Dünden Bugüne: Sosyalizm, Milliyetler Meselesi ve Kürtler
Kapitalizm Sonrası Yaşamın Kuramcıları
Marks ve Engels rahmani yüzlü, sakallı iki yoldaştı. 19. yy ortalarına doğru, bilgilerini , emeklerini yan yana, üst üste yerleştiren iki bilim adamıydı. Onlar tıpkı iki duvarcı usta gibiydi…Yaşamı bulunduğu yerde görüp açıklamanın, değiştirebilmenin bilgisine ulaşmaya çalıştılar. Kuşkusuz her şey onlarla başlıyor da değildi. Her şeyde olduğu gibi felsefenin, bilginin / bilimin bir evveliyatı, tarihsel bir gelişmesi vardı. Bu iki canciğer yoldaş her şeyden önce kendilerini geçmişten o güne gelişen bilimsel – felsefi gelişmenin mirasçıları olarak görüp algıladılar. Alman felsefesi, Fransız siyaseti, İngiliz ekonomisi onları derinden etkilemişti. Gelişen, ilerleyen yaşamın eşitsiz gelişmesi sonucu olarak kapitalizm ilk Avrupa’ da doğmuş ve zirvede seyrediyordu. Marksizm de, bilimde, felsefede, kültürde, sanatta, edebiyatta, yaşamın bir bütün alanlarında yükselen kapitalizmin liberal dönemin ürünüydü. 19. yy, her bakımdan yaşamın değiştiği, hareketli bir yüzyıldır. Teknolojinin - sanayileşmenin, ekonominin, kentleşmenin geliştiği, toplumsal ayrışmaların / saflaşmaların derinleştiği, sanayi işçilerinin haklarını kitlesel olarak fiilen sahiplendiği, köylülüğün mücadelede bende varım diyebildiği bir tarihsel dönemdir.
Marksist teorinin pratiğiyle birlikte ancak böylesi bir ortamda ilgi ve yaşam bulabilmesi elbette bir rastlantı değildi, olamazdı. Açıklayıcı yaratıcı böylesi bir teori ancak böylesi bir hareketli yaşam pratiği içinde yakalayabilirdi. Yükselen burjuvazi ve modern işçi sınıfı üzerinden geliştirilen sınıf analizleri somut gerçekliğe oturmaktaydı. Kapitalizm, öncesindeki tarımsal dokuyu, toplumsal ilişkileri çözmekteydi. Burjuvazi güçlü, büyük bir devrimi temsil eden sınıftı. Sosyalizm tasavvuru da doğal olarak kapitalizm öncesi yaşamın değil, direk ileri kapitalizmin üzerinden düşünülebilir, yaşam bulabilir, gerçekçi, ileri bir tasavvur olabilirdi. Kapitalizm yükselişteydi ama her yaşayan gibi kendi içinde ölümünü taşımaktaydı. Sosyalizm ise kapitalizm sonrası konaktı. Ve ancak ileri kapitalist ülkelerde söz konusu olabilirdi. Marks’ ın, metodunun doğal, gerçeğe uygun değerlendirmesi böyleydi. Kapitalizm sonrası bir yaşam tasavvuru, kavrayışı da tek düze bir anlayışa hapsedilir gibi de değildi. Değişik farklı kavrayışlardan biri vardı ki oldukça hesaba katılması gereken anarşist görüşlerdi. Marks ve ünlü anarşist düşünürler arasında süren felsefi ve siyasal polemikler, devrim – değişim anlayışları, yorumları, felsefenin irtifa ve ufuk kazanmasında, entelektüel kazanımın zenginleşmesinde oldukça etkiliydi.
Marksizm, olup biteni açıklamayla kalmayıp, yaşamı değiştirebilmenin metoduydu her şeyden önce. Marks, toplumsal değişim ve devrimin öncelikle Avrupa koşullarında gerçekleşebileceğini öngörüyordu. Ona bu güçlü ihtimali fiilen kendisini ortaya koyan toplumsal – sınıfsal ayrışma ve sınıf mücadelesi düşündürüyordu. Marks ve Engels’ ten sonra, onların izini sürenlerin beklentisi hep bu çerçevede devam etti. Yüz yılın sonuna kadar devrimin ileri kapitalist ülkelerde olacağı bir gerçek durum olarak beklenildi. Beklenen olmadı ama başka bir şey gelişti, gerçekleşti. Avrupa’ da sıcak toplumsal çalkantıların fikri sonuçlarından etkilenen ve kendilerine Bolşevik diyen kadroların yönetiminde, 1917’ de, görece geri bir ülkede, Çarlık Rusya’sında, çok özel koşullarda önce ‘’ şubat devrimi ‘’ , ardından ‘’ Ekim devrimi ’’ gerçekleşti. Geri bir ülkede, tek bir ülkede devrim olabildi olmasına da yaşayabilme şansı var mıydı? Okyanusların ortasında, büyük dalgaların döveceği kuşatılmış, yalıtılmış bir ada…Emeğin üstünlüğüne - egemenliğine dayanan kapitalizme alternatif bir yaşamı inşaya koyulmak, bunu başarabilmek mümkün müydü. Sovyet devriminin ayakta kalabilmesi başka devrimler olmasına bağlıydı. Düşünülen buydu. Lenin, Bolşevik partisi , devrimci öncüler, Almanya’ da devrimi, Sovyet devrimini yalnızlaşmadan kurtaracak bir devrim olarak bekledi, durdu. Devrimler devrimi ayakta tutabilirdi. Hesaplar tutmadı, Sovyetler bir başına kaderiyle baş başa kalakaldı.
Gelişkin olmayan bir ülkede ve tek başına, çepeçevre kapitalist dünyaca kuşatılmış bir devrim… Devrimin başlangıcında toplumsal örgütlülüğü, dinamizmi ifade eden ‘’ Sovyetler / şuralar ‘’ da uzun süre yaşam imkanı bulamamıştı, sönüp gitmişti. Rejim, öngörüldüğü gibi yukardan aşağı ekonomide mülksüzlüğü, bir farklı ifadeyle toplumun ortak mülkiyetini sağlamaya koyuldu. Bunun için mülklü sınıflar üzerinde yürütülecek zor, zora dayanan bir uygulama gerekliydi. Zoru uygulayan kimdi ? İktidar kimdi, kimin olacaktı ? Sınıfın, emeğin mi, devletin, partinin mi ? Egemenler üzerinde diktatörlük, işçi – emekçiler, halklar için özgürlük, demokrasi…Bu nasıl olacaktı ? Devrim iddia edilen kanaldan değil, akabileceği yataktan aktı. Burjuvazi ve müttefiklerine karşı ‘’ proleter diktatörlüğü ‘’ adı altında konumlanırken, tüm toplum devletleştirilmenin hedefi oldu. Aslına bakarsanız Sovyet ülkesi; geniş Asya bölümü, Kafkaslarıyla bir tarım, yoksul köylülük, mujikler ülkesiydi. Tarımda mülksüzleştirme ise başlı başına çetin bir sorundu. Nitekim uygulamalar gerilimli, inişli çıkışlı bir yol izledi. Devrimi yöneten partinin, sınıfla, halklarla, toplumla olan bağları zayıfladı, giderek koptu. Devletin - partinin toplumsal yaşam, bilim, edebiyat, sanat, fikir dünyası üzerindeki bürokratik egemenliği / baskısı sosyalizmin yüce amaçları adına övgüyle savunuldu. İnsan ve emeğinin sömürülemeyeceği yeni toplum, yeni bir insan, yeni bir yaşam hedefi orta yerde kaldı. Devlet – parti bürokrasisi çatıda yoğunlaşıp kenetlendi, toplumun, insanın, emeğin özgüvenini silikleştirdi, yaratıcı ruhu nefessiz kaldı..
Avrupa’ da yükselen burjuvazi herhangi bir egemen sınıf değildi. Eli kolu uzun, güçlü bir sınıftı, ulus üstü bir ufka, ideolojiye de sahibiydi. İşçi sınıfı da onun karşısında ciddi bir alternatif olmak istiyorsa evrensel bir güç olarak ortaya çıkmalı, birleşmeli, birlik kurmalıydı. 3. enternasyonal bu gerekçeyle 1919’ da kuruldu. Ve enternasyonal ‘’ Dünyanın tüm işçileri birleşin ‘’ diyebilen önemli bir amacı işaret etti. Bu birlik dünya işçi sınıfının uluslar üstü birliği olacaktı. Gerçek şu ki; mülksüz, kentli ve modern bir sınıf olarak işçiler tarih sahnesine henüz çıkmıştı, çiçeği burnunda bir sınıftı ve bir tek Avrupa’ da söz konusuydu. Sovyet devrimi öncülerine bakılırsa; birleşen dünya işçi sınıfı ezilen diğer sosyal sınıfları, tüm halkları özgürlük ve eşitlik, gönüllük çerçevesinde birbirleriyle buluşturacak, kardeş kılacak, burjuvazinin karşısına dikecekti. Bu umut veren, çekici bir iddiaydı. Bu amaç gerçekleşebilirse dünya çapında emeğe dayalı bir dünyayı mümkün kılabilecekti...Denilen, istenilen bu olsa da, yapılan, mümkün olan farklıydı anlaşılan. Adı enternasyonal olanın kendisi enternasyonal değildi, olamadı. Ağabey komünist parti etrafında toplanmış, hınk diyiciliğin ötesinde işlevi olmayan, sadece komünist sıfatı taşıyan uydu komünist partilerden oluşan bir topluluk özelliğini aşamadı. Her tedbir, her uygulama, her şeyi tekmil sağlam varsayılan ‘’ sosyalist anavatan ‘’ ın korunması adına yapılmaktaydı. Komüntern kararları, uygulamaları fiilen hep baskıcı - devletçi bir rejime hizmet etmenin ötesine geçemiyordu..
1917 ekim devrimiyle gerçekleşen Sovyetlerin yalnızlığı 2. dünya savaşında Avrupa’ da faşizmin yenilgisiyle son buldu. Kızıl ordunun desteğinde Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizmi yalnızlıktan kurtaran halk yönetimleri, sosyalist yönetimler kuruldu, şekillendi. Artık Sovyetler etrafında kümelenen sosyalist ülkeler topluluğu, sosyalist bir blok vardı., daha güvencedeydi. Sovyetlerin öncülüğünde sosyalist blok, tüm dünyada değişik düzeydeki ileri değişim ve dönüşüm hareketlerinin lokomotifi konumunda olacak, bu hareketlere her düzeyde katkı koyacaktı. 1929 ekonomik buhranından itibaren kapitalist dünyada faşizm gelişmiş, 2. bir savaşın başlıca nedeni olmuş, büyük yıkımlar yaşanmıştı.. Savaş faşizmin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. 1945 sonrası yaşamın dokularına sinmiş faşizan değerler yerini yükselen özgürlük, demokrasi değerlerine bırakmıştı. Bu hava Stalin sonrası Sovyet rejimine de yansımıştı. Karşıt iki blok arasında silahlanma yarışı, ideolojik rekabet, aba altından sopa göstermek / tehdit etmek, dünyayı saflara ayırmak şeklinde yürüyen kesintisiz bir ‘’ soğuk savaş ‘’ dönemi başladı. Kapitalist ülkeler kendilerine ‘’ Özgür Dünya ‘’, sosyalist blok ülkelerine ise ‘’ Demir Perde Ülkeleri ‘’ diyorlardı.. Dünyadaki saflaşma her iki bloktaki devletleri ‘’ derin devlet ‘’ imkanlarıyla donattı, bizzat kendi toplumlarına karşı daha da otoriter ve baskıcı kıldı.
Sömürge konumundaki ülkelerde ciddi bir uyanış yaşandı. Üçüncü dünya ülkelerinde bağımsızlık hareketleri hız kazandı. Sovyetler karşı bir blok yaratabilmiş olmaktan kaynaklı önemli bir güç, ileri bir hamle yapma imkanı yakalamıştı. Dünyada demokrasi ve barış mücadelesi ilgi bulur hale gelmişti.. Faşizmin yenilgisinden sonra ileri kapitalist ülkelerdeki sosyal - siyasal dinamizm yeniden yükselişteydi. İşçi sınıfı hareketi ve komünist partilere de bu konuda önemli görevler düşmekteydi. Komünist partileri, işçi sınıfı ve emekçi hareketleri kapitalist ülkelerdeki sistemi güçlü bir muhalefet olarak zorlayacak, bu güçler demokratik iktidar arayışlarını yükselteceklerdi. Sosyalist antitez; sosyalist blok, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı ve komünist hareketler, üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketleri şeklindeki üç sac ayağı üzerine oturmaktaydı. Kapitalizm karşıtı sosyalist proje böylesi üç ayaklı birleşik bir mücadele temeline oturacak, kapitalist / emperyalist kampı bir bütün dünyada geriletecek ve eninde sonunda zafer tüm dünyada Sovyetlerin, sosyalizmin olacaktı.
Sovyetlerin, etrafında kenetlenmiş, onu koruma altına almış sosyalist blokun varlığı her şeyden önemliydi. Ağabey parti olan Sovyet Komünist Partisi çevresinde toplanmış, dünyaya yeni nizam verme iddiasındaki komünist partiler bir araya gelmiş, enternasyonali oluşturmuşlardı. Bu uluslar üstü yönlendirici merkezi otorite emek dünyasının temel güvencesi ve yol göstereniydi. Antitez karşı organizasyonlarını kurup geliştirdi. Nato’ ya karşı Varşova paktı, AET’ ye karşı COMECON örgütlenmişti. Kim ileriydi bilimde – fende, hangi kamp insani bir dünya peşindeydi, demokrasi, barış yanlısıydı ? Hangi ülkenin, kampın sporcuları daha başarılıydı ? Mücadele oldukça çok boyutluydu, kapsamlıydı, Uzay yarışı psikolojik rekabet çerçevesinde ağır maliyet taşıyan, kaynak tüketen, her şeyden öteye bir reklam mücadelesiydi. Silahlanmanın, ideolojik – psikolojik mücadeleyle birlikte yürütüldüğü bir dünya ortamında ağır yükü taşıyanlar, her zamanki gibi baskı altında tutulanlar halklar, emekçiler, ezilenlerdi. Bu gerilimli, çatışmacı ortamın kaybedeni halklar, kazananı ise dişinden tırnağına örgütlenip güçlenen, hukukun dışına taşan devletlerdi. Sonuç olarak; her iki kampta da sömürü ve baskı aracı olan devletler güçlenmekte, toplumlar, halklar yukardan aşağı devletleştirilmekteydi.
Milliyetler Meselesi
‘’ Milliyetler meselesi ‘’ teorisi sosyalizmin temel tezlerinden biriydi. Bu teori önceleri bir yana, Ekim devrimi sonrasındaki pratiğiyle Sovyetlerin güvenliğine hizmet eden, Sovyet dış politikasına ilişkin bir özellik taşıyordu. Sovyetlerin sınırlarından başlayarak dünyanın her yanında varlığını gösterebilmenin, sosyalist anavatanı ta oralardan koruma altına alabilmenin ağırlığı altında formüle edilmişti. 1920 Baku Doğu Halkları kurultayı böylesi bir ihtiyacın ürünü olarak düzenlenmişti. Orada bir araya gelen delegeler, sömürge ülkeleri, mazlum halkları temsil eden ‘’ komünist Müslüman yoldaşlar..’’ diye hitap edilen kimselerdi. Milliyetler teorisi; sosyalizm ile ulusal mücadelelerin müşterekleri üzerinden hareketle formüle edilmiş özgün bir teori niteliğindeydi. Bu teorik çerçeve; toprak / ülke, özetle siyaset - iktidar zemininden kopuk kültürel haklar şeklindeki çözümleri kapitalist sistem içi bir çözüm diye değerlendiriyor, sorunu doğrudan toprağa, orada iktidar olmayı gerektiren siyasal bir sorun olarak ele alıyordu. Her halkın geleceğini kendi iradesiyle belirleme ve devlet kurma hakkı vardı.
Ulus kavramı neyi ifade ediyordu, ne diyordu bu teori? Ulusların iddia edildiği gibi öteden beri var olmadığı, bir takım ulusal özelliklerin geçmişten sürüp geldiği doğruysa da, ulusların esas itibariyle kapitalizmin yükselen döneminin ürünü olduğu, sonuna kadar da var olamayacağı, toplumsal gelişmeye bağlı olarak zaman içinde zayıflayıp söneceği tespiti yapılıyordu. Ulus devletler de kapitalist dönemde, kaçınılmaz olarak da önce gelişkin Avrupa’ da gerçekleşmişti. Uluslar devletleşirken siyasal sınırları içinde kalan farklı din ve milliyetler, millet topluluklar bundan zarar görmüşler, kimlikleri, varlıkları ile baskı ve asimilasyonun hedefi haline gelmişlerdi. İrlanda, Bask, Katalanya, Korsika vb sorunlar Avrupa’ da ulus devletlerin doğması sonucu olarak, bu gün bile varlığını duyuran önemli sorunlar olarak varlığını korumaktadır. Bu gibi sorunlar ulus devlet sınırları içinde kalmış iç ulusal sorunlar özelliğindedir. Milliyetler sorunu, esas olarak sömürgeler edinmiş kapitalist ülkeler ile dört bir kıtaya yayılmış sömürge ülkeler, halklar arasındaki bir sorundu. Kapitalist ülkelerce oralardaki donanımsız halkları baskı altında tutmakta, gelişmelerini önlemekte, ülkelerin kaynaklarını sömürmekteydi. Sömürü ve baskı bağımsızlık düşüncesiyle, ulusal kurtuluş hareketleri ile aşılabilecekti. Sovyetler ve sosyalist sistem bu mücadelelerin arkasında duracaktı.
19. yy sonuna doğru kapitalizm yaşamı geliştiren rekabetçi döneminden uzaklaşmış, sermaye ulus üstü tekelleşme, emperyal aşamadaydı. Tekeller sömürgelerden aktarılan zenginlikle beslenip büyümekteydi. Kapitalist kamp adına 1918 başlarında dünyaya ilan edilmiş ‘’ Wilson Prensipleri ‘’ adı altında milliyetler sorununa çözüm yolunda sunulan, dünyaca ilgi bulup tartışılan önemli yaklaşımlar vardı. Bu prensipler hiç de yabana atılır öneriler değildi. Sovyetleri dünyanın dört bir yanında, ülkesi sömürülen, bağımsız olması önlenen, varlığı baskı altında tutulan halkların yanında vaziyet almıştı..Bu sorunu ancak sosyalizm çözebilirdi. Birçok üçüncü dünya sosyalistlerinin nazarında, Sovyetler sömürgelerdeki ulusal mücadeleleri emperyalizmle mücadele adı altında stratejik olarak destekleyen, kendi içindeki milliyet sorunlarını da kökten çözmüş, nerdeyse cennet gibi algılanan, örnek olarak görülen bir ülkeydi. Bu gibi geri kalmış ülkelerde ezberlenenin başkalarına öğretilmesi üzerinden yürüyen bir kolaycı anlayış egemendi. Kapitalist Avrupa’ da kuşkusuz olayları algılayış, değerlendiriş farklıydı. O ülkeler kendi tarihsel toplumsal dokuları, kendi değerleri, siyasal tarihleri üzerinde var olmuş, özgün gerçekliklerini yansıtan sosyalist / komünist partilere sahipti. Bu konuda Avrupa komünizmi kendi içinde tutarlı, daha gerçekçi, ileri bir görüş - düşünce ve felsefi alt yapıya sahipti. Sovyetlerin ise genel olarak Avrupa komünist parti ve hareketleri üzerinde ancak sınırlı bir etkisi vardı. Üçüncü dünya ülkelerinde Moskova dışında dünya devriminin kabesi benim, bu işi asıl ben temsil ediyorum diyenler de yok değildi. Çin devrimi, Çin komünist partisi köylülük, kırsal yaşam ağırlıklı ülkelerde önemli bir model olarak ilgi görüyordu. Bir kısım ‘’ üçüncü dünya ’’ solcularının / sosyalistlerinin anlayışında dünya çapındaki devrimler için çekim merkezi Pekin olarak algılanırken, dünya devriminin örnek tutulacak merkezi kimi çevrelerde Tiran, Havana olarak da kabul görebiliyordu.
Sömürgelerde, üçüncü dünya ülkelerinde devrime öncülük yapacak, pazarını sahiplenecek yerli bir milli burjuvazi olmayınca, işçi – örgütlü emekçi gücü yetersiz olunca, devrimci hareketin başını işçi – emekçiler adına vekaleten kimi devrimci örgütler çekebilecekti. Asker – sivil bürokrasi de milliyetçi - devrimci örgütlenmelerde rol - söz sahibiydi. Emperyalist sömürünün alanını daraltan, ‘’ kapitalist olmayan yoldan ‘’, tüm zenginlikleri devletin elinde toplayarak ‘’ halka rağmen halk için ‘’, emekçilere rağmen, onların hesabına mücadele yürütebilecekti. Bu mücadeleler, kapitalist dünyaya uzak duracak, sosyalist bolokla etkileşecek, onun yanı başında yer alacak bağımsızlıkçı hareketler, ulusal kurtuluş savaşları olacaktı. Sömürge, yarı sömürge ülkelerde çeşitli din ve inanç topluluklarından halklar vardı. Özellikle Ortadoğu’ da İslam dini yaygın bir yer tutmaktaydı. Arap / İslam’ i sosyalizmi adı altında sunulan Nasırcılık, Basçılık, benzeri halkçı sıfatlı gözüken, İslam’ i renkler taşıyan, özünde pür milliyetçi - ırkçı olan akımlar bu genel çerçevenin içine oturtularak, devrimcilik adına Sovyetlerce desteklenecekti.
Birinci dünya savaşı ortamında, Sovyetlerle, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin eş zamanlı, bir birleriyle bir karşılıklı çıkar , dayanışma ve uyum içinde şekillendiği bir tarihsel realitedir. Bolşevik devrimi, Mustafa Kemal öncülüğündeki mücadelenin kolayca şekillenmesinde, güçlenmesini sağlamada birinci derecede bir rol oynadı. Sovyet devrimi de güneyindeki Türk devleti şekillenmesiyle Kafkaslardaki komünist hakimiyetini zorlanmadan tesis edebilmişti. Türkiye komünist partisi 1920’ de söz konusu bu karşılıklı çıkar birliğinin, uyumun partisi olarak kuruldu, şekillendi. Türkiyeli komünistler, tabir uygunsa, Kemalist rejimce hem dövüldü, hem sevildi. Komünistlerin denizde boğdurulduğu da, bizzat rejim eliyle komünist Parti kurma da mümkün olabildi. Komünistler cumhuriyet tarihi boyunca CHP ile yan yana, iç içe yaşadı. CHP’ ne ilerici – sol aşıyı vuranlar hep komünist geçinenler oldu. Komünistler tövbekar olduğunda CHP’ nin limanına sığındı. Avrupa’ da faşizm yükselirken 1930 başlarında TKP’ nin öncü adamları Kadro dergisiyle CHP’ ye / Kemalizm’ e devrimci aşı yapmaya soyundular. Avrupa’ da faşizm yükselirken Sovyetlerde Stalinizm, Türkiye’ de Kemalizm ‘ de eş zamanlı otoriter bir yükseliş içinde oldular. Her iki ülkede de 1945’ e kadar baskı – şiddet tam bir egemenlik kurdu. Devletler halklara karşı ellerindeki sopalarla dolaştı. Önderler tabulaştırılıp ‘’ arşı alaya ‘’ çıkarıldı. Güneş dil teorileri, Türk tarih tezleri, Turancılık, etnik temele dayanan ırkçılık, bunların katı uygulamaları tam da bu dönemin ürünlerdir.
CHP’ nin devlet kuruculuğunu ifade eden 27 yıllık tek parti iktidarı milliciydi, ilericiydi, anti emperyalistti. Kurucu yapı orduydu, bu ‘’ müstevlileri ‘’ ülkeden kovmuş ordu, ilericiydi, devrimciydi. Sovyetlere göre durum aşağı – yukarı böyleydi. Türk komünistlerin de düşündüğü, dediği buydu. 27 yıllık baskıcı dönemden sonra Türkiye’ de rejimin zorunlu olarak makas değiştirdiği biliniyor. Gerçek bir çoğulculuktan yoksun çok particilik dünyada yükselen demokrasi rüzgarının sonucuydu. Tek parti iktidarına karşı 1950 de halkın iradesiyle sandıktan çıkan DP hükümeti gericiydi, Türkiye’ yi yeniden emperyalizme teslim etmişti. Çatıdaki örgütlü devlet ilerici, suskun tutulmak istenen toplum / halklar ise gericiydi. 1923 – 1945 arasındaki devrim kazanımları yok edilmek istenmekteydi. Gerçek çoğulculuktan uzak, halkların, toplumsal sınıfların, çeşitliliğin iradesini yansıtamayan çok particilik esas itibariyle bu gün bile varlığını korumaktadır. İşin esası değişmiş değildir. 1950’ den itibaren askeri darbeler ‘’ cumhuriyetçi ve laik ‘’ geçinen elitler, asker – sivil bürokrasi, kendisini devletin tek ve gerçek sahibi gören CHP eliyle hep desteklendi. Ama her seferinde askeri dönem sonrası halk oyu cuntacı / darbeci güçleri, tek parti zihniyetini, baskı - şiddet yöntemlerini mahkum etti. Toplum – devlet arasındaki mesafe hep açık kaldı. Toplum laik – anti laik diye saflaştırıldı. İlericilik – gericilik senaryosu bu ikilem üzerinde bina edildi. Toplumun sınırlı bir kesiminden de beslenen devlet kaynaklı resmi şoven milliyetçilik halklar arasında ortak yaşam değerlerini ayrıştırdı, içinden çıkılmaz hale getirdi.
Sovyetlerin Kemalist rejime karşı tutumu hiçbir zaman esastan değişmedi. CHP’ yi, zaman zaman solla buluşmuş, bir yerde nerdeyse komünizmle akraba haline getirilmiş Kemalizm’ i ilerici, ilerletici bir hareket olarak gördü. Orduyu toplumu topluma rağmen geliştirici – dönüştürücü anti emperyalist bir güç olarak, değişimin ve ilerlemenin belirleyeni olarak değerlendirdi. Devlet eliyle kalkınmayı, tüm kaynakların - zenginliklerin devletin elinde toplanmasını, devletin patronluğunda kapitalistleşmeyi, kapitalist sömürüye kapılarını kapalı tutan ‘’ kapitalist olmayan yol ‘’ olarak görüp sunabildi. Sovyet rejimi; Türkiye’ de gerçekleştirilen askeri darbeler kimi zaman itiyatla değerlendirilse de, Kemalizm adına yapılanları, birazcık olsun sol görüntü verenleri hep devrimci bir müdahale ve anti emperyalist görmede bir beis görmedi, ilgi ve sempatiyle karşılandı ve desteklendi. Bütün bunlar Sovyetlerin uygulamalarıyla sosyalizmden, sosyalist iddiasından gittikçe uzaklaşan profilini resmetmekte, bu politikaların büyük ölçülerde Sovyetlerin güvenliği çerçevesinde sürdürüldüğünü göstermektedir.
Yüzyılın başlarında 20 ‘ yi bulmayan ulus devlet sayısı, 1945 sonrasında, özellikle 1950 sonrasında bir bütün kıtalarda doğan yeni devletlerle devlet sayısı yüzyılın sonunda 200 sayısını buldu. Batıdakilerin aksine sömürge, yarı sömürge ülkelerde, önce devletler, onların kullandığı iradelerle uluslar şekillendirilmesine çalışıldı. Bu yeni devletlerde devlet güdümünde gerçekleşen kapalı ekonomiler, demokrasiye, özgürlüklere kapalı despotik rejimlerle bir arada var oldu. Soğuk savaş ikliminin İdeolojik – siyasal arenasında kimi askeri darbeler emperyalizm karşıtı diye değerlendirilirken, kimileri ise emperyalistlerin eliyle gerçekleşen faşist darbeler olarak işlem gördü. İfade edildiği gibi üçüncü dünya ülkelerindeki bu devletler, ele avuca gelen ulusların yarattığı, siyasal sınırların ulusla sınırlı tutulduğu devletler değildi. Devletlerin güç dengelerine göre şekillendiği, siyasal sınırların güç dengelerine göre oluştuğu, ardından ulus yaratmayı önüne hedef olarak koymuş devletlerdi. Erken doğumlarla, sosyal gerçekliklerle uyumsuz siyasal sınırlarla şekillenen söz konusu devletlerle milliyetler sorununa kalıcı çözüm sağlanamadığı zamanla daha iyi anlaşıldı. Bu yeni devletleşmelerin siyasal sınırları içinde kalan farklı milliyetlerden, ulusal topluluklardan halklar baskı – şiddet ve asimilasyon politikaların hedefi oldular. Sorunlar bu gün de devam etmektedir....
Sosyalizm Minderi Terkedince
Yüz yılın başında doğan sosyalizm yüz yılın sonunda kendi iradesiyle minderi bıraktı. Hem de devletin, komünist partinin en üst noktasına çıkmış kelle kulağı yerinde liderlerin ‘’ ben hiç bir zaman komünist olmadım ki…’’ şeklinde şaşırtıcı itirafları eşliğinde. Neticede olarak, yy. başlarında kapitalizmin antitezi diye ortaya çıkan, ardından doğu Avrupa’ da, kimi bazı ülkelerde yaşam bularak genişleyen sosyalizm kapitalizmle baş edememiş, sahadan çekilmişti. İşin tuhafı arkasından ağlayanı, sızlayanı da olmadan.. Önce doğu Avrupa ülkelerinde, oradaki çok uluslu birlikler ayrıştı, çözüldü. Bölünmüş Almanya’ nın birleşmesi, örnek bir federasyon olarak bilinen Yugoslavya’ nın dağılması değişimin esas nirengi noktaları oldu. Çok geçmeden ‘’ Anavatan Sovyetler ’’ de dağılınca durum netlik kazandı. Demek göle çalınan maya tutmamıştı. Sular bentleri yıkmaktaydı. Tarihte az görülen ve sonuçlarıyla oldukça yaygın bir alanda hissedilen ideolojik, siyasal, toplumsal bir depremdi bu. Kapitalizm bile şaşırdı - kaldı birdenbire yıkılan bentlere, nereye akacağı meçhul olan bunca azgın sele…Yapısal, dönemsel hastalıkları olsa da kendisini yenileyebilen örgütlü kapitalizm, suyun yönünü yeniden kendine çevirmede gecikmedi, gizlisiz – saklısız, açılan boşluğu doldurdu ve bu konuda kısa sayılabilecek bir sürede önemli mesafeler de aldı.
Doğu Avrupa’ da yıkıntıların ardından taşlar yeniden örüldü. Diğer yandan AB siyasal birlik süreci de hız kazandı. Ulus devlet dönemi kapandı iddiası bir kaba değerlendirme olarak öne çıkarıldı. Oysa, Avrupa’ da ulus üstü birlik arayışlarındaki gelişme, uluslaşma, ulus devlet sürecinin bütünüyle artık bittiği anlamına gelmiyordu. Ulusal olgunluğunu tamamlamak durumunda olan ülkeler bakımından bu gibi ulus üstü birlikler yaratabilmek bir ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Gelişme yolundaki ülkeler bakımındansa milliyetler sorunu esas itibariyle kabası alınmış, ama ince işleri duran bir sorun olarak yerinde duruyordu. Ulus üstü birlikler yanında, sağlıksız birliklerin ayrışması / dağılmasını da normal karşılamak gerekirdi. Sosyalizmin temelden çözeceği ‘’ halklar sorunu ’’ da denilen sorun böylece kalakala yeniden kapitalizme, onun merhametine, maharetine bırakılmış oldu.. 500 yıldan bu yana varlığını sürdüren kapitalizm bu gün kendisini aşabilecek rakipten yoksun gözükmektedir.. Küreselleşmeyi bir hamle daha genişleten, yükselten kapitalizm bu gün daha da ayrıntılanan, daha komplike hale gelen ulusal sorunlarla ve çözümleriyle yüz yüzedir..
Berlin duvarının yıkılması, Almanya’ nın iki yakasının birleşmesi önemli bir hareket noktası oldu, değişimi ateşledi. Çekler, Slovaklar gönül rızasıyla, gürültü patırtıdan uzak, bir celsede medenice boşanabildiler. Doğu Avrupa’ da bir uçtan diğer uca ülkelerin ulusal siyasal sınırlar köklü bir değişim yaşandı. Bu çerçevede doğu Avrupa ülkelerindeki sağlam sanılan, çok da övülüp durulan eğreti birliktelikler dağıldı. İyi mi oldu kötü mü, o ayrı konu ama bize kalırsa çözüldü sanılan ulusal sorunlarda netleşmeye doğru ileri bir adım daha atıldı. Şimdi eski sosyalist blok ülkeleri Avrupa’ ya, AB sürecine yüzlerini dönmüş, bir kısmı ileri kapitalist Avrupa ile entegrasyon içindeler.. Kimileri AB ekonomik ve siyasal birliği yolunda ileri adımlar atabilmişler. Avrupa’ nın güvenliği onların da güvenliği, kalkınması onların da kalkınması, sorunları onlarında sorunu olma yolunda. Ulusal sorundaki bütün bu gelişmeler, eğrisi – doğrusuyla kapitalist dünyanın ulusal çözüm yaklaşımları olarak ortaya çıktı..
Asıl sosyalizmin ana vatanında durum neydi? O ayrı bir önem taşıyor. Sovyetler, 250 milyona yakın nüfusu barındıran, halklar, milliyetler zengini bir ülkeydi. Özellikle de Kafkaslar’ da onlarca halk, ulusal topluluk yaşamaktaydı...Çarlık döneminde ‘’ ağzı var dili yok ‘’ denilebilecek halklardı. Sovyet sistemi yıkılınca milliyetler zengini olan bu ülkede ulusal sorun çerçevesinde neler olup – bitti, geriye kalan ne oldu? Bu bir başına önemli bir konu. Sovyetler Birliğinin dağılmasından Rusya federasyonu diye bilinen, 50’ nin üzerinde özerk cumhuriyet, özerk bölge, özerk çevreden oluşan Rusya federasyonu dışında, 16 büyük bağımsız devlet, o ülkelerin kiminde değişik düzeylerde özerk olan cumhuriyetler, bölgeler birbirinden ayrıştı. Birleşik ana bir devletten, 70 -80 milyon insanın yaşamını yeniden düzenleyen yeni devletler doğdu. Özellikle Rusya’ nın Avrupa bölümünde kavgasız bir boşanma gerçekleşti. Üç batlık ülkesi Letonya, Estonya, Litvanya…,Ukrayna, Bele Rusya, Moldavya…Bu boşanmalardan kıyametin kopmaması, onarılmaz tahribatların olmaması, çatışma ve çekişmelerin sınırlı kalışı oldukça manidardır. Bu farklı bir tarihsel yol çizmiş, bunca büyük bir ülkede gerçekleşen bunca köklü bir değişim kapitalist dünya çerçevesinde cereyan etseydi, kim bilir ne onarılmaz sancılar / acılar yaşanırdı.
Reel sosyalizmi, uygulamalarını eleştirirken kuşkusuz haksızlık yapmamak gerekir. Anlaşılan eski Sovyet ülkesinde ulusal meselenin hallinde besbelli ki önemli bir mesafe alınmış, ulusallığa dair önemli kaba sorunlar çözülmüştü. Kaba milliyetçilik önlenmiş, milliyetçilik yarışması yaşama şansı bulamamıştı. Milliyet, din – meshep gurupları arasındaki gerilim ve uyumsuzluk durumu kimi halk kesimleri arasında minimal düzeydeydi. İhtilaflar esas itibariyle ince işlerdeydi. Bir kere; başından beri en küçük milliyetlerin bile dil - kültür - kimlik sorunları tanınmış, alfabeleri bizzat oluşturulmuş, ana dilleriyle eğitim alma hakkı verilmiş, sözlü kültürlerinin yok olması önlenmişti. Sözlü kültürlerin yazıya dökülmesi, yazılı edebiyatlarının geliştirilmesi sosyalist uygulamanın daha ilk dönemlerden itibaren sağlanmıştı. Özellikle de küçük, güçsüz halk topluluklarının ellerinden tutulmuş, onlara pozitif ayırımcılık yapmıştı. Özetle; inkar edilmemek, kimliklerinin açık kabulü eski Sovyet halklarının önemli kazanımıydı. Bir milliyetler bahçesi olan Kafkas halkları öz kimlikleriyle, değerleriyle tanınıyordu. Adigeler, Çeçenler, İnguşlar, Kabardeyler, Dağıstanlılar, Osetler; Lezgiler, benzerleri Kuzey Kafkasya halkları en küçük halk topluluklar bile yerelde kendi kendilerini ifade edebilecekleri yönetim organlarına, mekanizmalara şu yada bu ölçülerde sahipti. Özerk cumhuriyetler, bölgeler, çevreler şeklindeki yönetim birimleri, farklı dillerin, kültürlerin gelişmelerini sağladı. Sovyetlerde değişik cumhuriyetlerde dağınık yaşayan Kürt ulusal topluluklarının yaratabildiği dil - kimlik- edebiyat, genel kültür birikimi, geçmişlerinden / tarihlerinden kopmadan yaşayabilmeleri, kazandıkları küçümsenmez maharetler bütün Kürtler açısından örnek teşkil ettiğini söylemeliyim.
Çeçen sorunu, Azeri ve Ermeniler arasındaki Karabağ sorunu ve doğan sınırlı çatışmalar… Gürcistan’ da Güney Osetya, Abhazya sorunu bu kadar karışık, bu kadar büyük bir coğrafyada, bunca büyük bir altüst oluş düşünüldüğünde büyük sorunlar, insana çözülemez sorunlar olarak gözükmemektedir. Netice olarak; Sovyetlerin yıkılmasından sonra gerek Balkanlarda, gerekse Kafkaslarda ezilen uluslar, ulusal topluluklarla ilgili sorunlar yeniden gündeme girmiş ve çözüm sürecinde önemli mesafeler almıştır.. Tartışılan sorunlarda değişimin, çözümün yolu açıktır, açık durmaktadır. Bütün bunlar inkardan gelinmeyen , baskı ve şiddetin tek yöntem olarak dayatılmadığı, uluslar arası camianın da yakından ilgilendiği, müdahil olduğu, olabileceği sorunlardır. Balkanlarda olduğu gibi Kafkaslarda da bir takım engellere rağmen bu konudaki çözüm yolları, kanalları ifade edildiği gibi açık durmaktadır. Bu bölgelerde; ulusal sorunlar şu durumuyla, çözülemez, kronikleşmiş sorunlar olmaktan uzaktır.
Ortadoğu’ da durum…
Gelelim Ulusal sorunda Ortadoğu ayağına.. Bu bölgede işler farklı, oldukça sorunlu bir geçmişe dayanmaktadır. Sovyetler, sosyalist sistem çökeli beri bölgedeki dengeler değişmiş, statüko bir ucundan sarsılmış, ama belirsizlik durumu sürmektedir. Geçen yy. başında buradaki ulus devletlerin doğuşu, biçimlenişi dış faktörlerin belirleyiciliğinde altında şekillendi. Ortadoğu devletleri; büyük ölçülerde dış güçlerin güç dengelerine göre kurulmuş, İngiliz ebenin senaryolarına göre işlem görmüş, erken doğumla gerçekleştirilmiş, sağlıksız, prematüre devletler olarak doğdular. Çizilen siyasal sınırlar, ulusal toplulukları, değişik inanç guruplarını tarihsel gerçekliklerinden kopuk bir şekilde böldü. Halkların gerçekliğine, çıkarlarına uygun olmayan, önemli sorunlar taşıyan yapay devletler şekillendi. Bu nedenle 1920’ lerden bu yana Ortadoğu, ulusal sorunların, ulusal şekillenmelerin yerli yerine oturmadığı istikrarsız bir bölgedir. Bu coğrafyada, kapitalist – sosyalist kamp arasındaki çekişmelerde sorunlar çözülmedi, esas olarak statükonun korunması politikası egemen oldu. Hakların, geri, insan haklarından uzak olan yaşamı bir önemli mesafe kat edemedi.
Sovyetler Ortadoğu’ da egemen ulus adına ortaya çıkan asker – sivil bürokratik iktidarları, askeri darbeleri dış politikası ve güvenliği açısından bir çok zaman uygun gördü. Kapitalist dünyaya ekonomilerine kapalı, içe kapanmış yerel ekonomileri, insan haklarına - demokrasiye kapalı devletçi rejimleri kolayca anti emperyalist duruş diye sunabildi. Nasırcılığı, Basçılığı, Kemalizm’ i anti emperyalizm tezler çerçevesinde görüp, destekledi. Anti emperyalizm anlayışı çerçevesinde gün oldu Iran’ daki dinsel akımları bile savunur duruma düşebildi. Ortadoğu ülkelerindeki komünist partileri ülke gerçeklerinden uzak açıktan Sovyet merkezli direktiflerle yönlendirildi, yönetildi. Komünist partiler Nasırcı, Baasçı, Kemalist partiler ve akımlarla bir çok zaman iç içe yaşadılar. TKP ve CHP arasındaki hısım – akraba düzeyindeki sıcak ilişkiler bu durumu yansıtan ibreti alem bir örnektir. Ortadoğu boyutunda milliyetler sorunu denildiğinde her şeyden önce Kürt sorununun, çözümünün akla gelmesi gerekirken tarihi bir gerçek göz ardı edildi. Sovyetlerin anti emperyalistliğinin Ortadoğu uygulamaları güvenlik politikalarının bir gereği olarak şekillendi.
Artık dünya farklı bir dünya, varılan koşullar, yaşanılacak süreçler apayrı. Artık dünya çapında kapitalizmin karşısına dikilmiş iddiası taşıyan bir karşı güç yok. Ne sosyalist ülkeler bloku var, ne de günümüzdeki üçüncü dünya ülkelerindeki milliyetçilikleri anti emperyalist olarak görme ve algılama imkanı…Kimin anti emperyalist olduğu / olabileceği yeniden düşünülmesi gereken bir konu. Kapitalizme alternatif iddiasındaki güç çekip gidince hesaplar askıda kaldı, işler pratikte çok değişti. Günümüzün anti emperyalistçileri düpedüz dar milliyetçi, yabancı düşmanlığına oturmuş , içeriksiz yerel akımlar.. Olan sol anlayışlar da emekten - ezilenden kopmuş, yerelleşmiş, şoven milliyetçiliğe, ırkçılığa doğru savrulmuş. Kapitalist Avrupa’ da ise işçi sınıfı günümüzde mücadeleci olmaktan, sanayi döneminin ‘’ zincirlerinden başkan koparacak şeyi olmayan ‘’ mülksüz sınıf olmaktan daha da uzaklaşmış. İleri teknoloji, hızlı iletişim sosyal sınıfları, onların birbirlerine karşı konumunu değiştirmiş. Avrupa ülkelerinde işçi - emekçi hakları, sosyal haklar gerilemiş, sosyalist – komünist partiler, sendikalar güçlerinden, kitlelerinden çok şey kaybetmiş durumdalar. Asıl, belirli bir güç / sosyalist bir blok olmayınca, ne dünyadaki değişime, devrime hizmet edecek ciddi bir işçi – emekçi hareketinden, ne de devrimin ‘’ itiyat kuvveti ‘’ diye ifade edilen anti emperyalist ulusal kurtuluş hareketlerden söz edebilmek mümkün.
Diğer benzer ülkelerde olup bitenler bir yana, günümüzde Türkiye’ de solculuk / sosyalistlik, temelli devlet katına sığınmış, emeğe – ezilene, halklara sırtını dönmüş, içi temelli boşalmış sözde solculuk. Üçüncü dünya ülkelerindeki, daha iyi izleyebildiğimiz Ortadoğu ülkelerinde sosyalist / komünist partiler tedavülden düşmüş yada yok olup gitmişler. Sol geçinen partiler, sol zihniyetler şimdi gizlisiz saklısız ırkçı - milliyetçi, yerel, değişime karşı, enternasyonal emekçi kültüre, halkların eşitçe - kardeşçe birliğine daha da mesafeli. Sol geçinen partilerin toplumla, emekle, ezilenlerle ilgileri dibe vurmuş, kitle tabanları iyice daralmış. Toplumsal örgütler düzeyinde de derin çaresizlik yaşanıyor. Adları var kendileri yok. Sendikalar başta olmak üzere toplumsal örgütlerin içeriği, tabanları boşalmış, işçiler - emekçiler sendikalarını, kendi dar çıkar ve meslek örgütlerini nerdeyse boyunlarında takılmış ağır bir zincir gibi taşıyorlar. Sivil toplum örgütleri adı altında, direk devlet kaynaklı / güdümlü örgütler, örgütlenmeler revaçta, iş başında.
Yukarıda ifade edilen gerçekler Türkiye koşullarında çarpıcı olarak yaşanıyor.1960 sonları ve 1970 yıllarda Kürt sorunu sosyalist / komünist iddialı parti, hareket ve kimselerin ilgilendiği bir önemli konuydu. Öyle ki Kürt sorunu uzunca bir dönem neredeyse sosyalistlerin dışında kimsenin el uzatamadığı bir konu oldu. Kürtler varlığını duyurmuş, sosyalizmin milliyet meselesinin insani çözümünü öngören yaklaşımıyla tanışmış, sosyalistlerle iletişim kurmuş, birlikte iş yapabilir duruma gelmişlerdi. Kürt sorunu, sosyalizmin / komünizmin baskı altında tutulduğu dünya koşullarında varlığı kökten yok sayılmış, ona el uzatanın elini yakan bir sorundu. Onu çözmeye katkı koyacak, koyabilecek diye sosyalistlerle birlikte, aynı saflarda, ortak, paralel bir yürüyüş içindeydi Kürt aydınlar ve gençler... Kürtlerin sosyalizmle yaygın buluşmaları böyle başlamıştı. Ama zaman içinde kimi Kürt kadroları sosyalizmin her halka, ezilen durumundaki her milliyete de gerekli olduğu düşüncesine ulaşacaklardı. TİP olayı Kürtler açısından bu yolda bir ana okulu görevi gördü. Kürlere nasip olmayan kendi dili – kültürüyle, kendi tarihsel değerleri üzerinden aydınlanma, şimdi sosyalizmle tanışırken de benzer bir biçimde yaşanıyordu. Sosyalist değerlere ilgi gösteren sol yurtsever Kürtler, ilk defa karşılaştıkları doğruların yanında bir takım yanlış öğrenmelerle de tanıştılar. Marksist metinleri, sosyalizme dair okumaları Türkçe çevirilerden öğrenmeye çalıştılar. İlk örgütlenme, siyasal faaliyet, ilk yığınsal eylemlilikleri Türk sosyalistleri ile birlikte yaşadılar. Ciddi şekilde İttihatçı – Kemalist bakış ve anlayışların etkisinde kaldılar. Netice olarak Türkiye koşullarında sosyalist geçinenlerin durumunu, kapasitelerini birlikte yürüyerek yaşadılar. Nihayet gün geldi, Kürt halk kimliği ve değerleri ile sosyalist olmanın önem ve gerekliliğini neden sonra fark eder oldular. Kürt ulusal çözümünü gerçekleştirmek üzere kendi bağımsız sol, sosyalist partilerini de kuracak noktaya geldiler.
1960 başlarında solla / sosyalizmle buluşan Kürt aydın ve aydınlık bir gelecek aramaya susamış Kürt öğrenci gençliğinin sol hareket içinde kıssa süre içinde doğan ayrışmalar karşısında yolunu isabetle seçmede zorlanmadıklarını görüyoruz. 1968 öğrenci hareketlerinden beri genel – ortak gençlik hareketi içinde hatırı sayılır bir yer tutan Kürt gençliği; Dev Genç’ in kendilerini temsil etmekten uzak olduğunu fark etmiş cumhuriyet dönemi Kürt gençlik tarihinde bir ilki gerçekleştirmiş, genel Kürt gençlik hareketini, DDKO’ yu örgütlemişlerdi. Gençliğin bu yönelişinde sol düşüncenin yanında, güneydeki Melle Mustafa Barzani adı etrafında yükselen Kürt ulusal hareketinin de büyük etkisini belirtmek gerekir. Kürt gençlik hareketi DDKO, sol ulusal Türkiye gençlik hareketi iddiasındaki Dev Gençten bir kopuşun başlangıcıdır. Çok geçmeden Kürt sol / sosyalist siyasal kadroları da önce MDD’ nin ( milli demokratik devrim ) ulusalcılık – milliyetçilikle, askeri darbelerle buluşmada bir beis görmeyen ideoloji ve siyaset kadrolarıyla aralarına derin bir set çekeceklerdi. MDD’ nin karşıtı ‘’ sosyalist devrimdi ‘’, bu da 1970’ lere gelirken TİP’ in sarıldığı teziydi. Bu tez, TİP’ i kitlesel bağlarından kopardı, bir farklı yol ayırımına sürükledi. Bütün bu gelişmeler siyaset trafiğinde Kürt sol unsurlarına mecburi bir istikameti gösteriyordu. Onlar bilgi ve deneyimlerinin yanlışları ve doğrularıyla kendi Kürt sol / sosyalist partilerine yöneleceklerdi.
Türk sol / sosyalist hareketlerinde bu kopuş gerçek anlamda, ideolojik, siyaset, örgütlenme, çalışma tarzı anlamında tam bir kopuş değildi. Genelde ne kadar farklı sol / sosyalist çizgi varsa, aynı farklılıklar, bölünmeler Kürtlerde de mevcuttu. Kürt sol / sosyalist algılaması halkın gerçekliğini yansıtmaktan uzak, Kürt sosyal yaşamından, Kürt sosyolojisinden kopuk yola çıkmıştı, öyle de yürüyecekti. Bu Kürt parti girişim ve faaliyetlerinin DDKD, Özgürlük Yolu, Rızgari, KUK, Kawa gibi isimler altında bilinen hareketlerin kadroları birbirlerine göre farklılık taşımalarına rağmen, ortak yanları Kürt ulusal mücadelesine demokratik barışçı bir çözüm aramaktı. Ortak bir başka yanları da söz konusu kadrolarının, az çok varlıklı, çulunu çamurdan çıkarabilecek ailelerden gelmiş olmalarıydı. Maddi imkanı daha iyi ailelerden gelmiş, az çok iyi meslekler edinebilmiş insanlar da az değildi aralarında. Bu örgütlerdeki aydın kimseler, üniversite öğrencileri, normal ekonomik yaşam içinde yer tutan bu insanlar kaybedecek şeyleri de olan, nesnel konumları barışçı yöntemlerle mücadele yapmayı gerektiren insanlardı. Karşı şiddet yöntemleri isteseler de onlardan uzak bir yoldu. Sözünü etseler de gerektiğinde topyekün bir mücadeleye sosyal konumları, düşünce dünyaları uygun değildi. En basiti onlardan çatışmacı bir kültürü benimsemek, gerilla olabilmek, ölmek, öldürmek beklenemezdi. Öyle ki; 12 eylül zulmü bile bu tip örgütleri dağlara sığınma yerine Avrupalara sürükleyip, götürebildi. Yapılan değerlendirmenin amacı olması gerekeni değil, olup biteni yerli yerinde görebilmek, gerçeğe uygun şekilde açıklayabilmektir…
Bu noktada PKK’ nin nasıl bir nesnel - sosyal zemin üzerinde doğduğunu, dayandığı sosyal gerçeklik üzerinde kısaca durmak gerekiyor. PKK, Türkiye genel ‘’ devrimci gençlik hareketi ’’ nin 1971 askeri darbe sonrası döneminde, Kürt kimliği kaygısı daha düşük, devrimcilik dozu daha yukarda seyreden gurupların arasından çıkmış bir hareket. Türkiye devrimini Kürdistan’ da başlayıp – yürütmek gibi farklı bir tezden yola çıkan, orta alt sınıflardan gelen belli bölümü eğitim görmüş, bir bölümü eğitimini yarıda bırakmış, büyük bölümü köylülükten, kasabalardan gelen, sistem içinde geleceği pek iyi gözükmeyen, Kürt – Türk gençlerin önce arkadaş çevresi olarak şekillendi. Bir araya gelen, parti – cephe kültürlü, hiyerarşik düşünüp – davranmaya, şiddete – çatışmaya yatkın gençlerin, soğuk savaş koşullarında oluşmuş, Kürt siyasal yaşamında o güne kadar benzeri olmayan, Sol Kemalizm’ in Kürt versiyonu biçiminde de değerlendirilebilecek bir örgütlenmedir. Örgüt, başından beri, sosyal gerçekliğine uygun radikal bir tutumu, çatışmacı bir kültürü benimsemektedir. Teoriden çok pratikçidir, oldukça pragmatisttir. Türkiye’ nin otoriter gerçekliğine, Türk egemenlik sistemindeki Kürt inkarına uygun düşen, şiddete dayalı bir yapılanmadır. Köylülük, itaat etme kültürü damarı güçlüdür. Silahlıdır, siyaseti silahlı propagandayla birlikte bir mücadele yöntemi olarak benimsemiştir. Devlet olmayan, ama devlet gibi otoriterdir.
Siyaseti silahla yürüten PKK hareketi diğer bir yanıyla derin zaaflarını içindedir. Kürt tarihi; fedakarlığın, yiğitliğin karşılık görmediği, yaygın şekilde ihanetlerin yaşandığı bir tarihtir Kürtler, yüz yıldır ölüp ölüp dirilmiş, liderleri kapana sıkıştırılarak ele geçirilmiş, kimi zaman yakın çevresindekiler marifetiyle etkisiz kılınmış bir mazlum halktır. Üç milyonu aşkın imzayla, ‘’ benim burada can güvenliğim yok ‘’, hiçbir güvencem yok diye şikayetçi olan Öcalan’ a ‘’ sen bizim siyasal irademizsin ^ demek rasyonel bir tutum olabilir mi? Bu derin bir zaafı birlikte getirmiyor mu ? Öcalan’ ın ceza evi koşullarının her hükümlü gibi olmasını, ondan öteye özgürlüğü için talepte bulunmak, bunu hukuk kuralları içinde ortaya koymak da bir haktır. Ama eli kolu bağlı, hükümlülük statüsü tartışmalı, olup – bitenlerin şaibeli olduğu, baskı altında olan birine milyonların iradesini bu kadar cömertçe teslim etmek bize kabul edilir dibi gözükmemektedir. PKK hareketi oldukça kaba saba liderlik kültü nedeniyle kendi içinde büyük riskler taşımaktadır. Bu gibi rizkleri ise her zaman için halk karşılar, faturayı hep halk öder. Ergenekon – PKK bağlantıları iddiaları ciddi ve düşündürücüdür. Kürtler şu ya da bu şekillerde doğan bu ilişkileri meydana çıkarabilirlerse, bu halkın kazancı olacaktır. Kürt halkı her şeyden önce kendisine, değerlerine güvenmelidir. İnsanları her zaman satın almak mümkündür.Tek satın alınmaz güç bizzat halkın kendisidir.
PKK hareketinin rengini vurduğu açık – legal siyasette genişleme, büyüme imkanları sınırlanmış gözükmektedir. Açık – barışçı siyasete adaptasyonu, bunca deneyimlere, bunca zamana rağmen başarılı olmaktan uzaktır. Kürt halk potansiyelleri geniş olmasına rağmen kullanılamamakta, harekete geçirilememektedir. Ne farklı olanları, atıl potansiyelleri kendi bünyesine almayı, ne de başka bir kanaldan harekete geçmesine olanak tanımak istemektedir. PKK sol ve Kürt kimliklerini zamanına , mekanına göre farklı ağırlıkta ifade eden, son derece kaygan bir zemin üzerinde yürüyen bir harekettir. Kürt kimlik renkleri silk olduğundan Kürt dil – kültür - fikir yaşamının zenginleşmesi gibi bir ciddi kaygıdan uzaktır. İç dünyası ise asgarisinden demokratik bir işleyişten yoksundur. Kürt özgürlük potansiyellerini gereken şekilde değerlendirememesi, kendi dışında gelişebilmesi karşısında da olumsuz duruşu önemli açmazlarının başında gelir. Şiddet tekelini toplumun hukukunu sağlama adına elinde tutan devletin böylesi bir örgütlenmenin içine sızmaya kalkması, hareketi yönlendirmesi ve bunu gerçekleştirmede başarılı olabilmesi eşyanın tabiatına da oldukça uygun düşmektedir.
Parça / Bütün İlişkisi
Kürtlerin Algılaması
Kürtler soğuk savaş döneminin statükosu içinde ve yaşadıkları parçanın sınırlarıyla kendilerini izole edilmiş görüp - hissettiler. Her bir parçanın yolları farklılaştı, bir birleriyle bağları çoğu zaman düşük limitlerde seyretti. Dünya ileri teknoloji ve iletişim - haberleşme ağı ile donanınca, tek kutuplu bir dünya olmaya dönünce, Ortadoğu değişime doğru yüzünü döndü, işlerin seyri değişti. Kürtler adeta kendilerini yeniden keşfetme imkanı yakaladılar. Varılan dünya ve bölge koşullarında ufuk daha geniş, daha derinlikli. Gerçekleri yerli yerinde görmek, olduğu gibi değerlendirmek lazım.Şimdi artık net bir biçimde görülen bir realite var. 35 – 40 milyonluk bir yoğun nüfusuyla ve kadim bir coğrafyada yaşayan Kürt ulusal sorunu soğuk savaş döneminde kapitalist – sosyalist kamp arasındaki çıkar hesaplarının, sürdürülen dengelerin başlıca kurbanı oldu. Milliyetler / mazlum milletler sorunu denirken Kürt halkı görülmedi, görülmek, adı bile ifade edilmek istenmedi. Kürtlerin adı , soyadı, bildik kadim adresi elbirliğiyle gözden ve gönülden uzak tutuldu.. Kürdistan’ ın bölünmüş her bir parçası ilgili devletlerce gönüllerince yönetildi. Kürt halk kimliği, tarihi, yaşayan dili – kültürü, söndürülemeyen hak ve hukuk mücadeleleri ile görmezden gelindi. İnkara bağlı şiddet yöntemleriyle Kürtleri susturmak bölge devletlerinin değişmez politikaları haline geldi. Kürtlerin üstüne beton çekmek için bölgesel kurumlar oluşturuldu, Bağdat Paktları, Cento’ lar kuruldu. Kürt coğrafyası her bölümünde, geriliğe, en temel insan haklarından, dünya nimetlerinden nasiplenmemeye reva görüldü.
Yakın bir döneme gelinceye kadar Ortadoğu’ da ulusal sorun denilince sadece Filistin sorunu akla geldi. İsrail devletinin, 2. dünya savaş sonrasında 1949 da kurulmasından sonra, Filistin davası zaman içinde İsrail’ e karşı Arap dünyasında gündeminin merkezine oturdu. Soğuk savaş dönemi boyunca Ortadoğu’ da ulusal sorun olarak Filistin sorunu hep önde yer tuttu. Bu durum elbette nedensiz değildi. İsrail devletinin kurulması Arapların bir araya gelmesini sağlamıştı. Arap dünyası çok devletli, geniş bir dünyaydı, iki süper güç arasında hesaba katılan bir dünya olma durumundaydı. Filistin sorunu Sovyetlerce de doğal olarak gündeme girecekti. Öyle de oldu. ABD ve Batı kampı, İsrail devleti aracılığıyla Arap dünyasını baskı altında tutup bölgedeki çıkarlarını korudu. Arap dünyasının geriliği, iç çatışmaları Sovyetlerin başarısını önledi. Uzunca bir zaman uluslar üstü devrimciliğin mücadele alanı olan Filistin sorunu çekiştire - budana çözümsüzlüğe mahkum edildi. Uluslar arası ciddi bir mesele olmaktan çıkarılmış durumda. İç enerjisi tüketilmiş, içinden bölünerek güçsüzleştirilmiş, külleri soğumaya bırakılmış bir sorun.
1920’ lerde bastırılmış, gündemden çıkarılmış, yok mertebesine çekilmiş Kürt çözümü şimdi doğum sancıları içinde. Kürtlerin yok sayılmak, baskı altında yaşamak sonucu şekillenmiş suskunluk hali batı kampının, coğrafyaya vurulmuş İngiliz mührünün ağır izlerini taşıyor. Statüko Kürt coğrafyasının paylaşılması, bu durumun korunması üzerine bina edilmişti. Sovyetlerin, sosyalist kampın çökmesi, ABD’ nin Ortadoğu’ ya süper güç olarak inmesi, 70 yıllık statükoyu ilk defa derinden sarstı. Sarsılan statüko, Kürt halkına özgürleşme yolunda önemli imkanlar , fırsatlar sunuyor. Diğer yandan bölge halklarına devletleriyle yüzleşme, yeniden demokrasi değerleriyle buluşma, baskı ve yasaklardan kurtulma imkanı da veriyor. Kürt sorunu eskiden olduğunun aksine, farklı konum ve imkan içinde olan her bir parçasında, eş zamanlı bir hareketliliğin, özgürlük arayışının içinde. Bu yeni bir durum. Yaygın bir coğrafyaya oturmuş olması, nüfus yoğunluğuyla Kürt ulusal sorunu Ortadoğu’ da muhtemel bir köklü değişimin, demokratikleşmenin, modernleşmenin merkezinde duruyor. Öyle ki; Ortadoğu’ da bir demokratik değişimden, insanca bir yaşamdan, kalıcı bir barış, demokrasi ve istikrardan söz edilecekse, kilit sorun Kürt sorunudur. Bu sorunun radikal, demokratik bir çözüm yolunda mesafe alması tüm halkların, değişimci hareketlerin yararınadır. Yeniden sosyalizm tasavvurunu düşünmenin, canlandırmanın yaranınadır. Şöyle ki; bu süreçte halklar kendilerinin saydıkları devletleriyle yüzleşecek, insan – toplum ve devlet ilişkilerini yenide sorgulama ve düzenleme imkanı bulacaklardır. Kürt sorun insanlığın gündemine oturmadan, adil şekilde çözülmeden halkların başı dertten kurtulmaz.
ABD’ nin Ortadoğu’ ya inmesi, sadece 70 yılı aşkın süredir devam eden bir statükoyu sarsmıyor, aynı zamanda bölgedeki despotik rejimlerin değişebilirliğinin işaretlerini de veriyor. Unutmamak gerekir ki Emperyalist sömürü dünyadaki tek kötülük değil, ona rahmet okutan kötülükler de var. Toplumun zenginliklerini, kapitalleşmeyi devletin elinde toplayarak, rantları devlet eliyle egemen sınıflara, odaklara dağıtmak, toplumu devlete mahkum etmekten başka ne işe yarayabildi, ne işe yarayabilir? Kapalı ekonomi, kapalı otoriter rejim demektir. Başka halklar yanında bizzat kendi halkını ezen, onlara en temel insan haklarını, demokrasiyi çok gören rejimler, diktatörlükler var Ortadoğu’ da. Zamanında Sovyet politikalarınca da kabul gören rejimlerdi. ABD ve müttefikleri Ortadoğu’ ya asla demokrasi aşkı için inmiş değiller. Oraya çıkarları için geldiklerinde kuşku yok. Bir gerçek daha var ki; statükosu sarsılan Ortadoğu daha kötü bir Ortadoğu olmayacak. Her hareketlilik, yerinden oynayan her taş, değişim ve dönüşüme, halkların uyanışına, özgürlük, eşitlik, adalet arayışlarına yeni fırsatlar sunuyor, sunacak. Bunu görmek lazım.
Günümüzde Ortadoğu’ da milliyetler sorununun halli açısından bir sözü olacaklar için göz ardı edilemez bir sorun var Bu Kürt sorunudur. Üstü örtülemez, nesnel bir gerçek olarak Kürt sorunu demokrasiye doğru bir değişim için yüksek bir potansiyel taşıyor. Bir bütün coğrafyada Kürt halk kitlelerinin özgürlük ve eşitlik talepleri birbirleriyle etkileşim , rezonans halinde. Bu sancılı süreç toplumsal bir değişimin, bir büyük siyasal / toplumsal doğumun da habercisi. Kolay değil 9 ay, on gün çocuğu karnında taşımak. Kürt mücadele tarihi son yüz yılda karnından aldığı darbelerle nasıl düşük yaptığını , nasıl ölüp - ölüp dirildiğini şahidi.. Varılan noktada doğumun sağlıklı yapılması, halk ananın korunması, beslenmesi, aydınlatılması önemli.Kürt halk potansiyeli yüksek bir enerjiye sahip olmasına sahip de, bu potansiyel bütünüyle enerjiye dönüşmüş, kullanılabilir değil. Bu enerjinin tam olarak açığa çıkması için nitelik yükselmesi, geniş bir ufuk, ona uygun davranışlar, çabalar gerekli. Kürt iradeleri enerjiyi açığa çıkarmada yetersiz. Nitelik / kalite eksikliği, bilgi donanımsızlık mücadelenin tüm alanlarında Kürtlerin başlıca açmazı.
Bilgi ve davranış monopolü Kürt siyaset ve fikir dünyasına egemen. Şu haliyle Kürt özgürlük arayışı marjinal – dar bir yatakta akıyor. Kürt halk enerjisi açığa çıkarılamıyor. Kürt kimlik, dil, kültür talepleri kamusal alana bir hak olarak çıkarılacakken çıkarılamıyor. Kimlik sorunu, dil - kültür baskın sorun ama tek sorun değil. Ekonomiden, üretimden koparılmış, işsizliğe – yoksulluğa, yaşadığı iklimi terke / göçe mahkum edilmiş Kürt halkının sorunları ve talepleri oldukça çok boyutlu. Kürt dili – kültürü yazıyla buluşamamış, yazılı kültürün dünyasının kazanımlarını tadamamış, yaşayamamış. Siyaseti de saran asgarisinden bir Kürt fikir dünyasının, aydınlanmasının olmaması büyük bir açmaz.. Kürt aydını gibi işlem görenler sadece resmi eğitim almış, az çok bir meslek edinmiş olmanın ötesinde kendi dil ve kültürleriyle öz aydınlanmasını yaşayamamış, çoğu kez de Türk aydın tipinin ikinci nüshası durumunu aşamamış, dilinden, kültüründen, tarihinden uzaklaştırılmış, kaba bir asimilasyona uğramış, önemli ölçülerde öz güvenini yitirmiş kimseler konumunda.
Kürt fikir dünyası cılız, siyaset dünyası ise her şey benden sorulur. ‘’ her şeyi ben bilirim ’’ e dayanıyor ve Kürt siyasi kültürü iç çeşitlilikten, demokrasiden uzak. İttihatçılıktan beslenen Kemalist anlayış Kürt dünyasına da yansımış. Bir başka kuru sıkı damar da Stalinizm’ den gelen sol / sosyalist kültür oluşturuyor. Toplumdan kopuk, bu otoriter bakış Kürt siyasetçileri üzerinde de geniş etkiye sahip. Ağa – bey tavrı da büyük ölçülerde kaybolmamış, yaşıyor. Her kes öğrendikleriyle, ezberiyle kalıyor, her şeyi en iyi o biliyor. Araştırmaya, yeniden bilgilenmeye, öğrenmeye ihtiyaç hissedilmiyor. İç enerji tüketimi, siyaset için itişme, kavga - çekişme en ön planda. Karşıdakine gücü yetmeyen boş durmuyor, kendi yakınlarını azarlıyor, sopalıyor. Silahı varsa silahla yoksa da beğenmediğini iftirayla, tecrit politikalarıyla yemeğe çalışıyor. Mantık belli, onun iyi olabilmesi için öbürünün mutlaka kötü olması gerekiyor. Her kes kendi köyünün yakınındaki tepeden, kendi aşiretinin yanı başından, sınırlı bir ufuktan seyrediyor alemi. Diğer yandan siyaset oldum olası tek mücadele yolu. Siyaset disiplininin diğer disiplin türlerine, dil, kültür, sanat – edebiyat, tarih, bilim – araştırma, benzeri alanlara kabaca müdahale edebileceği, onları bizzat yönetebileceği hakkını kendisinde görebiliyor. Her mücadele zemininin farklı olduğunu, şu ya da bu ölçülerde özerk olması gerektiği ilgi görmüyor.
Özgürlüğe Vurulan Kelepçe; Terör
Soğuk savaş koşulları bir yana, hiçbir şeyin saklanamadığı şu dünya koşullarında, geniş bir coğrafyada, şu nüfus yoğunluğu ile Kürtlerin şiddete ihtiyacı mı var? Öyleyse bu şiddet neden? Şiddet kimin yöntemi? Güçlü olanın, şiddetin tekelini elinde tutanın şiddete – teröre ihtiyacı var. Şiddet, demokrasi ve hukuk içinde davranmak istemeyenin tercihi, yöntemi.Karşı şiddete çağrı bir tehlike yaratmaz mı peki? Şiddet devletin kontrolünde olmalı ve ayrıca boyunu aşmamalı. Bunun için şiddetin kontrollü şekilde yürütülmesi gerekiyor. Güçlünün katından gelen sese bakılırsa; yaygın bir coğrafyanın üzerinde yüz yıldan bu yana var olan, ben buradayım, yaşıyorum diyen Kürtler yok, Kürt sorunu diye bir sorun yok, terör sorunu var. Göz göre göre inkardan gelmek!... El insaf!...Kaba inkarın bu kadarı da görülmüş, duyulmuş değil. Kürt sorunu var ama bunun inkarı sonucu olarak bir de terör sorunu var, işin doğrusu bu diyen ehli vicdan sahibi yok. Ben Kürt sorununu çözerim, terörün ayağı yerden kesilir, bir bahanesi de kalmaz diyen bir aklıselim anlayış yok. Kısacası, terör kavramı, Kürt sorununu inkardan gelmenin, yaşayan bir sorunu şiddet yoluyla ezmenin mazereti olarak kullanılıyor. Ama deniz bitmek üzere… İnsanlar, halklar helak, kaynaklar ziyan oluyor. Şiddetin bilerek, ısrarla sürdürülüyor oluşu anlaşılmaz değil. Şiddet kimi zaman kontrol dışı tutuluyor, kışkırtılmış kimi sivil guruplar da böylesi ortamlarda durumdan görev çıkarabiliyor. Bu gibi sivil saldırılar halklar arasındaki mesafeyi daha da açıyor, der demez bölünmenin ruhsal – fikirsel zemini derinleşiyor. Buna iyi bir gidiştir demek mümkün değil.
Gerçek kısaca bu. 25 yıldır bir silahlı hareket yürüten, 2 milyon seçmeni olan, meclise pencereden girip temsiliyet yaratabilen, yerel yönetimlerde iktidar olabilen, doğru – yanlış birçok yaşam alanında kurumlaşan, parası, pulu, dünyanın her yanında ilgili dış kurumları olan, sivil itaatsizlik yöntemleri kullanan, büyük mitingler, eylemlilikler düzenleyebilen bir terör, terör örgütü. Bu literatürde adı geçen bildik, kapsamı, amacı sınırlı bir terör olayı değil, bu silaha dayansa da sonuçta siyasal bir harekettir diyen yok. Hak – hukuk içinde alınamayan çağdaş insan haklarının şiddete savrularak almak zorunda kalmanın adı mı terör? 5000 kişilik bir terör örgütü bütün bu çok kapsamlı organizasyonun düzenleyeni, yürüteni. PKK’ ya siyasal hedeflere şiddet metotlarıyla ulaşmaya çalışan silahlı bir örgüt derseniz doğrusunu söylemiş olursunuz.‘’ PKK terörü ’’ dediğiniz, siyasal bir konuda, uyguladığınız sistematik baskı ve şiddetin reaksiyon olarak yeniden size dönenmesinden başka bir şey değildir. Şu koşullarda şiddet yöntemlerine son vererek, karşı şiddet de kontrol edip etkisiz kılmak sizin ellerinizde değil mi? İsterseniz bu şiddeti azaltıp - çoğaltmak, istediğinizde demokratik açılımlarla minimize etmek ve bitirebilmek sizin inisiyatifinizde değil mi yani?
1938 dersim isyanı sonrası, ta 1984’ de kadar, tam 46 yıl…Bu süre içinde Kürt halkı adına karşı bir şiddet mi vardı? Ama Kürt sorunu bütün göstergeleriyle hep var oldu, ben buradayım dedi. Kürtler zaman geldi, sol – sosyalist hareketin konusu haline de geldiler. Kürtler var, tarihsel bir coğrafyada yaşıyorlar, onların da farklı bir halk olmaktan gelen hakları var denildiği için kaç parti kapatıldı, kaç insan ‘’ kim vurdu ‘’ ya gitti, kaç bin insan yattı hapishanelerde? Bütün bunlara rağmen karşı şiddet mi vardı? Şiddetin doğuşunun, büyümesinin adresi 1980 askeri darbesidir. Diyarbakır’ da, Diyarbakır cehenneminde yaşananlardır. 12 Eylül darbesi Kürt halkı üzerinde kitlesel şiddeti yürütebilmenin yolunu açtı. Toplumsal bir gerçeklik olarak şiddet kültüre yakın duran kadrolarıyla PKK, şiddetle beklediğinden de önce buluştu. Karşı şiddetin yayılıp bunca hayatiyet bulması 12 Eylül askeri darbesiyle günümüze kadar süren baskı ve şiddet politikalarının, hukuksuzluğun bir sonucundan başka bir şey midir? Gerçekler saklanabilir mi? Kürt halkını inkar, ona reva görülen uygulamalar, kısa sürede şiddette gözü olan, şiddetle hak alma mücadelesi amaçlayan bir örgütü büyütüp bu etkinliğe, cüsseye ulaştırdı. Karşı şiddetin bunca güce ulaşmasının marifeti PKK de değil, onu belli zorunlu bir istikamette yürümeye zorlayanda aramak gerekmez mi? Kimse kimseyi kandırmaya, yalan dolanla halkların zihnini yüksek teknolojinin imkanlarıyla bulandırmaya, çarpıtmaya kalkmasın. Şiddetin yarattığı şiddet ortamı birçok devletin, gücün, organizasyonun, kişi ve gurupların işine geliyor. Şiddette askeri vesayeti sürdürebilmenin imkanları, savaşta bir çok gücün gözünü ayırmadığı büyük rantlar var. Bu gün Ortadoğu’ da statüko sarsılırken, değişim gündemdeyken, halkların ortak değerleri, barış – adalet yaşam bulsun diye kim silahların susmasını ister dersiniz?
1990 başından bu yana Ortadoğu hareketli. 2003 deki ABD’ nin Irak müdahalesi şu ya da bu şekilde bir değişimi işaret ediyor. Kürdistan parçaları rezonans halinde. Irak bölgede yapay bir devletti, petrolün üzerine oturmuştu, değişim için zayıf bir halkaydı. Değişim orda yoğunlaştı. Güney Kürtleri özgürleşme, devletleşme yolunda önemli bir yol aldılar. Onlar bunu çoktan hak ettiler. İran ve Suriye’ de Kürtler mücadeleye motive olup, belli bir yola girdiler.. Ortadoğu’ nun yeniden dizaynını isteyen güçlerin çıkarlarıyla Irak, İran, Suriye Kürtlerinin özlem ve çıkarlarıyla örtüşmekte, uzun bir süre de örtüşeceğe benzemektedir. Ondan ötesi Kürtler batı değerlerine öteden beri yakın duran, Ortadoğu bataklığında bir gelecek görmeyen bir halk konumunda. Ortadoğu genelinde tüm Kürtlerin Türkiye’ ye önem vermeleri, Türkiye ile iyi geçinme, kendilerini Türkiye üzerinden dünyaya açmak istemeleri bu yüzdendir. Güney Kürtlerinin bağımsızlık haklarını telaffuz etmeleri yanında, demokratik, federal bir Irak’ tan yana olmaları oldukça gerçekçi, isabetli bir tercihtir. Bu gerçekçi tercih özellikle Iran ve Suriye’ deki Kürt mücadelesinin gelişmesine de önemli bir katkı koymaktadır.
Türkiye koşullarında Kürt sorunu ise farklıdır. Çözümleri kendine özgü bir rotada seyretmektedir. Bölgeye yeni bir dizayn verecek ABD ve AB açısından da Türkiye koşullarında Kürt sorununu durumu farklılık taşımaktadır. Görülebildiği kadarıyla ABD Türkiye’ de Kürt sorununun AB sürecinde, üniter devlet yapısı içinde, kimlik ve kültürel haklar ve güçlendirilmiş yerel yönetimler çerçevesinde çözülmesinden yanadır. Asker – sivil irade ilişkisinin Türkiye’ nin genel demokratikleşmesini yanında Kürt sorununun demokratik çözümü için yeniden düzenlemesi, sivil bir hukuk ve anayasayı düzeninin sağlanması istekleri arasındadır. Türkiye ABD için bölgede önemli bir ülkedir. Kendisini yenidünya koşullarına uyarlamış, zaaflarını aşmış, istikrarını sağlamış bir Türkiye ABD çıkarları için uygundur. Avrupa ile Türkiye ilişkisiyse Osmanlıdan devralınan 200 yıldır süren bir ilişki. AB ülkeleri, Avrupa güvenliğinin doğu ucundaki Türkiye’ nin birliğin üyesi olması kısa zaman içinde gerçekleşmese de, birlik süreci yolunda yürümesini kendi çıkarlarına uygun görmekteler. AB sürecine karşı Türkiye’ de ciddi bir direncin olduğu gerçektir. Sermayesi dünya borsalarında olsa da askerin bir kanadı, üniversiteler, yargı, derin devlet güçleri, Jitemler, Ergenekonlar AB sürecine direniyor. Siyasal irade olması gerekenler riskten uzak durmakta, büyük işleri askere bırakmış, ancak rutin devlet işlerle kendileri ilgileniyorlar. AKP iktidarı Kürt sorununun çözümünde ordu ile tam bir mütabakat içinde, merkeze, sistemin içine çekilmiş bir parti. AB süreci askıda duruyor.Kürt sorunu bu gelişmelerin yarattığı kör düğümün nedeni.
Kürt sorunu demokrasinin önünü tıkamış. Bu sorun çözülmeden diğer sorunlar aşılamaz. Kürtlerin şiddete ihtiyaçları yok. Zorbalıktan uzak, demokrasinin, hukukun, insan haklarını işlemesi onlar için önemli bir hedef. Kürtler yaygın, özgün yaşamını koruyan, varlığını hissettiren bir büyük halk. Türkiye koşullarında Kürtlerin her şeyden önce eksiksiz işleyen bir demokrasiye ihtiyaçları var. Bunun ancak iç demokratik dinamiklerin harekete geçirilmesi ve AB sürecinin rüzgarını arkasına alınması ile mümkün olacağını görüyor. Halkların eşitliğini, toplumsal kesimleri ifade eden sivil bir anayasa istiyor. Demokratik kurumları, kuralları işletebilecek, halkların, yurttaşların hak – hukukunu yaşama geçirecek bir fikir ve toplumsal örgütlenme serbestisini zorunlu görüyor. Çoğulcu bir siyasal partiler düzeni. Yaşamın her alanında temsiliyet, katılım hakkı kazanmanın önemine işaret ediyor. Kısacası Kürtler; eşit insan, eşit halk, eşit yurttaş olma için bir mücadelenin ortak bir siyasal sınır içinde çözmeye büyük önem veriyor. Bu mümkün mü, değil mi, bunu yaşayıp görmek istiyor. Devletle Türk halkın ayırımında Kürtler…İmralı’ dan Öcalan’ ın demesi de gerçeği yansıtmıyor. Kürtler ilkel milliyetçi değiller, esas itibariyle bölesi bir şansları, lüksleri de yok. Kürt halkı savaş şiddet dursun, haklar demokrasi kuralları içinde, barışçı siyasal mücadele yolu ile kazanılsın istiyor.. Savaşın halkları mağdur ettiğini, bunu galibinin olamayacağını, genç insanların boş yere öldüğünü görüyor. Kürtlerin devleti yönetenlerin zihniyet ve uygulamalarıyla ciddi sorunu var, halklarla çözülmez sorunları ise yok. Kürt halkının Türk halkından bekledikleri var. Görünen o ki; Türk halkının eşit halk, eşit insan, eşit yurttaş taleplerine ne diyeceğini iyice anlamak istiyor, bunun için de onla içtenlikle etkileşmek, ortak amaçlar için ortak tavırlar belirlemek, demokrasiye doğru ortak mücadele ile ulaşmak istiyor. Bu şansı sonuna kadar da kullanmak ve denemek istiyor.
Açık söylemede zarar yok, fayda var. İnsanlığın bulunacağı yer neresi, şaşırıp kaldık. Türkiye’ de demokrasi, hak – hukuk duyarlılığını, mücadelesini kimden bekleyeceğiz diye sorsanız bir karşı bir cevap alabilir misiniz? Özgürlük, eşitlik, adalet ve barış mücadelesini kimden, kimlerden umacağız ? Ezberini sağlam tutanlar için cevap hazırdır. Halklardan, emekçilerden, ezilenlerden, solculardan, sosyalistlerden. Halklar, emekçiler, ezilenler doğal olarak onlardan sorulur…Niye mi ? Çünkü onlar solcu, onlar sosyalist…Onlar toplumun genel geçer çıkarlarını koruyabilen, ezileni, öteleneni savunabilen, toplumun en bilgili, en uyanık ve cesur, en vicdan sahibi unsurları. Demeyle mi, yapmayla, yaşamayla mı oluyor solculuk, sosyalistlik? Tamam da ne yapalım şimdi? Seçim yaklaştı, ‘’ solda cephe’’, solda ‘’çatı partisi‘’ gerekli. Bunu konuşmanın tam da zamanı.’’ Sosyal demokrat CHP ‘’ yi de dışarıda bırakmasak çok iyi olur. Başka çare mi var? Ya ‘’ liboşlar ‘’ dan mı bekleyeceğiz bu kadar haklı, güzel amaçları, değerleri? Şaşırıp kalırsınız böylesi fırsatçılığa, sığlığa, kolaycılığa… Halka, topluma ta tepeden bakan ittihatçı kafalılardan hesabını ayırabilmiş, yaptıklarını / yapamadıklarını sorgulayıp aşmış, kötü sicilinden, kirlilikten arınmış solcuyu, sosyalisti, sağlıklı yeniden bir doğruluş ve uyanışı ara ki bulunasın…
Sonuç
Ütopyama kalırsa bütün insanlığa bir tek devlet bile fazla. Devletsiz bir yaşam baskısız bir yaşam demektir. Hiyerarşisiz, sömürüsüz, baskısız bir yaşam insanlığın Kaf Dağı’ nın ardındaki umudu. Komünizm bu nedenle ileri insanlığın ulaşılır gibi gözüken ütopyasıydı, umuduydu. Ama bilinen o geri iklimde söz konusu olduysa da maya tutmadı, yaşama imkanı bulamadı. Söz konusu uygulamanın yolu komünizme değil, dönüp – dolaşıp gerisin geri kapitalizme çıktı. Milyarlarca emekçiyi, eli – gönlü darda olanı insanın umutlarını kırdı, insanlığı bir yerde eldeki bulgurdan etti. El konulan özel mülkiyet emeğin ortak mülkiyeti değil, doğrudan doğruya devlet – parti bürokrasisinin fiili malı oldu. Bürokrasi tapusu üzerinde gözükmeyen mülkiyetin gelirini dilediği gibi kullandı, egemen bir sınıftan beter bir sınıf oldu çıktı. Devlet bürokrasisi marifetiyle yeniden kapitalizme çıktı onca meşakatle, masrafla yürünen yol. Dünyanın bir çok ülkesinde, bu uygulamayı fiilen yaşamamış birkaç fedakar kuşak insan sosyalizmin – komünizmin adına büyük emekler verdi, ağır bedeller ödedi.
Sosyalist uygulama 70 yıl bir ömür sürdü. Kapitalizmin daha da yaşayabileceğinden başka 500 yıldır yaşadığı düşünülürse 70 yıllık bir ömür yeni bir yaşam için uzun bir zaman değil. Sosyalizm maya tutmadıysa kapitalizm ebedi mi? Kuşkusuz her yaşayan gibi Kapitalizm de fani. O, 500 yıllık, kendisini yeniden üretebilen; uzun boylu özgürlük, özellikle de eşitlik kaygısı olmayan, eşitsizliği daha da yayıp derinleştiren, insanı ve toplumu kendi kendisine yabancılaştıran, insanı yarattığının yabancısı esiri yapan bir düzen. Onu ebedi olarak düşünmek, değerlendirebilmek zor.Ama ona ömür biçmek de sanıldığı gibi kolay bir şey değil. Kapitalizm de elbette kendisini yeniliyor. Kapitalizm ne zaman yaşamı geliştiremez, dönüştüremez, yönetemez hale gelir? Ona rakip güçler nerede, nasıl doğar, hangi farklı araçlarla mücadele eder, en önemlisi kapitalizm sonrası yaşamı nasıl kurar, biçimlendirir, kendi Azrail’ i ile nerede, nasıl buluşur kapitalizm, ruhunu nasıl teslim eder, onu bu günden bilmek ise herhalde mümkün değil.
Kapitalizm Ortadoğu’ ya doğru genişlemeye, bir hamle daha yapmaya talip. Küresel olma yolunda ilerlemek imkanı içinde.ABD küresel kapitalizmin eli sopalı kumandanı. AB daha çok işin vurmak – kırmak yanıyla değil, o işin ticareti – zenginlikten pay koparma yanıyla ilgili. Ortadoğu’ da içine kapanmış geleneksel – yerel ekonomiler, despotik rejimlerle birlikte yaşıyor. ABD, 80 yıldan sonra büyük lokmanın kendisinin olacağı bir yeni Ortadoğu projesi için gelmiş. Statüko var olan devletlerin çıkarlarını ifade ediyor. Nesnel olarak değişimde çıkarı olan güçler ise bölge halkları. Onlarsa henüz çıkarlarını görmüş, anlamış değil. Uyanış, geleceğini sahiplenme zaman alacak. Kürt halkı mazlum / mağdur bir halk, üzerinde yürütülen inkar politikalarından, baskı ve şiddet politikalarından kurtulmak istiyor. Canı gönülden değişimden yana. Yeni şanslara, imkanlara sahip. Geleceğine karar vermek, belirlemek istiyor. Değişim bütün parçalardaki Kürtlerin vazgeçilmez temel eğilimi. Kürtler Ortadoğu’ nun kaotik ortamından uzak, laik, demokratik, batı normlarına uygun bir yaşamdan yana iradesini ortaya koyuyorlar. Bu çerçevede Türkiye bütün Kürtler açısından Batı dünyasına açılan kapıdır. Bu nedenle Türkiye koşullarında Kürt sorununun demokratik çözümü bütün Kürtler açısında büyük, belirleyici bir önem taşıyor. Kürt – Türk halklarının özgür – eşit beraberliği, dayanışması demokratik bir Ortadoğu için çok gerekli.
Ortadoğu’ da bu değişim nesnel olarak Türk, Arap, Fars, diğer halklara da demokrasiye ulaşmaları, halkın iradesini güçlendirmeleri adına önemli fırsatlar, imkanlar sunuyor. Kürt halkı dünya ve bölgedeki değişimi, gelişmeleri gerçeklere uygun şekilde değerlendirmek, varoluşuna sarılmak imkan ve şansıyla karşı karşıya. Özgürlük – eşitlik arayan bir halk olarak kimliği ve tüm değerleriyle kendisini ifade etmek, ülkesini kaynaklarını sahiplenmek, geri bir üretim ve yaşamdan kurtulmak, insanlığın hak ettiği ileri değerleriyle buluşmak durumundadır. Yerelliğe, dar karşı milliyetçiliğe savrulmamak, özgürlük - eşitlik taleplerini insanileştirmek zorunda.. Kürtlerin dar milliyetçi saplantılara kayma onun gücünü azaltır. Esasen Kürtlerin ilkel bir milliyetçilik yapma, bu yolda ilerleme şansı da bulunmamaktadır. Kürtlerinki; kendi kimliği ve değerleriyle yaşadıkları coğrafyalarında özgür yaşamak, eşit insan, eşit halk statüsü kazanmak, kaderini özgür iradesiyle belirlemektir.
Mezopotamya’ nın kadim halkı Kürtler, yan - yana, iç - içe yaşadıkları halklara, insanlıktan yana düşüncelere, örgütlenmelere, demokrasiden yana güçlere dostluk ellerini uzatıyor. Gördüğünüz gibi sizlerden farklıyım ve eşit halk olma statüsüne yükselme iradesi taşıyorum diyor. Özgür olalım, eşit olalım, kardeş olalım diyor. Kürtler, yana yakıla haklarını teslim edecek büyük insanlığı arıyor.
(2008)
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.