yayımlandı.
Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.