Faik Bulut: Bitlis vilayetindeki Nakşi Şeyhlerin Ermeni, Êzdî ve Kızılbaşlara yönelik saldırılardaki rolü
.
Faik Bulut Araştırmacı gazeteci, yazar
Bundan birkaç ay önce genç kuşak Kürt aydınlarından Sedat Ulugana'nın "Kürt-Ermeni Coğrafyasının Sosyopolitik Dönüşümü:1908-1914" isimli çalışmasından yararlanmıştık.
Benzer şekilde devam edeceğiz.
Malumunuzdur:
Ermeni aydınların sürgünü veya diğer adıyla Kızıl Pazar; Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı içerisindeyken başkent İstanbul'daki Ermeni toplumunun önde gelenlerini tutuklaması ve tehcir etmesidir.
Tutuklular, 24 Nisan 1915 tarihinde Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Paşa'nın emriyle Ankara yakınlarındaki iki merkeze taşındı. 27 Mayıs 1915 tarihinde Tehcir Kanunu'nun kabulü ile birlikte sürgün edilen bu aydınların çoğu öldürüldü.
24 Nisan, Ermeni tehcirinin başlangıç günü olarak kabul edilmekte. Ermenistan'da ve Ermeni toplulukları tarafından 'Ermeni Soykırımını Anma Günü' olarak anılmaktadır. O tarihte verilen bilgilere bakılırsa, toplam 2 bin 234 kişi tehcire tâbi tutulmuştur. 1
Araştırmacı nesnelliği adına bir noktayı vurgulamakta yarar var:
Batılı ülkeler ve Arap dünyasında genel kabul gören "Ermeni soykırımı" kavramı Türkiye'deki iktidarlar, Türk kamuoyu ve Azerbaycan gibi yakın dostları tarafından reddediliyor.
Biz burada 24 Nisan münasebetiyle meselenin daha yerel bir yanına ışık tutacağız:
Bitlis-Van-Muş-Bingöl-Siirt beşgenindeki Nakşibendi tarikat şeyhleri ile aşiretlerin o bölgelerde yaşayan Ermeni ahaliye karşı düşmanca tutumuna.
Sultan Abdülhamid'in Bitlis kasabasını vilayet yapmadaki maksadı
Temel kaynağımız, Sedat Ulugana'nın yukarıda sözü edilen kitabı olacaktır.
Birlikte izleyelim:
III. Selim ile başlayan 'Batılılaşma' siyasetiyle işlevsiz hale gelmiş olan devletin modernizasyonunu (Nizam-ı Cedit yani Yeni Düzen-Yeni Devlet-FB) önüne koyan Osmanlı erki, merkezileşme çabalarını, amaca ulaşmak için olmazsa olmaz bir kilometre taşı olarak görüyordu.
Asıl amaç, yerel güçlerin nezdinde asırlardır oluşmuş maddi birikimi devlet hazinesine aktarmaktı. Merkezi otoriteye pek katkısı bulunmayan bu yerlerdeki insan unsurunu doğrudan İstanbul'un tahakkümü altına sokmaktı.
İmparatorluğun diğer yerlerine göre daha otonom (özerk, serbest) bir yapıya sahip olan Kürt coğrafyası, merkezileşmeyi amaç edinen Osmanlı erkinin öncelik verdiği bir mahal oldu. Geçen yüzyılda, birkaç yılda bir 'tedip ve tenkil' uygulamalarıyla Kürt emirliklerinin mal varlıklarına el koymayı ve Kürt yerleşim birimlerini talan etmeyi idari bir gelenek haline getirmişti.
El koyma ve talanla ele geçirilen Kürt sermayesi, daha çok yerelde bulunan Osmanlı memur ve askerler arasında pay edilirdi. Merkezileşme hamlesi, bu bağlamda ekonomik edinimin doğrudan devlet hazinesine yansımasını da amaçlıyordu.
Bu niyet, aynı zamanda Osmanlı'nın süregelen 'geleneksel toplumsal mühendislik' edinimin azledilmesi, yeni 'modern toplumsal mühendislik' çabasının parçasını oluşturma girişimiydi.
Padişah II. Mahmud'un Sivas Valisi Reşit Paşa'yı 'bütün Kürdistan'ın valisi' olarak ataması ve geniş yetkilerle donatması, Osmanlı'nın Kürdistan'da, özellikle Bitlis'in hinterlandı olan Garzan'da Êzdî ve Sünni aşiret mekânlarında uygulayacağı sınırsız şiddetin de yolunu açtı. Binlerle ifade edilen insan, korkunç yöntemlerle katledildi; maddi servetine ve edinimine el konuldu. (s. 46-47-48)
Sedat Ulugana'nın kitabında Bitlis ve çevre illerde Nakşibendilerin Ermenilere karşı tutumu ele alınmış
Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılıp topraklarının ellerinden alınmasını izleyen dönemde, toplumsal/siyasal boşluğu daha mahalli yöresel Kürt ağalar ile tarikat şeyhleri ve bilhassa bölgedeki Nakşibendi şeyhleri doldurdu.
Sultan II. Abdülhamid merkezi otoritesini sağlamlaştırmak için, yerel yapılanma modeline örnek olarak sıradan bir dağ kasabası konumundaki 'Kürdistan'ın kalbgâhı' Bitlis Vilayetini kurdurdu.
(1 Aralık 1878)
Bitlis şehrinden bir görünüm, 1911
Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında kıtlık, isyan ve misyoner raporları
Halk arasında "93 Harbi" diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı nedeniyle en büyük zararı Ermeniler ve Kürtler gördü.
Van, Erzurum ve Diyarbekir'de başlayan açlık-kıtlık neticesinde yerel isyanlar patlak verdi.
Osmanlı'nın parçalanmaya yüz tuttuğu yolundaki karamsar izlenim, Kürdistan'da yaygın bir silahlanma furyasına yol açtı. Aşiret şiddeti, Bitlis civarında ölçüsüz derecede tekrar tekrar nüksetti.
Yöredeki Amerikalı ve Avrupalı Hıristiyan misyonerlerin İstanbul ve Kürdistan'daki rapor, şikâyet ve nasihatleri doğrultusunda Avrupa devlet temsilcilerinin Hıristiyanlar lehine reform yapılmasını Osmanlının gündeme getirdi. (s. 56-57)
Muhtemelen Bitlis'deki Mount Hoyloke Kız Okulundan mezun olan Ermeni öğretmenler, 1990'lü yıllar
Osmanlı'nın bu reformları (Tanzimat Fermanı gibi) yasalaştırması ve uygulaması, iki ciddi gelişmeye neden oldu.
Bir: Reform talepleri, Osmanlının parçalanması ve Kürdistan'ın da elden çıkarılıp Ermenilere verilmesi yolunda bir endişe, korku ve algıya yol açtı.
İki: Otorite boşluğunda sahneye çıkan Nakşibendi tarikat şeyhleriyle Kürt aşiretleri, etnik ve dinsel temelde bölgedeki Ermeniler ile Êzdîleri hedef tahtasına koydular ki, Abdülhamid'in pan-İslam politikasının bir amacı da buydu.
Bitlis civarındaki Ermeni kadınlar ve misyonerler
Sarıklı Nakşibendî Halidî şeyhleri ile şapkalı misyonerler zıtlaşması
Sedat Ulugana'nın tespit ve tanımına bakalım:
Merkezi otorite, emirliklerin (beyliklerin, Kürtçesi mirmiranî) tasfiyesiyle güçlü bir şekilde ortaya çıkan aşiret öznesini ortadan kaldıramayınca, Kürdistan coğrafyası bu yıllarda üç yeni aktörle tanıştı: Sarıklı Halidî şeyhleri, şapkalı batılı misyonerler ve kırmızı fesli Osmanlı yöneticileri.
Bitlis'te şeyh, diğer iki rakibinden (Avrupalı misyonerler ile Osmanlı kaymakamları) daha avantajlı bir düzlemde hareket ediyordu. Zira o kaymakam veyahut vali, belli bir ücret (maaş) karşılığında tanımadığı bir coğrafyaya gönderilen bir Osmanlı idarecisiydi.
'Sadat'tan (soyağacı İslam peygamberine ulaşan kutsal zevat, din adamları) olduğunu iddia edip kendisine 'Seyyid' diyen/dedirten şeyh, son birkaç yüzyıldır emirin zayıflamasıyla doğru orantılı olarak sahada güçlenen 'mukaddes' bir şahsiyet idi.
Tekke ve medreseler vasıtasıyla dönemin Kürdistan'ının en ücra köşesine kadar mürit ve ekonomik gelir ağı kuran şeyhlerin meşhurları ve muktedirleri Bitlis'in çevresine yerleştiler. 2
Tam da burada Nakşi şeyhlerinin tarikat silsilesinde bağlı oldukları ünlü bir din adamı sayılan Mevlana Halid hakkında kısa bilgi verelim:
Irak-İran Kürdistan bölgesinde yaşayan Büyük Caf aşireti mensubu olan Mevlana Halid-i Bağdadi, (doğumu 1779 Süleymaniye, ölümü 1827 Şam) Nakşibendilik mensupları arasında "Mevlânâ" unvanıyla tanınır.
Şarizorlu Mevlana Halidi El Bağdadi portresi
Tam adı Ebü'l-Behâ Ziyâüddîn Halid bin Ahmed bin Hüseyn el-Şehrezûrî el-Kürdî olup, zamanın ünlü hoca ve âlimlerinden eğitim gördü.
1804 yılında Medine'ye, 1809 yılında Hindistan'ın Cihanabad şehrinde Şeyh Abdullâh Dehlevî'nin yanına giderek Nakşibendi tarikatının terbiyesini aldı.
Burada "irşad icazeti" alarak 5 ayrı tarikata halife oldu: Nakşibendi, Kadiri, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî.
Halid'in Nakşibendi tarikatını yaymaya başlaması Süleymaniye'deki Kadiri şeyhlerini rahatsız etti. Bunun üzerine Halid 1813'te tekrar Bağdat'a gitti.
Orada satın aldığı bir medreseyi Nakşibendi zaviyesine çevirerek irşad faaliyetine başladı. Burada öğrencilerine tefsir, hadis, tasavvuf, fıkıh gibi çeşitli dersler verdi.
10 yıl sonra müritleri ve halifeleriyle birlikte Şam'a yerleşti.
Mevlana Halid'e nisbet edilen Nakşibendi-Halidîlik, tarikatın geleneksel inanç ve uygulamaları yanında şeriata bağlılığa ve cehrî (açık) zikirden kaçınmaya özel bir önem vermesiyle tanınmıştır. 3
Özetle Mevlana Halid, tekke-cami-medrese üçgenindeki mezhep dengesini kendi lehine çevirdi.
Bitlis ve Muş Ermenileri hakkında bir kitap
Aşiretlerin yerleşik yaşama zorlandığı bir dönemde ortaya çıkan Halidîlik ile aşiret olgusu, birbirlerinin muhtevasını değiştirdi.
Sünniliği aşiretlerin sosyopolitik dinamizmiyle birleştiren Halidîlik, yeni bir Kürtlük inşa ederken, aşiret asabiyesini (tutucu bağlılığını) dönüştürüp radikal bir kıvama getirdiği Halidîlik de Mevlana Halid'in Halidîliği değildi artık… (s.69-70)
Mevlana Halid'in 26 seçme halifesinin hepsi Kürd idi. Onun kurucusu olduğu Nakşibendi tarikatının Halidîlik kolu, Kürt kimliği ile güçlü bir biçimde özdeşleşti. Giderek Sünni Kürt-İslam sentezine dönüştü.
Bitlis'in Halidî tekkeleri (Gayda, Norşin, Küfra, Melekan) 19'uncu yüzyılda Kürdistanı kontrol eden birer kumanda merkezi konumundaydılar.
Kürdistan'da oldukça örgütlü bir durumda bulunan Halidîlik, temellerini Şiilik ve Hıristiyanlık karşıtlığı üzerine kurmuştu.
Teorideki Hıristiyan karşıtlığı zaman içinde sahaya pratik olarak da yansıdı.
Hâl böyle olunca Bitlis'e doluşan Amerikalı Protestanlar ile Fransız Katoliklerin kurumları tehlikeye düştüler.
Halidî şeyhlerin kumanda ettiği aşiret reisleri özellikle Bitlis civarında defalarca Amerikalı Protestan misyonerlerin canlarına kastettiler.
Halidîler ile Protestan misyonerler arasındaki çatışma yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca Bitlis üzerinde şiddetli bir seyir izledi ve 1915 yılında bu civardaki Hıristiyanların yok olmasıyla sona erdi.
Eski Ermeni mahalleleri, Muş
Protestan ve Katolik misyonların eğitimsel etkileri, Rusya ve Batı Avrupalı devletlerin politik çalışmaları, Halidîliğin başlangıçta taşradaki köylüler ile aşiret ve zengin toprak seçkinlerini dini bir kalıba soktu.
Halidîliğin sarıp sarmaladığı Bitlis civarına bir geziye çıkan baş misyoner George Knapp, zaman içinde Ermenilere uyguladığı şiddetten dolayı uluslararası gündeme konu olan Musa Bey'in adamlarının saldırısına uğradı.
O yıllarda hâlâ hayatta olan Musa Bey'in babası Mirza Bey, Şeyh Abdurrahman-ı Tahi'nin (Seyda) müridiydi.
Saldırının kendisinden habersiz ve Seyda'nın iradesi dışında gelişmediği aşikârdı.
Zira o günlerde sık sık gezilere çıkan Protestan misyonerlerden daha aktif bir iletişim ağı kurmuş olan Halidî şeyhlerin haberdar olmaması imkânsızdı.
Siirt ve Garzan çevresindeki Keldani, Süryani ve Botan'daki Nasturilere yönelik şiddet de Ermenilere uygulanan dozajda işliyordu.
1839 yılında Mehmet Salih Bey'in yerine Siirt'e atanan Said Bey de özellikle Ermenilerin Kürtlere dair şikâyetlerinin, aşiretler üzerinde etkili olan Halidî şeyhlerinin tahriklerinden kaynaklandığını söylüyordu. (s. 137-143-162)
Şêyh Said, Ermeni katliamına karşı çıktı
Bitlis'te misyoner faaliyetleri ve kolektif Ermeni bilincinin inşası
1880'lerin başlarında İzmir limanından Anadolu'ya çıkan misyonerler, yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kürdistan'ın sarp dağlık bölgesine kadar yayıldılar.
Öncelikle dağlık Botan bölgesinde üs kuran Katolikleri, birkaç yıl sonra Amerikalı Protestan misyonlar takip etti.
1810 yılında Boston'da kurulan "American Board of Commissioners for Foreign Mission" (ABCFM), 1832'de İstanbul'da ilk şubesini açtı.
Birkaç yıl sonra, 1839'da Erzurum'da da bir şube açarak Kürdistan'a adım attı.
Rakip Cizvit Katolik Misyonu'nun engelleme ve karalama kampanyalarına rağmen ABCFM, Bitlis gibi ücra bir vilayete kadar uzanmayı başardı.
Amerikalı Protestan misyoner kurumu ABCFM, "Doğu Türkiye Misyonu" programı çerçevesinde 1858'de George C. ile Alzine Knapp çiftini Bitlis'e misyoner olarak gönderdi.
Bu çift, Amerika'daki misyon merkezinin beklediği gibi gelir gelmez Bitlis civarındaki Ermenilere ulaşmak için yoğun çaba sarf etti.
Bitlis Amerikan misyoner okulu
Bitlis ve civarındaki Ermeni yerleşim yerlerine okullar ve hastaneler kuran bu öncü misyonerlerin asıl dini görevi, halk arasında Protestanlığı yaymaktı…
Bitlis Mount Holyoke mezunu 4 kadın / Fotoğraf: Mount Holyoke Koleji arşivi
Van merkezli Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF), yeni örgütlendiği Bitlis ve Muş bölgesinde, kendilerini "bozguncu, modernist ve ateist" olarak gören Gregoryen Ermeni Kilisesi ile Katolik misyonerlerin engellemelerine karşı; bireyi öne çıkarmak suretiyle kulun rahip ve kilise olmadan doğrudan Tanrı ile bağ kurmasını savunan, Darvinci fikirlerle donanmış Protestanlığın bölgede yayılmasını destekledi.
Van-Çatak Ermenileri
EDF üyeleri bu manada, Protestan misyonerlerin, politik çalışmalarında kendilerine daha yakın duracaklarını umuyorlardı.
Öyle ki Gavs, Seyda ve Küfrevi gibi Halidîliğin güçlü ve etkili temsilcilerine karşı Knapp ailesi, tehlikeli de olsa Ermeni devrimcilerle işbirliğini elzem görüyordu.
Bitlis'deki Mount Holyoke Kız Okulunun iç görünümü / Fotoğraf: Mount Holyoke Koleji arşivi
İkinci kuşak misyonerler olan Charlotte ve Mary Ely kardeşlerin Bitlis'e gelmesiyle birlikte bu vilayetteki ABCFM misyonu daha da etkin hale geldi.
Bitlis ABD'li Protestan misyoneri kadın Charlotte Ely, 1880 civarı
ABD'li Protestan misyoner Charlotte ve Marry, Bitlis yakınındaki Sindiyan Dağı'ndaki bu okula yerleştiler
Halidî şeyhi Sıbgatullah Arvasi'nin Bitlis civarında etkin olduğu yıllara denk gelse de misyoner Ely kardeşler bu zaman diliminde Ermeni kız çocukları için 1873 yılında yatılı bir okul kurdular.
Bu okul zamanla bir tür eğitim fakültesine dönüşerek birçok öğretmen yetiştirdi.
Bu öğretmenler "Merhamet Damlaları" veya "Kürdistan'ın Çalışkan Arıları" yahut "Dorcas Cemiyeti" ismiyle çok sayıda dernek ve eğitim kurumları kurdular.
Bahsedilen kurumlar, Halidî şeyhlerin halife yetiştirme ve aşiretler arasında gönderme geleneğini adeta kopyalayarak, yetiştirdikleri öğretmen adaylarını Bitlis çevresindeki en ücra Ermeni köylerine göndererek Ermeni ahalinin eğitilmesini ve Protestanlığı tanımalarını amaçlıyorlardı.
"Ermeni devrimcileri" diye isimlendirilen EDF'nin tam da arzu ettiği gibi, ırak dağ köylerine gönderilen bu öğretmen adaylar Ermeni toplumu arasında modern fikirler yayıyorlardı.
Misyonun bu yönlü çalışmaları, kolektif Ermeni kimliği ve milliyetçiliğinin inşa sürecine katkıda bulundu.
Bu bağlamda Ermeni milliyetçiliği de zuhur etti. Böylece Ermeni topluluğuna uygulanan şiddetin hem nedeni hem de sonucu oluverdi. (s. 138-143)
Bitlis vilayeti Muş kazasından bir Ermeni köylüsü
Nakşi şeyhlerinin misyoner ve Ermenilere karşı hamleleri
Misyonerlerin bölgedeki faaliyetlerine yönelik düşmanlığı körükleyen Nakşi şeyhlerin söyleminin dinsel eksende Ermeni karşıtlığına dönüşmesi, Kürtlerin de artık şiddet uygulayan aktörler olarak sahneye çıkmasına yol açtı.
1872-76 yılları arasındaki raporlarda 320 şiddet olayı kaydedilmişti. Ancak bu vakaların tek faili aşiret ağaları değildi. Halidî şeyhleri de şiddet sarmalının genişlemesinde etkin aktörler haline geldiler.
Hizan civarında Şeyh Celaleddin Gayda tekkesinin başına geçtikten sonra 1870'lerden itibaren Ermenilerin maddi ve manevi varlığını yok etmeye koyuldu.
Öyle ki, yörenin Ermeni zenginlerinden Beytem Murat'ı bölgenin toprak ağalarından Arif Beyin yanında rençber olarak çalışmaya mecbur etti.
Ayrıca Murat'ın servetini kendi servetine kattıktan sonra, Ermenilere ait yörede ne kadar verimli tarım arazisi, davar sürüsü ve para varsa el koydu.
Bu talan ve yağmayı sadece ekonomik motivasyonla yapmıyordu. Onun Hıristiyan karşıtlığı din ve kültür menşeliydi.
Onlarca kilise ve manastırı talan edip yıkan Celaleddin, asırlık kitabeleri ve taşlarını kendi evinin yapımında kullandı.
Kiliselerdeki el yazmalarını da yok ederek Ermeni kültür mirasına onulmaz zararlar verdi.
Şeyh Celaleddin, şiddeti adeta İslam'ın şartı olarak dikte ediyordu. Bu talan ve yıkım seferlerinde kullandığı adamlarının tamamına yakını molla, fakih ve sofu olarak isimlendirilen tekke çevresindeki kişilerdi.
Said-i Nursi'nin (Kurdi) Ermeni katliamı sırasındaki tutumu tartışılıyor
Keza daha önce Van-Müks (Bahçesaray) yöresinde ün yapan fakir bir imamın iki çocuğundan biri olan Seyyid Sıbgatullah, Hizan'ın Gayda köyünde aldığı araziye tekke inşa etti.
Birçok yoksul halife gibi geldiği dağlık Hizan muhitinde güçlü ailelerle evlilik vb. bağlar kurmak suretiyle kısa zamanda yaygın bir mürit ağına ve ekonomik servete sahip oldu.
Ardından Gevaş (Karçıkan) kazasına bağlı Kêsan nahiyesinde yeni bir tekke inşa etti. İddiaya göre o tekkeye yerleşen Seyyid Sıbgattulah'ın ilk icraatı, Ermenilerin Müslüman mezarlıklarının yakınlarına gömülmesini yasaklamak oldu.
Gavs-i Hizan diye ünlenen Seyyid Sıbgatullah Arvasi ve Said-i Kurdi
Mürşidi sayılan Nehri seyyitleri kadar "Ermeni karşıtı" diye bilinen Sıbgatullah, 15 Mayıs 1895 tarihli Fransız gazetesi Les Nouvelles d'Orient'in iddiasına göre; "167 Ermeni genç kız ve kadının kaçırılıp tecavüz edilmesi" gibi hadiselerde bir şekilde rol oynamıştı.
Tekke zevatını daha sonra sıradan köylüler ve aşiret reisleri takip etti.
Örneğin şeyhin müritlerinden Beşir isimli şahıs talan ve yağmada kullandığı tabancasına "müftü", kılıcına "hâkim" adını koymuştu.
Bu tanımlamalar Ermenilere dönük şiddet eylemlerinde şeyh ve devlet icazetinin simgeleriydi.
Ok yaydan çıkmış; şiddet, çoktan günlük yaşamın bir parçası haline gelmişti.
1880-1885 yılları arasında Bitlis ve çevresindeki Ermenilere dönük şiddet olaylarının failleri daha çok tekke, medrese çevresi ile onlara bağlı aşiret reisleri idiler.
Bazen sıradan köylülerle şehirli eşraf takımı da şiddet olaylarına bulaşıyorlardı.
Örneğin 1895 Bitlis pogromunda kolluk kuvvetleri Müslüman ahaliyle birlikte Ermenilere kurşun yağdırmıştı.
"İsyan" olarak telakki edilen bu olayda resmi raporlara göre 139 Ermeni ile 30 Müslüman kişi yaşamını yitirmişti.
13 Ekim'de Bitlis merkezinde başlayan bu olaylar çevre il ve ilçelere dalga dalga yayıldı. Siirt'te 70 Ermeni öldürüldü.
Muş göçmenleri, büyük ihtimalle tehcir sonrasına ait bir fotoğraf
Hizan, Şirvan, Muş, Kulp ve Genç'te de durum çok farklı değildi. Sonradan Hamidiye Alayları da işin içine girince yağma, talan ve kadın kaçırma olayları yaygınlaştı.
Yüzlerce Ermeni özellikle Siirt ve Bitlis'te din değiştirerek şeyh ve mollaların hizmetine girdi.
Ermeni komitacıların Van-Muş-Sason yöresindeki tanınmış komutanı Antranik Paşa'nın meşhur Serop Ağpür'ü öldüren Sason aşireti ağası Bişare Halil'i (Bişarê Xelil) öldürmesi, Sason'da karşı şiddeti körüklediği gibi, Ermeniler üzerindeki aşiret tahakkümünün sonsuz olamayacağı anlayışının yerleşmesine de önayak oldu.
Muş Ovası'nda Havadarig köyü Ermeni kadınları
Êzdîler, Kızılbaşlar ve Ermenilerin Müslümanlaştırılması
Tanzimat süreciyle beraber hem merkezi hükümetin hem de şeyhlerin teşvikiyle Sünni Kürtlerin saldırıları sonucu gerçekleşen çatışmalar yöre hafızasında "Şeyhler ile Şeytanların Savaşı" (Şerê Şexan û Şeytanan) olarak yer alır.
Merkezi ve yerel otorite, Êzdîlere dönük Müslümanlaştırma siyasetinde nasihati öngören "Heyet-i Tefhimiye" ve nasihatin işe yaramadığı durumlarda şiddeti öngören "Fırka-i İslâhiye" olarak iki pratik sergilemiştir.
Bitlis ilinde Ridvan merkezli Êzdîlere yönelik ihtida (doğru dine yani Müslümanlığa yönlendirme-FB) siyaseti uygulandı.
Abdülhamid döneminde bu ihtida görevi, Norşin ekolüne bağlı Zok şeyhlerine verildi.
Norşin şeyhi Seyda, öğrencisi ve halifesi olan Abdülkadir Zokaydi'yi Sason bölgesine göndermişti.
Zokaydi, Şirvan-Sason-Şırnak üçgeninde onlarca Kürt köyünü Halidîleştirdi. (Kadiri tarikatından çıkarıp Nakşibendi tarikatına yönlendirdi).
Bu arada Êzdî Batran köyü halkını tümüyle Müslümanlaştırınca, devlet de kesenin ağzını açmış; Abdülhamid, köye cami ve medrese yapılmasına ilaveten İslam dinine geçen herkese bir miktar para ve elbise verilmesini buyurmuştu.
Yöredeki ihtida (Müslümanlaştırma) faaliyeti sorunsuz değildi. Mesela Alikan aşireti tarafından kaçılıp sonradan Müslümanlaştırılan bir kadının ailesi, aşiret reisi Osman'ın peşini bırakmadı.
Karşılıklı çatışmalardan sonra olay mahkemeye intikal etti; Osman tutuklanıp ceza aldı.
Ancak Êzdî kadını kaçırıp zorla dinini değiştirmesinden değil, başka bir cinayet meselesinden cezalandırıldı.
Neticede Norşin tekkesine bağlı Zok şeyhlerinin yönlendirdiği saldırılar, binlerce Êzdînin Çarlık Rusya sınırlarına doğru göç etmesine neden oldu.
Eylül 1908'de gerçekleşen nüfus sayımında Êzdîlerin Müslüman olarak yazılmaları emredilmesine rağmen yöredeki Êzdî nüfusu 21 bin 295 olarak tespit edilmişti.
Devletin gözünde Bitlis vilayetindeki Êzdîler "yoldan çıkmış kimseler" olup biran önce Müslümanlaşması elzem kişilerdi.
Bu arada genel kanının aksine Varto yöresindeki Kızılbaş Kürtler (Hormek ve Lolan aşiretleri) Ermenilerle iyi ilişkiler kurabilmiş değillerdi.
Nitekim 1916 kışında Kızılbaş Kürt beyleri, Ermeni fedailerince intikam almak için öldürülmüştü.
Hem Abdülhamid hem de Jön Türk (veya İttihat ve Terakki Cemiyeti) rejimi ihtida (yani İslamlaştırma) siyasetiyle Sünnilik temeline dayalı Osmanlı Devleti'ni ayakta tutmaya çalışıyordu.
Bitlis vilayeti, bu politika çerçevesinde kesinlikle onlar için bir hazine (veya laboratuvar) gibiydi.
Buradaki Sünni olmayan kitleler diğer hiçbir vilayette olmadığı kadar örgütsüzdü.
Buna karşılık Nakşibendiliğin Halidîlik kolu, Kürdistan'da en fazla bu vilayette örgütlüydü.
Onun için de 19'uncu yüzyıl sonları ile 20'nci yüzyıl başlarında ihtidanın en fazla yaşandığı yer Bitlis vilayeti oldu.
Öyle ki Genç, Hizan ve Muş'ta bazı Ermeni köyleri topluca din değiştirip Müslüman olmuşlardı.
Her ne kadar ihtidanın yani Müslümanlaşmanın/Müslümanlaştırmanın "gönüllü olduğu" ileri sürülse de, bu noktada devletin kesin teşviki söz konusuydu.
Doğrudan devlet teşvikinin olmadığı hallerde ise Müslümanlaştırılan Êzdî ve Hıristiyan (daha çok da Ermeni) kadın vakalarında iki önemli aktör öne çıkıyordu: Aşiret beyleri ve Nakşi-Halidî şeyhleri.
Aşiret mensupları, kaçırdıkları Êzdî ve Hıristiyan kadınları şeyhlere götürüp Müslümanlaştırıyorlardı.
Sedat Ulugana'ya göre; bu bağlamda Norşin ve Küfra şeyhleri bilinen Müslümanlaştırma işlemlerinin "simsarları" gibiydiler. (s. 178)
Yazarın konuya ilişkin şöyle bir tespiti daha var:
19'uncu yüzyılın sonlarına doğru ömürlerini tamamlayan birinci ve ikinci kuşak Halidî şeyhlerinin yerini alan üçüncü kuşaktan Halidî şeyhleri 20. yüzyılda vilayetteki (Bitlis) şiddet sürecinin ana aktörleri oldular. Örneğin Seyyid Ali, Hizan'daki Ermenilere yönelik şiddet vakalarına karışacaktı. İddiaya göre, sadece katliam yapmakla yetinmemiş; kiliseleri yakıp yüzlerce Ermeni'yi zorla Müslümanlaştırmıştı… (s. 88-89)
Fırat Aydınkaya, Said-i Kürdi'nin zıt tavırlarını mercek altına alarak yukarıdaki fikrini beyan etti
Son bir not:
Yukarıda aktarılan Ermeni katliamına bütün Nakşibendi şeyhleri ile Hamidiye alaylarının hepsinin katıldıkları veya onay verdikleri yolundaki iddialar, toptancı-indirgemeci bir mantığın ürünüdür.
Bu konuda yazar Fırat Aydınkaya, Agos gazetesindeki bir söyleşisinde şunları söyledi:
Şeyh Ubeydullah'tan Şeyh Said'e uzanan bir dinsel damar Ermenileri bir şekilde korumaya gayret etmiş görünüyor. 1880 yılında Van'da neredeyse tüm Nakşi şeyhlerini bir araya getirip bir toplantı yapan Ubeydullah, bir kısım Abdülhamitçi şeyhlerin isyan sırasında tüm Hıristiyan grupların öldürülmesi önerilerine karşı açıkça tavır almıştı mesela.
Soykırım sırasında Şeyh Said'in Ermenilerin katledilmesini gayrı İslami ve gayrı insani olarak niteleyen fetvasından bahsedilmektedir keza. Yine hem Hesen Hişyar'ın anılarında hem de Ermeni kaynaklarda Hizan bölgesinde Said Nursi'nin öldürülmek üzere olan 1500 Ermeni'yi katledilmekten kurtararak Ruslara teslim ettiği belirtilmektedir.
Nihayet Mardin yöresinde Şeyh Fethullah'ın soykırım karşıtı net tutumu da bilinmektedir bugün. Keza A. Rezzak Bedirhan'ın da önemli sayıda Ermeni'yi kurtardığını biliyoruz. Fakat maalesef bu damar yeteri kadar etkin olamadı.
Ermenilerle iyi ilişkisi olan Nakşibendi meşrepli Mela Selim (Bitlis) ile Şeyh Abdulselam ve Ahmed Barzani'yi de (Irak Kürdistanı) anmakta yarar var.
Kaynakça:
1. VİKİPEDİ, Özgür Ansiklopedi, "24 Nisan Aydınlarının sürgünü" maddesi. Ayrıca bkz. Wikimedia Commons, Deportation of Armenian notables in 1915. Adam Jones, Genocide a comprehensive introduction, Routledge, yıl 2006, Londra. Richard L. Rubenstein (2010), Jihad and genocide (1. pbk. ed. bas.), Lanham, Md.: Rowman & Littlefield Publishers.
2. Sedat Ulugana'nın ismi geçen kitabı, s. 65-75.
3. TDV İslam Ansiklopedisi, Hamid Algar, "Hâlid el-Bağdadî" maddesi, 15. cilt, s. 283-285, yıl 1997. Vikipedi, "Hâlid Bağdadî" maddesi, son güncellenme 12 Mart 2024.
4. https://hyetert.org/2020/05/21/ermeni-kaynaklari-said-nursinin-kurtardigi-ermenileri-yaziyor/. https://www.risalehaber.com/ermeni-kaynaklari-said-nursinin-kurtardigi-ermenileri-yaziyor-379470h.htm, 21 Mayıs 2021.
Kaynak: Independent Türkçe
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.