Fırat Aydınkaya: İslam, şiddet ile sekülerleşiyor
.
Araştırmacı, yazar Fırat Aydınkaya' ile Şiddet Teorisi, Devletin ve Ezilenlerin Şiddeti, Anti Kolonyal ve İlahi Şiddet, Filistin-İsrail Meselesi, Anti Semitizm ve Filistin’i Savunmak, İslami Teolojide Yenilenme Krizi, Modern İslami Şiddet, Kürtlerin Filistin’e Bakışı, Kürt İslam’ı, Şiddetsiz Çözüm Pratikleri ve Ortadoğu’nun Geleceği Üzerine…
Son Filistin-İsrail savaşının da etkisiyle yeniden şiddet ve şiddetin kullanım biçimiyle ilgili tartışmalar yapılıyor. Bu anlamda şiddetin sınırlarını nasıl belirleyebiliriz?
Açık ve doğrudan söyleyeyim izninizle. İlk saldırıların dehşetini görünce, yani konser infazlarını, kadın, çocuk beden teşhirlerini ve nihayet acımasız sivil katliamlarını görünce, gün boyu zihnimde şiddetin sınırlarına dair kombinezonlar uçuşup durdu. Şöyle: ezilen şiddetinin sınırları nedir, ezilenin şiddeti dokunulmaz mı, yerlinin şiddeti eleştirilemez mi? Ezilenler olarak bunu konuşmamız gerektiğini düşünüp durdum. Peki ama hangi kontekstte ve kim yapacak bunu?
Şiddet eleştirisi söz konusu olduğunda hemen hepimizin aklına Benjamin’in kanonik eserinin geldiğine şüphe yok. Ne var ki Benjamin’in şiddet eleştirilerinin artık pek işe yaramadığından bahisle, güncellenmesi taraftarıyım şahsen. Üç nedenle.
Hatırlayalım lütfen, Benjamin meşhur metninde “bir şiddet eleştirisinin görevi, şiddetin hukuk ve adaletle ilişkisini ortaya koymaktır” diyordu. İzninizle ben bu ödevin artık işe yaramadığını iddia etmekle başlamak isterim. Zira Benjamin, biz ezilene konuşmuyordu, Avrupa içine konuşuyordu. Burjuva egemenliğini temsil eden liberal/modern devletin aşırılaşma emaresi gösteren merkezine ve/ya çeperine konuşuyordu ve ayrıca buna karşı çıkıp haklı şiddet güzellemeleri yapan proleter şiddet vaizlerine konuşuyordu. Nitekim Sorel ile girdiği diyaloglar bunun kanıtı. Dolayısıyla Benjamin’in görev tensip ettiği şiddet eleştirmeni, nereden bakılırsa bakılsın kardeşlerince ezilmiş dahi olsa batılı beyaz adamın ta kendisidir.
Bu sebeple ezilmiş dahi olsa beyaz adamdan, Dostoyevski’nin enfes betimlemesiyle şölenden dışlanandan, ezilenin şiddetinin eleştirmenliğini beklemek ne hakçadır ne de adilcedir.
Şu hâlde ikincisi şudur: eğer bu şiddet eleştirisini batı dışı dünyanın ezilenleri yapacaksa, bu durumda şiddetin hukuk ve adaletle ilişkisini ortaya koymanın bugün itibariyle bir anlamı bulunmuyor. Bulunmuyor zira, bugün itibariyle hukuk ve adalet kurumları bizzat şiddetin üreticisi ve şeriki konumunda. İsrail’in elini kolunu sallayarak, gözü dönmüş bir şekilde hastane vurabilmesinin sebebi tam da bu kurumların onay verdiği meşruiyettir, unutmayalım.
Devletin ve Ezilenin Şiddeti
Nihayet üçüncüsü bugün eğer şiddet eleştirisi yapılacaksa, bunu yalnızca ve yalnızca tokat yiyen, işkence gören, zindanla sınanan, haysiyeti çiğnenen ezilen yapabilir. Zira bu kritik görev, gerçek anlamda ezilmemiş olana, diğer ifadeyle ezilmişliğin kaymağını yemiş olana tevdi edilemez.
Şiddet eleştirisini yapacak olan ezilen şayet tez elden şiddet eleştirisine girişecekse evvelemirde devletin şiddet tekelini eleştirerek işe başlamalıdır. Devletin şiddet tekeli eleştirilmeden, kategorik olarak mahkûm edilmeden, buradan eşitlik talep etmeden, ezilenin şiddeti eleştirilemez. Dolayısıyla Benjamin’in metnini güncellemeliyiz diyorum. Öyleyse bir şiddet eleştirmeninin görevi, şiddetin ezenle, egemen halkla ve devletle ilişkisini öncelikle ortaya koymak olmalıdır.
Ezilen toplumun şiddet karşısında ürettiği pozitif veya negatif duruş günün sonunda mer’i olan uluslararası sistem karşısında işlevsiz kalabiliyor ve egemen yapının lehine bir sonuç doğuyor. Burada meseleyi direk şiddet temelli konuşmak egemenin işine yaramıyor mu?
Zor ama haklı bir soru bu. Şu açık: Benjamin’den beri şunu biliyoruz ki, şiddeti reddetmenin veya şiddeti eleştirmenin bizzat kendisi bile bir şiddet mantığının ürünüdür. Dolayısıyla şiddeti reddetmenin veya eleştirmenin bizzat kendisi evet belli ölçülerde hem egemeni yeniden üretir hem de şiddetin bizzat kendisini yeniden konumlandırır. Korkarım bundan kaçış yok.
Bütün bu teorik dokunuşların gölgesinde bahsettiğiniz şu son şiddet resitaline geldiğimizde ise artık daha rahat konuşabiliriz. Örneğin İsrail ve Filistin meselesinde hiçbir zaman tek bir hakikat yok, olmadı da. Zamana ve yere göre bölünmüş hakikat parçacıkları var. Biz ezilenlerin bu hakikat parçacıklarını izleyerek, yerine ve zamanına göre tutum takınması şart. Bir kere Yahudi halkının tarihsel, egemenlik ve insani hakları var, bunu kesinkes kabul etmek önemli. Bu hakları ve devletlerinin meşruluğunu kabul etmeksizin yapılacak her eleştirinin anti semitizm ile sınanacağı açık. Buna ilave olarak yine tarihsel olarak burada mukim Filistinlilerin kendi topraklarında, egemenlik kurma ve özgürce yaşama hakları var, bunu da kabul etmek zorundayız.
Bu temel ilkeyi koyduktan sonra şiddetin niteliğini ve sınırlarını daha rahat tartışabiliriz. Bir kere İsrail’in etnik temizliğe varan uygulamalarını, apartheid kokan “hayvanlar” söylemini, Gazze ve diğer bölgelerde yasaklanmış silahlar kullanmasını, hastane bombalamasını, sivil bölgeleri hedef gözetmeksizin vurmasını behemehal mahkûm ederek ancak ezilenin şiddetini tartışabiliriz. Bunda net olmamız lazım.
Sömürge Şiddetine Karşı Yegâne Şey
Esas zorluk bir ezilen olarak Filistin şiddetini teorik olarak nasıl konumlandıracağımız meselesinde düğümleniyor. Fanon’a atıfla sömürgesizleştirmenin şiddet içeren bir öğe olduğunu ve bunun literatürde yerleşik bir yasa haline gelerek kabul edildiğini görüyoruz. Ne var ki esas mesele bu şiddetin çapı ve niteliğinde kilitlenmiş görünüyor. Zira devamında sömürge şiddetini durduracak yegâne şey der aynı Fanon, sömürgeci şiddetinden “daha büyük bir karşı şiddet”tir. O halde “sömürgeci şiddetinden daha büyük karşı şiddet”i mutlak surette cesurca tartışmamız gerekiyor.
Bu iki güç arasındaki durumun dışında dışarıdan bir müdahale gereği yok mudur? Varsa ne ve nasıl olmalıdır? Ayrıca daha büyük bir karşı şiddet ile kastedilen nedir?
Öncelikle bir kere “daha büyük” ve “karşı şiddet” derken neyi anlamamız gerektiğini açık etmemiz gerekiyor. Sömürgeci şiddetinden daha büyük bir karşı şiddet nasıl olacak, sözgelimi İsrail’in soykırım makinesi görünümü veren şiddetinden daha büyük bir şiddeti nasıl tahayyül edeceğiz? Mümkün mü? Mümkünse de o zaman tek ölçütümüz; karşı şiddetin, sömürgecinin şiddetinden daha devasa olması mıdır? Misalen İsrail, Gazze’de bütün altyapı sistemlerini yerle bir ettiğinde, sivil, kadın, çocuk demeden etnik temizliğe giriştiğinde, Hamas’ın da bunu durdurmak için bunun alasını Aşkalon ya da Kudüs’te mi icra etmesi gerekiyor? İsrail hastaneyi vurup sivil katliamına giriştiğinde, Hamas daha büyük hastane vurup daha dehşet bir sivil katliamına mı girişmeli? Bu mudur?
Fanon ve Şiddet
Korkarım “daha büyük karşı şiddet” meselesinde Fanon yanılıyor. Belki bir ihtimal bu teori üstadın yaşadığı zaman aralığında iş görüyordu, ama artık değil. Şimdilerde bu türden şiddet ne kurtarır, ne özgürleştirir, ne de iyileştirir. Bu bir kısırdöngü, ölümcül şiddet döngüsünden başka bir şey değil. Kaldı ki İsrail gibi açık ara şiddet teknolojisi gelişmiş bir devletin elindeki şiddet araçlarından daha işlevsel ve daha büyük araçlara Filistin halkının sahip olmasının fiziki ve maddi altyapı imkânı var mı?
Öte taraftan bu “daha büyük karşı şiddet” neden kutsal, dokunulmaz ve eleştirilemez olsun ki!
Ne var ki şunu eklemezsek haksızlık etmiş oluruz. Fanon, Cezayir Bağımsızlık savaşında, Cezayirlilerin kimi durumlarda esir alınmış Fransız askerlerine işkenceye çalan kötü muamelelerini eleştiriyordu ve devrim süreci, devrime yaraşır şekilde olmalıdır diyordu.
Tüm bunlarla birlikte “daha büyük şiddet” meselesinin içine mitik şiddet, ilahi şiddet, Azzam, Benjamin ve Girard’ı dahil etmeksizin anlayamayız bana kalırsa. Zira şu son meseledeki şiddetin kıvamı anti kolonyal şiddeti büsbütün aşıyor.
Şiddetin Kurucu İşlevi
Egemenlerin ve ezilenlerin şiddeti ile İslami ya da anti kolonyal şiddet arasında bir fark var mı? Varsa nelerdir?
Eğer izin verirseniz, bu kıyasa proleter şiddeti de eklemek verimli bir tartışmaya yataklık edebileceğinden bahisle, onu da dahil ederek ilerleyelim. Bu bahiste Marx’ın veciz sözü olan “şiddet, yeni bir toplumun ebesidir” tespitini hatırlatmak isterim. Zira hem anti kolonyal şiddeti, hem proleter şiddeti, hem de İslami şiddeti aynı anda motive eden şey, şiddetin bu kurucu işlevidir. Esasen her üç karşı şiddet türü de eski toplumun tarihe gömülmesini, baskıcı ve sömürgeci egemenlik düzeneklerinin yıkılmasını ve böylece yeni toplumun tarihin direksiyonuna geçmesini dileyen bir felsefenin içinden konuşur. Bu sebeple şiddete tam da bu noktada modüler ve vazgeçilmez bir kurucu değer atfediliyor.
Şu konuda açık olalım: ezilenin direniş tarihinin engin deneyimleri bize gösterdi ki, şiddet ebe rolüyle yetinmez; yeni toplumu kendi araçlarıyla üretir, ele geçirir, hatta rehin alır.
Doğrusunu söylemek gerekirse şiddetin ebe rolü oynadığı her toplumun malul bir toplum olduğunu yeterince deneyimlemiş bulunuyoruz.
Bununla birlikte Hamas’ın şu son şiddet performansının analizi bizi ezilenin şiddetinin ahlaksal sınırı ile baş başa bırakmış görünüyor. Bununla hesaplaşmamız lazım, bundan kaçamayız. Normal şartlarda ezilenin şiddetinin olağan bağlamı mitik şiddet derekesinde iken, Hamas bunu ilahi şiddet seviyesine taşımış bulunuyor. Konserdeki insanların katledilmesi, esirlere alenen işkence yapılması, parçalanmış kadınların teşhiri ezilenin şiddetinin yasalarını yerle bir eden bir şiddet kıvamına göz kırpıyor. Bu kabul edilemez.
Filistinli şair Mahmud Derviş bir şiirinde;
“füze sizden, taş bizden
kılıç sizden, kan bizden
ateş sizden, can bizden
saatlerinizi de alın vaktimizden
ve def olun!” diyordu.
Korkarım usta şair, konvansiyonel imgelerini yeniden gözden geçirmeli. Zira “bizden” olan artık “sizden” olana ortak olmuş görünüyor; füze fırlatıyor, kılıç biliyor, ateş ediyor, masum canlar alıyor.
Bu sebeple Hamas’ın performe ettiği şiddeti tek başına sömürge karşıtı şiddet olarak görmek pek de kolay değil, hususen de son dönem örgütün ideolojik şiddetinin kaynağının büyük oranda aynı zamanda Filistinli Abdullah Azzam olduğunu düşündüğümüzde hiç kolay değil. Hatırlayalım, modern şiddet vaizi olarak Azzam’ın şiddet teorisi ilkin İŞİD’e ilham vermişti, görüldüğü kadarıyla şimdilerde Hamas’ı motive ediyor. Bu sebeple aslında son gördüğümüz Hamas şiddeti aslında IŞİD bandrolü taşıyordu, yani aktör Hamas olsa da fragman bir IŞİD prodüksiyonuydu.
Anti Kolonyal ve İlahi Şiddet
Bana öyle geliyor ki anti kolonyal şiddet ile İslami şiddeti ayrıştırmak kritik derecede mühim. Nitekim Azzam da eserlerinde belli bir toprak parçasının savunusundan öte evrensel bir mesaj olarak İslami dava kavramını dillendiriyor. Eğer durum buysa anti kolonyal şiddeti mitik şiddet, Azzam ve modern cihadistlerin şiddetini ise ilahi şiddetin şubeleri olarak görebiliriz.
İlaveten mitik şiddet çoğu zaman cezalandırmaktan çok hukuk kurmaya ayarlanmıştır. Mitik şiddet hukuku kurarken, ilahi şiddet hukuku yok eder. İlki sınırlıdır, ikincisi sınırları havaya uçurmaya odaklanmıştır. Mitik şiddet sorumluluk ve kefareti iş başına çağırırken, ilahi şiddet yıkımın coşkusunu temsil eder.
Peki ama bu anti kolonyal şiddet ile ilahi şiddet ayrımı neden önemli? Şunun için: haklı bir davaya özgülenmiş öfkeli bir şiddet, araç olma özelliğini kaybedip, manifest bir yerle yeksan etmeye odaklandığında işler değişiyor.
Daha açık söylemek gerekirse şiddet ile haklı dava yer değiştirebiliyor. Şiddet, bizzat dava haline dönüşürken, dava şiddetin oyuncağı haline dönüşebiliyor.
Referansı ilahi bazı teoriler olması bunu ilahi şiddet yapmaya yetiyor mu? Tam aksi referanslar da barındırıyor. İslam coğrafyasında büyük bir kesim de bu yönünü refere ederek şiddet pratiğine karşı çıkmıyor mu?
Çıkıyor mu? Hiç emin değilim. İslam tarihi ve referans metinlerinin fıkıh mühendisleri eliyle epeydir bir tür açık büfe haline getirildiği ortada. İslami bilimlerin son iki yüz yıldır fıkıh ilminin muhasarası altında olduğunu görmek zor değil. Fıkıh bugün itibariyle sadece gerçek hayatın sevk ve idarecisi değil, neredeyse bütün İslami bilgilerin red veya onay makamı konumuna gelmiş bulunuyor. Fıkıh ilmini bu denli canlı ve üretken kılan özelliğini, cezalandırma, dışlama ve diğer şiddet araçlarını kullanabilme ve yönetme yeteneğinde aramalıyız. Bir örnek: tek uzmanlığı Fıkıh ilmi olan Abdullah Azzam’ın, Tevbe suresini ne şekilde tefsir ettiği ortada değil mi? Bir surenin sıradan bir bombacı militanın el broşürü haline getirilmesine, Kur’an ayetlerinin bombanın pimine dönüştürülmesine ciddi bir itiraz gördünüz mü?
İlginç bir şekilde İslami şiddet icra edenlerin gözettiği hiçbir ahlaki teolojinin olmamasını neye yormak gerekir mesela? Belli ki modern cihadistler ilk kurşunu İslami ahlaka sıkmış görünüyor. Kadim yasa burada da kendini hissettiriyor: “kim şiddeti kullanmaya kalkarsa sonuçta şiddet onu kullanır”. Girard sonuna kadar haklıydı, kutsallığın işleyişi ile şiddetin işleyişi birebir aynı. Öbür yandan İslami şiddetin bütün arzusuna rağmen ilahi şiddet olmadığını eklemem gerekir.
Her ne kadar, İslami şiddet, Allah’ın kahhar sıfatına göz dikip, onun bir şubesi olmaya göz diktiyse de ilahi şiddetin gölgesi olarak hareket etmekle yetiniyor şimdilik.
Fakat yine de Allah’ın kahhar sıfatının yeryüzündeki yürüyen temsilcisi olmaya göz dikmenin sembolik manası büyük. Bu bir ölçüde Korah ile Hz. Musa çekişmesini akla getiriyor. Hani Korah, Musa’ya “sen kendini üstümüze reis kılmak istiyorsun” isyanını müteakip neler olduğunu hatırlayalım. Kitabı Mukaddes’in anlatımına bakılırsa yer yarılıp isyankâr yutulur ve gökten gelen bir ateş Korah ve adamlarını yakıp yok eder. İslami şiddet, bu tarz bir yutmaya ayarlanmış, ilahi şiddetin maliki istiyor, en azından buna şeriklik talep ediyor. İslam dünyasında bu tarz şiddete teolojik düzeyde hayır diyen var mı?
Oysa Girard geçen yüzyıl bilge bir tavırla ilkel dinlerin şiddeti ehlileştirdiğini, kurala bağladığını, düzene soktuğunu ve bunları yaparken de bunu genel bir şiddetdışılık ve sükûnet ortamında yaptığını söylüyordu. Ve haklıydı da. Bu manada sorunuzda da haklılık payı var. Nitekim İslam peygamberinin, Halid Bin Velid’in yaptığı bir katliam için, Allah’a el açarak, “Allah’ım ben Halid’in yaptığı şiddetten berîyim” dediğini hatırlayalım örneğin. Veya Kur’an’da geçtiği haliyle İbrahim’in İsmail’i kurban etme fikrine koyduğu soğuk mesafeyi, yani “sen rüyana inandın” tutumunu hatırlayalım.
Ne var ki geldiğimiz aşamada dinin modern yorumlarının, Azzam’gillerin, hatta Kutup’gillerin, Girard’ın dediğinin tam aksine şiddeti azıttığını, tahrik ettiğini, kuralsızlaştırdığını kabul etmemiz gerekir. Dinsellik bugün itibariyle şiddeti yatıştırmayı, ehlileştirmeyi vazetmiyor. Tam aksine “yumurta kırılmadan omlet olmaz” diyenlerin birçoğu dinsel kökenden gelenler.
İslam coğrafyasında şiddet kullanan yapıların referans teorilerini belirleyen Abdullah Azzam, içinde şiddet kullanma gerekçelerini de barındıran reaksiyoner din yorumunun sahibi İbni Teymiyye gibi teorisyenler halihazır yapıları nasıl ve ne oranda etkiliyor?
Bana kalırsa şiddetin bulaşıcı doğasını küçümsememiz gerekir. Zira şiddet iletilebilir bir şeydir. Bu manada genel olarak İslam’ın temel metinlerinin, müminlere şiddetin adil amaçlara hizmet edebilecek bir araç olduğunu vazedip, sınırlandırsa bile tolere ettiğini biliyoruz. İkincisi İslam tarihinin kahramanlık efektleri ile inşa edildiğini, Hamza gibi, Ömer gibi dominant figürlerin işin içine şiddet katılmak suretiyle ne şekilde mitleştirildiğini de biliyoruz. Halid’e verilen seyfullah lakabının perde gerisi tarihi de malumunuz. Bütün bu şiddete meyyal dinsel tasvirlerle yetiştirilmiş kuşakların elbette el kitapları ya Azzam’ın kitapları, ya İbni Teymiyye’nin fetvaları ya da Kutup’un teorileri olacaktır. Bu kuşakların dönüp Ebu Zer’e bakması beklenebilir mi?
Bununla birlikte Abdullah Azzam’la birlikte İslami şiddetin önemli bir eşiği geçtiğini belirtmem gerekir. Azzam’ın bir farkı tıpkı Mardin fetvasına imza atan İbni Teymiyye gibi, iman sahibi dahi olsa, gerektiğinde Müslümanların bile İslam adına öldürülebileceğinin farz olduğuna dair fetva vermesidir. “Başımda Kur’an-ı Kerim olduğu bir halde, beni onların arasında görürseniz beni de öldürün” şeklinde Teymiyye’nin fetvasını güncelleyen Azzam’ın tipik şiddet vaizi olarak bu şiddeti kitleselleştirdiği ortada. Ona bakılırsa Müslüman kadın ve çocukların kalkan yapıldığı durumlarda dahi gerektiğinde bunlar öldürülebilir. Hatta ötesini de söylüyordu, ona bakılırsa İslam davasını muzaffer kılacak şey, Allah için akıtılacak kanlar, kurban edilen canlar, bu uğurda verilen şehitler ve sakat kalanlardı. Geldiğimiz aşamada Azzam’ın şiddet mitolojisinin tam karşılığı şudur: “iktidar namlunun ucunda asılı. Ne kadar çok tetiğe basarsan; o kadar zaferi garantilersin”. Açık konuşalım, bu şiddeti bir yerden hatırlıyoruz, Cemel savaşının hemen akabinde peygamberin eşi Hz. Aişe’nin ganimet sayılıp sayılmayacağını tartışanlar da bu türden şiddetin müdavimleriydi.
Bütün bu “mistik dehşet” saçan şiddet seviciliğiyle Azzam’ı pekâlâ İslam dünyasının Sorel’i olarak görebiliriz. Bir keresinde Sorel, proleter şiddeti, gelecekteki devrimi güvence altına almakla kalmayıp aynı zamanda hümanistlikle sersemlemiş Avrupalı devletleri yeniden eski enerjilerine kavuşturabilecek tek araç olarak selamlıyordu. Bunun neredeyse tıpatıp aynısını Azzam söylüyordu, proleter şiddetin yerine İslami şiddeti, Avrupalı devlet söyleminin yerine İslam devletlerini koyduğumuzda konuşan bizzat Azzam’ın kendisi olacaktır.
Bütün bu tartışmayı şuraya bağlayabiliriz sanıyorum. Fil suresinde geçen tarihi hikayedeki Ebrehe rolüne tersinden soyunmanın, İslam’a da insanlığa da faydası yok.
İnsanlığın Müslüman Ebrehe’lerin kıyıcılığına değil, peygamberin dedesinin ona söylediği “deve sürülerimi aramaya geldim” cevabındaki hikmete ihtiyacı var.
Hiç değilse hangi dinin müntesibi olduğunu dahi bilmediğimiz halde Yunus peygamberi, denizdeki fırtınanın yatışması için denize atmak zorunda kalan gemi tayfasının tutunduğu sorumluluk ahlakını bu kişilere hatırlatmalıyız. Hani Yunus’u denize atmak için tertibat aldıklarında “ya Rab yalvarıyoruz, suçsuz bir adamın ölümünden bizi mesul kılma” dediği türden püriten bir ahlakı yani.
İslami Teolojide Yenilenme
Yanlış anlaşılmak da istemem. Modern İslami şiddet söz konusu olduğunda, şiddet operatörlerinin şiddete taptıklarını söylüyor değilim, bu vaizlerin salt şiddetperver oldukları için kan muhibi olduklarını da iddia ediyor değilim. Ama şunu artık görelim, şayet modern İslami tahayyülü şiddet olmaksızın düşünemiyorsak, o halde bu teolojik yenilenmede varoluşsal bir sorunun varlığını teslim etmeliyiz. Ve yine kabul edelim ki,
İslami modern teoloji, şiddeti bir dünyevileşme vesikası olarak kullandığı ölçüde seküler bir projeye dönüşüyor.
Daha açık konuşmak gerekirse, yeryüzünde daha önce deneyimleyemedikleri türden ilahi bir sulhun yolunun şiddetten geçtiğini tasavvur etmekteler. İnsanlığı ilgilendiren esas sorun da bu. Paradoksal olarak en çok da bu kişilerin, söz konusu İslam olduğunda, “İslam barış dinidir” söylemini terennüm etmesi ise bir başka garabet.
Sonuç itibariyle bu sorunuzun cevabını Girard’a atıfla sonlandırmak isterim, gerçekten de dinin her zaman tek bir amacı var, karşılıklı şiddetin geri gelmesini önlemek diyordu bir keresinde. Gerçek şu ki genel olarak İslamcılık ve hiç değilse son yarım yüzyıllık İslami şiddet felsefesi, Girard’ı doğrulamadı. Zira bu tarz modern ideolojilerin gizli ruhunu şiddet yani fetih iştahı oluşturuyor.
Tekrar Filistin’e dönersek, Filistin mücadelesinin niteliği hakkındaki görüşünüz nedir? Hamas’ın öncülük ettiği mevcut durumda ‘Filistin’i savunma’ tartışmalarına ne dersiniz?
Buradaki temel mesele Filistin halkının sorununun nasıl tanımlanacağı meselesidir. Bu mesele dinsel mi, dünyevi mi? Yani mesele Müslüman çoğunluğun tanımladığı üzere ilk kıbleyi ele geçirme arzusu mu, yoksa ezilen bir halk olan Filistinlilerin özgürlüğü mü?
Ben meselenin dünyevi olduğunu, olması gerektiğini düşünenlerdenim. Şöyle: Marx, 1867 tarihinde İrlanda meselesine dair konuşurken, İrlanda sorunu basitçe bir ulusal sorun değil, bir toprak ve varoluş sorunudur der. Bana kalırsa Filistin meselesi tam da budur. Hatta yetmez bu konfigürasyon İsrail halkı için de geçerli. İsrailoğullarının meselesi de bir toprak ve varoluş sorunudur.
İsrail devletinin varlığını tartışmaya açmanın modern Müslümanlar açısından ilkesel bazda bir karşılığı yok bana kalırsa. İhvan hareketinin kurucusu Hasan El Benna’nın anıları bu manada ders verir cinstendir. Sözgelimi Benna’nın kendi hükümetinden talep ettiği siyasi talep listesine baktığımızda, Filistin başlığının sekizinci sırada zikredilmesi sembolik öneme haiz bir alt hiyerarşi. İlaveten Benna’nın her Filistin meselesini gündeme getirdiğinde Arap devleti tabirini kullanması ayrıca kritik bir mesaj. Sorunu eninde sonunda bir Arap devleti kurgusuna indirdiğine göre, belli ki kendisi de bu meseleyi dünyevi bir mesele olarak kodlamaya meyyaldi.
Eğer durum buysa bir kısım Kürt Müslümanın İsrail’e cihat ilan etmesi üzerine yeniden düşünmekte fayda var. Bu son meselede Hamas ve türevlerinin dışında, sözgelimi diğer Filistin örgütlerinin dahi eli tetiğe gitmemişken, Kürt Hizbullahı’nın ve Ali Bapir’lerin cihad merakını sorgulamak anlamlı ve önemli. Kürt çocuklarının kanı bu kadar ucuz olmamalı. O kadar da değil.
Özellikle son yüzyıllarda Müslüman dünyada ortaya çıkan siyasal ideolojileşme konseptleri hakkında neler söylersiniz?
Açık konuşmak gerekirse Müslüman dünya patentli ideolojiler ve siyasi fikirler insanlara özgürlük ve eşitlik sunmaktan hala çok uzak. Hatta tersine kan, gözyaşı ve despotizm hala en gözde siyasal teoriler.
İslami dünya, kendi siyasi ve toplumsal tarihinde hiçbir dönem bu denli fikirsiz ve ruhsuz olmadı. Buna Moğol vahşetinin Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu dönemler de dahil.
İslami Yenilenmenin 4K Krizi
Bununla birlikte modern İslami yenilenmenin dört temel krizini sayabiliriz ve bu krizi aşacak teoriler ufukta görünmüyor. Kılıç, Kadın, Kelam ve Kürtler meselesinde modern İslami düşünce tam manasıyla çuvallamış durumda. Dört K olarak da formüle edebileceğimiz bu meseleler İslami yenilenmenin varoluşsal krizini temsil ediyor.
Gerçek şu ki Molla Sadra’lardan, Mevlana Halid’lerden, Afgani’lerden kaynağını alan İslami yenilenme büyük bir çöküş yaşıyor. İslami yenilenmenin membaı niteliğindeki sünni teoloji bugün itibariyle özgürlük fikrine ilham vermiyor; tam aksine bu ekol fıkıh bilgisi sayesinde şiddete, baskıya ve bastırmaya ilham veriyor.
Sünni teologların kılıç ile kan ile aralarına mesafe koymaları gerekiyor. Hassaten de bütün bu zincirlerinden boşalmış şiddet fırtınalarına karşı İbn-i Arabi hala bize bir şeyler söyleyebilir sanıyorum. “Gözbebeği göz için neyse, insan da Tanrı için odur” diyordu bir keresinde. Bana sorarsanız hazır bütün İslamcılık fraksiyonları sert bir çöküş yaşarken, evleviyetle insan üzerine düşünmeleri iyi bir fikir olabilir. Yani yeryüzünün halifesi olarak nitelenen varlık üzerine. Bu varlığı yeniden özgürlükle ve eşitlikle buluşturabilecek yeni yol ve yordamlar üzerine kafa yormalılar.
Peki Filistin meselesi Kürtler için ne ifade ediyor? Kürtlerin Filistin gündemine bakış açılarının farklılığını neye bağlıyorsunuz?
Şu son Filistin meselesi, ne yazık ki geleneğimizi tescilleyen, yazgımızı güncelleyen bir seyir izleyerek bizi çarpanlarımıza bölmesi trajik bir durum. Bunun pek çok sebebi var elbette. Kürt modernleşmesinin son dönemdeki sembolik seyri, artan sekülerizm-islamizm gerilimi, Kürt anti semitizmi ve dahi bilhassa Kürt toplumunun iyice sağ şeride yanaşması buradaki bölünmeleri besleyen amillerdi.
Bazılarımız gözü kapalı bir şekilde, saldırı sonrası apartheid bir kombine bürünen İsrail’in gelmiş geçmiş en sağ hükümetinin arkasına diziliverdi. Kimilerimiz ise yine sorgusuz sualsiz pogrom görünümü veren Hamas şiddetine kefil oldu, hatta kimi kanaat liderleri cihat kılıcını dahi kuşandı. Oysa ölümlerden ölüm beğenmenin haceti yoktu.
Şunun da altını çizmek isterim ki, Kürt sağını temsil eden kimi aktörlerin İsrail’in soykırımcı şiddetini anlıyor görünmesi veya daha doğrusu bunu tevil etmeye çalışması benim için şahsen hazmı zor bir tanıklıktı. Keza bu son olaylardaki Hamas vahşetini, Filistin halkının özgürlüğünün aleyhine bir karine olarak kullanmaları da manidardı. Bu çerçevede Ümit Özdağ ile aynı ligde görüntü vermeleri bana kalırsa üzerine düşünülesi ciddi bir sorun.
Kürtler ve Filistin Meselesi
Filistin meselesinin Kürtler için ne ifade ettiğine gelince, Kürt Müslümanlarının bir bölümünün, Filistin halkının hak ve özgürlüklerini, kendi hak ve özgürlüklerinin dahi üstünde görmesi elem verici bir durum. Rojava’nın alt yapısının altı üstüne getirildiğinde Kürt Müslümanlarının baskın çoğunluğunun başını kuma gömdüğü bir şeraitte bunun olması daha bir düşündürücü. Selahaddin’in torunlarının kemiklerinin kargo kutularında teslim edilmesine ses çıkarmayanlar, atalarının emaneti olarak gördüğü Kudüs’ün fethi için, askerlik şubesine Kürt gençlerinin isimlerini yazmakla meşguller.
Gerçek şu ki Filistin meselesinin Kürtler için dini veya kutsal bir manası yok. Ezilen bir halk olarak Kürtlerin, ezilen bir halk olan Filistin ile duygudaşlık kurması beklenir elbet. Fakat Yahudiler de Kürtler gibi tarihsel olarak ezilmiş bir halk.
Bu sebeple mutlak tarafgirlik yerine, gelişen pozisyonlara göre hakem statüsü Kürtlerin pozisyonu için daha isabetli bir konum görünüyor.
Şu da var ki, Kürt Müslümanlarının, modern İslami bilinçlerinin büyük oranda anti semitizmle yoğrulmuş olması büyük bir sorun. Bu sebeple Filistin meselesinde söz söyleyenlerin, kendi söylemlerinde dil tiki haline dönüşmüş bu anti semitizm hücreleriyle yüzleşmeleri gerekiyor. Kabul edelim ki geniş kitleler için Filistin davasına destek sunmanın diğer adı anti semitizme imandır. Filistin meselesinin karşı kutbunda Yahudiler olmasaydı büyük ihtimalle Müslüman çoğunluğun kılı bile kıpırdamazdı. Hatta bir parça anakronizm yapalım isterseniz ve İsrail’in bugün haksız yere elinde bulundurduğu coğrafyada, Osmanlı bakiyesi Türk egemenliğinin hala devam ediyor olduğunu varsayalım. Filistin halkı bu Türk egemenliğine karşı mücadele etseydi, başta Kürt Müslümanları olmak üzere dünya Müslümanları aynı hiddetli tepkileri gösterir miydi? Misal Kürt Hizbullah’ı bu duruma karşı cihad ilan eder miydi? Özetle modern İslami bilincin alfabesi haline gelen anti semitizm ile hesaplaşmadan, Filistin davasını savunmanın adil bir karşılığı bulunmuyor.
Küçük ama anlamlı bir örnek daha: İslami teolojiye sinmiş İsrailiyat tartışmasını hatırlayalım mesela. İslami bilginin yapısökümünün bile İsrail’in düşmanlaştırılarak yapılıyor olması bırakalım siyaseti, ciddi bir teolojik sorun değil midir? Oysa İslam, bir kitabı mukaddes vaadiydi, hatırlayalım. Nereden nereye…
Bu anlamda Kürt İslam’ının diğer radikal İslami yorumlarla benzerlikleri ve farklılıkları nelerdir?
Bir Kürt olarak bu sorunuza iç açıcı cevaplar veremeyeceğimi peşinen belirtmek isterim. Ben Kürt İslamı tabirini Mevlana Xalid ile başlatma taraftarıyım, bu konuyu epey yazdım da. Ama ona gelmeden kalem ve kılıç üstadı olarak nam salan Urfalı İbni Teymiyye ve onun Mardin fetvasını hassaten anmak isterim. Önceki sorunuzda da andığım üzere Teymiyye’nin fetvası Azzam’ı, Azzam yapan amildir.
İzninizle birkaç fragmanı görünür kılmak isterim. 19. Yüzyılın başlarında Osmanlı hinterlandı içindeki Lübnan taraflarında Dürziler, Osmanlı bürokrasisinin despotik tutumuna karşı temel insan haklarını dile getirmek için başkaldırmışlardı. Mevlana Xalid, Abdullah Paşaya gönderdiği mektupta isyanı başarılı bir şekilde bastırması için dua ediyordu. Halid, mektubunda ayrıca “Allah düşmanlarının köklerinin kesilmesinden dolayı” hamd ve sena bildiriyordu.
İkincisi Halid’in gözde talebelerinden olan Seyyid Taha örneğinden bahsetmek isterim. Tanıkların anlatımlarına bakılırsa Taha, şehre indiğinde Hristiyanların ve diğer murdar saydıkları kesimlerin bakışları ile kirletilmemek için yüzüne peçe takıyordu. Bir başka örnekte ise Taha’nın meşhur halifelerinden biri olan Köse Halife’nin “iki yer hariç, şeyhimizin köyü olan Nehri’nin her tarafının, hatta ağaçların ve taşların bile nura bürünmüş olduğunu gördüm. Bahsettiği iki yerden biri Yahudi mahallesi’ydi. Kürt şeyhlerinin kayda değer bir bölümünün Ermenileri soykırıma götüren süreçteki proaktif tavırlarını ve katliam damlayan fetvalarını da anmamız gerekir. Son olarak Kürt İslamı’nın teorik babası olarak görebileceğimiz Bediüzzaman’ın, hançeri yanında eksik etmediği ve hatta bazen iki rovelveri dahi yanı başında bulundurduğunu görmekteyiz. Beddiüzzaman ki bazı tırtıklı yorumlarına rağmen, şiddetsizlik siyasetini savunan ilk Kürt Seydasıydı.
Devam edelim. Her ne kadar Kürt İslamı ünitesinde görmesem de Kürt sosyolojisinin bir üretimi olan Hizbullah’ın popüler bir şarkısında “ey şeriat yoluna şehid düşen kardeşler/ kanla sulanan fidan büyüdü müjde size” şeklindeki tasvirleri zikretmeliyiz. Fidanı sulayan kanların, Müslüman Kürt kardeşinin kanı olduğunu belirtmeye gerek yok sanıyorum. Keza Rojava’ya yapılan saldırılardaki bir kısım Kürt Nakşi çevrenin fetih süresi eşliğindeki dua seansını da anabiliriz. Son olarak IŞİD’e katılan Kürt çocuklarının sayı bakımından fazlalığını düşündüğümüzde iyimser olmamız için pek bir nedenimiz kalmıyor açıkçası. Unutmayalım ki IŞİD’in savaşmayı bilen operasyon gücünün omurgasını el-Kürdiler oluşturuyordu. Bütün bu kan vaat eden tabloya bakıp müspet düşünmek ne derece mümkün?
Kürt İslamı
Kürt İslamı’nın anti kolonyal paradigmaya sahip olmaması bana kalırsa esas büyük mesele. Böyle olduğu için de Kürt İslamı’nın teolojisi ne özgürlükçü ne de eşitlikçi.
Dünyanın öte ucundaki bir Müslümanın tırnağına halel gelse yas tutan Kürt Müslümanları, bir annenin ölmüş bedeninin günlerce yerlerde bekletilmesini sorun olarak görmedi.
Kendi çocuklarını kolejlerde ya da batılı başkentlerde okutan elit Kürt Müslümanları, yoksul Müslüman Kürt çocuklarının kanını Filistin cephesine sipariş edebiliyor. Özetle Kürt İslamcıları başkasını özgürleştirmek için Selahaddin, kendi Hüseyni kavminin ise Yezid’i olabiliyor çoğu zaman.
Belki de Hallac’tan ilham almalı Kürt Müslümanları. Bir keresinde Allah’a seslenen Hallac, “senin beni gördüğün göz, benim seni gördüğüm gözdür” diyordu. Umulur ki bu hikmet gözü, Kürt İslamı’nı, Fıkıh ve Hadis’in tarihsel hegemonyasından kurtarsın.
Mevlana Halid bir halifesine gönderdiği mektupta ancak ilmin bizi kurtarabileceğini belirterek, halifesinden fıkıh ve hadis ilimlerine, diğer ilimlerden daha çok çalışmasını salık veriyordu. Aradan geçen iki yüz yıl gösterdi ki, fıkıh ve hadis ne kimseyi kurtardı ne de özgürleştirdi. Tersine Azzam gibi şiddet mühendisleri varlıklarını Fıkıh ilmine borçlular. Bana kalırsa Mevlana Halid’in anılan yorumu, sadece Kürt İslamı’nı fikirsel olarak kısır bir vasata mahkum etmekle kalmadı, hem şiddetle irtibatını tahkim etmeye yaradı hem de felsefe, kelam gibi bilgi biçimlerini değersizleştirdi. Mevlana Halid, Fıkıh ve Hadis yerine kelam, tefsir ve pozitif bilimlerin temellükünü salık verseydi en azından şimdi elimizde hiç değilse bir sınıf tefsiri ile anti kolonyal bir din yorumu olurdu.
Kürtlerin pozisyonunu güncel olan şiddet denklemi içerisinde nasıl tanımlarsınız?
Şiddetin en temel özelliklerinden bir tanesi onun iletilebilir yani bulaşıcı olma vasfıdır. Ezilenin şiddeti de bulaşıcıdır, hem dışa dönük hem içe dönük iletilebilir bir şeydir şiddet. Fakat tersi de geçerli. Şiddetsiz mücadele felsefesi de iletilebilir bir şeydir. Gandi’nin satyagraha’sına benzer şiddet dışı direniş pratikleri neden Kürt toplumunda iş görmesin ki?
Şiddetsiz Çözüm Pratikleri
Hiç değilse ezilenin şiddetinin hangi koşullarda sınırlandırılması meselesine kafa yormamız gerekiyor. Bir keresinde Sorel, şiddet ancak aydınlanmacı ilerlemenin etkisi altında yok olacak olan barbarlığın bir uzantısıdır diyordu. Hayır, bir kez daha yanılıyor Sorel. Aydınlanmacı ilerleme fikri, şiddeti söndürmeyi şöyle dursun harladı ve harlıyor.
Öte yandan ezilenin şiddetine eğer sınır tayin edemezsek Zakes Mda’nın Adınla Başlar Hayat isimli romanındaki sahnelerle daha epeyce karşılaşmamız işten bile değil. Romandaki sahnelerin önüne geçmek için, yani küçücük bir çocuğun haklı dava uğruna, parti kararı ile annesinin gözlerinin önünde köpeklere parçalatılmasının önüne geçmek için şiddetsiz direniş biçimleri üzerine düşünmemiz gerekiyor. Unutmayalım ki şiddet hemen her zaman içinde bir miktar keyfilik barındırır ve yine unutmayalım ki, bütün cesametine rağmen şiddet esasında bir güçsüzlük alametidir.
İçinde bulunduğumuz bölgesel ve küresel krizleri ‘’3. Dünya Savaşı’’ olarak tanımlayanlar var. Bu bağlamda Kürt Meselesi başta olmak üzere Ortadoğu güncelinde yakın gelecek öngörünüz nedir?
Ben aynı kanaatte değilim, bana kalırsa birinci dünya savaşının son sahnelerini yaşıyoruz. Ne var ki bu son sahnenin, bizi sert bir final ile baş başa bırakacağını öngörmekteyim.
Genel olarak dünya jeo-politiğinin yeniden 19. Yüzyıla giriş yaptığını düşünmekteyim. Dünya ekonomisinin giderek daralması, kapitalizmin kendini savaşlar ve zorla el koyma üzerinden yenileme arzusu, yerküre ölçeğinde ortaya çıkan yeni aktörlerin statü arayışları, dünyayı daha adil ve eşit kılmak isteyenlerin tarihin sahnesinden silinmesi gibi nedenlerle yeniden sömürgecilik ve gasp dönemlerine geri dönmüş bulunuyoruz.
Güçlü olanın haklı olduğu bir dönemin içinden geçiyoruz. Haklı bir davanın tek başına yeterli olmadığı bir jeo-kültürle baş başayız. Haklı davanın, haklı ve meşru gereçleri üzerine daha fazla düşünmemiz gerekir.
Ezcümle Birinci Dünya Savaşının Ortadoğu’ya dikte ettiği nizamın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu gömlek artık yama kabul etmez. Kaçış yok, Ortadoğu sert bir değişimin arifesinde görünüyor.
Bununla birlikte Kürtlerin kaderini bizzat kendilerinin tayin edeceği tarihsel bir eşikteyiz. Ya birlik olup tarihe ihtişamlı bir şekilde geri döneceğiz. Ya da bölünmüş olmakta sebat edip tarihin bekleme odasında kalmaya devam edeceğiz. İkisi de aynı oranda olası.
Ya katliam döngüsü ya özgürlük bumerangı.
Fırat Aydınkaya kimdir?
Muş/Varto doğumlu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Halen Kürd Araştırmaları Dergisini (www.kurdarastirmalari.com) koordine etmekte, nupel.tv sitesine yazılar yazmaktadır. (https://www.nupel.tv/author/firat-aydinkaya) Yeni Faşizmin Kökenleri, Ölüm Koridoru ve Bediüzzaman’ın Hançeri isimli yayımlanmış üç kitabı bulunmaktadır.
Kaynak: Hamhal
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.