Fırat Aydınkaya: Yeni bir Türkçülükle karşı karşıyayız
.
Nupel araştırmacı- yazar ve hukuk insanı, Kürd Araştırmaları Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Fırat Aydınkaya ile Türkiye’de yükselen ‘Yeni Türkçülüğü’ üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.
Röportaj şöyle:
Son zamanlarda Türkiye’de Kürtlere dönük provokatif girişimlerin ve ırkçı nefret söyleminin artığı gözleniyor. Bunun çok sayıdaki örneğiyle neredeyse günübirlik olarak karşılaşıyoruz. Öte yandan dikkatlice bakıldığı bunun bir merkezden organize edildiğine dair çokça işaret de var. Türkiye’de Kürtleri hedef alan bu girişimler neye işaret ediyor?
Hiç şaşmaz. Türk toplumunda gördüğümüz ırkçı saldırılar, nefret söylemleri, sıradan faşizm ritüelleri hemen her zaman ‘devlet mahsulleri ofisi’ mahsulatıdır, net! Bu topraklarda devlet, milliyetçiliğin arsasında inşa edilmiştir. Milliyetçiliğin arsasına dikilen devlet dediğimiz ağaç, mütemadiyen ırkçı mahsuller verir. Hiç sekmez. Bu sebeple ırkçı her edim esasında devletin, izleyicilerine gösterdiği bir kamu spotu, izleyicilerin devlete verdiği topuk selamıdır.
Ancak şu da var pek tabi. Totalitarizm üzerine çalışanlar, Nazilerin Adalet Bakanı Freisler’in Führer’e gönderdiği bir mektuba atıfla şunu hatırlatırlar. Dönemin sivil yurttaşları bir karar vermeleri gerektiğinde, Führer her an onların yanındaymış gibi, her an onları gözetliyormuş gibi karar alıyorlardı. O sebeple, sokakta, pazarda ya da sosyal medya ortamında olan biten ırkçılık, sivil yurttaşın, devlete verdiği topuk selamıdır.
Öte taraftan son zamanlarda Batı toplumlarıyla paralel olarak Türk toplumunda da aşırı sağın aşama kaydettiği çok açık. Buranın aşırı sağının, batının aşırı sağıyla akraba olduğuna kuşku yok. Ama nesebinin ve hedeflerinin neredeyse tamamen farklı olduğunu da gözden kaçırmamak gerek. Zira Avrupa toplumlarında refah toplumu şövenizminin bir tepkisi olarak örgütlenen ırkçılığın bağlamı ve mahiyeti çok farklı. Bu sebeple ikisi aynı şey değil. Mesela Kürtlere dönük örgütlenen ırkçılığın aşırı sağ ile bir illiyeti yok, sömürgeciliğe dayanan ırkçılığın çıktısı olduğu için bambaşka bir buram kokar. Pogrom gibi, soykırım gibi.
Ama öte yandan batılı aşırı sağla da illiyeti tartışma götürmez: Göçmenlere karşı bileniyorlar, had bildiren bir söylemle konuşuyorlar, efendi pozuyla kültürel ırkçılığa abanıyorlar falan.
Bütün bunlar tamam ama şunun da altını kırmızı kalemle çizelim: birbirimizi kandırmanın gereği yok. Aşırı sağ buranın normalidir; hem de 1913 İttihatçıların meşhur kongresinden beri bu böyle. Arada Özal veya 2002-2011 arası AKP rejimi kabilinden merkezleşme eğilimi gösteren molalar vardı. Ama onlar da sabun köpüğü gibi uçtu gitti.
Şu an olmakta olan şey bir çeşit fabrika ayarlarına dönme hali, yani diğer bir deyişle aşırı sağın da aşırısı görünümü veren bir ırkçılık tezgahının kurulduğu ortada. En azından bürokrasinin bir kanadının da göz kırptığı üzere Türk milliyetçiliği aşırı sağın ötesine geçiş yapma hazırlığı yapıyor.
Peki ne demek “aşırı”? Türk Dil Kurumu “aşırı” kelimesinin anlamını şöyle veriyor: dayanılabilen dereceden çok daha fazla. Aşırının anlamı buysa aşırının aşırısının anlamını varın siz düşünün!
Belki de Marx haklıydı, hani bir keresinde demişti ya, “başka ulusları ezen uluslar asla özgür olamaz”. Onu revize etsek mi?: Başka ulusları ezen uluslar asla aşırı rejimlerden kurtulamaz.
Türkiye’de Kürtlere dönük bu organize tepki şartların zorlaması, sıkışmışlığın bir sonucu mu yoksa stratejik bir hedefi amaçlayan planlı, programlı bir hazırlığın mı sonucu? Hazırlıkla neyin hazırlığı yapılıyor?
Her ikisi de. Ve bu iki olasılık birbirini dışlamak zorunda da değil üstelik. Bahsedeceğim şeylerin tarihsel veçheleri de var elbet ama geçmişe gitmeye gerek yok bana kalırsa. Çözüm sürecinin akamete uğramasını hep Kürtler ekseninde ele alıp tartıştık şimdiye dek, bunun devlete ve Türk toplumuna yansımalarını pek konuşamadık. Çözüm sürecinin akamete uğraması ve ardından gelen darbe sürecinde devletin yapısal dönüşümünü nedense ıskalıyoruz. Kabul edelim ki devlet, çözüm süreci ve öncesi devlet değil.
Devleti darbeden hemen sonra yeniden yapılandıran irade bir milliyetçilik koalisyonuydu. Ama artık bu koalisyon iradesi, konsorsiyum iradesine dönüşmüş durumda. Şunu demek istiyorum: Devlet dediğimiz şey bugün İslamcı milliyetçiliğin, ülkücü milliyetçiliğin ve seküler milliyetçiliğin bir konsorsiyumundan ibaret. Bu iradeyi ayakta tutan şey fetih fetişizmi, yani genişleme merakı.
Şu halde klasik Kemalistlerin 19. Yüzyılın felsefesinden devşirdikleri “ırk her şeydir” ifadesine bir ek yapmamız gerekiyor, “yayılma her şeydir”. Cecil Rhodes’in kulakları çınlasın!
Bazılarımız bunu yeni Osmanlıcılık rüyası olarak görüp, “yurtta sulh, cihanda sulh” diyen Kemalist milliyetçiliğini bunun karşısında konumlandırıyor. Hayır böyle değil, hiç değil. Milliyetçilik konsorsiyumun Kemalist bileşenleri için, Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapan şey Çanakkale defansı falan değildir; Libya, Kuzey Afrika ve Balkan ofansıdır, yani tehlikeyi uzakta karşılayan kurmay aklıydı. Dolayısıyla onun 1910’ların performansına, yani gençlik dönemi hallerine hayranlar.
Özetle Türk milliyetçiliği şimdilerde bir konsorsiyum görüntüsü veriyor, fetih iştahı için, irredantizm için, mümkünse Rojava ve Başuru, hatta olası İran’a müdahale ortamında Rojhilat’ı yutmak için. Bu motivasyon onları bir arada tutmakla kalmıyor, birbirlerine düşmelerini de engelliyor.
Bana öyle geliyor ki buradaki temel anlaşmazlık meselesi genişleme halinde altmış milyona yakın Kürt nüfusun nasıl idare edileceği meselesi. Üniter devletten taviz vermek istemeyenlerin bu nüfusu cerrahi yöntemlerle azaltma işi üzerine kafa yordukları açık. Kürtlerin tehcirini gündeme getirenlerin, son dönemde Kürtlere Talat paşa posteri tutanların gündeminde de bu var. Ve bu örtüşme hayra alamet değil.
Bu sebeple gösterilen ırkçı fragmanların siyasi olarak böyle bir bağlantısı var. Yukarıda da söyledim, kamu spotu olarak, bir niyetin örgütlendirilmesi performansıyla ırkçılık yeniden üretiliyor. Ve daha önemlisi tehcir gibi, soykırım gibi kolektif şiddet kültürüne duyarsız bir kitle yaratılıyor. Tıpkı Balkan savaşları hezimetini hazmedemeyen ittihatçı kadroların toplumun bütün değerlerini felç etmesinin benzeri bir süreç işliyor.
100 yıl kadar öncesi; 1.Paylaşım Savaşı sürecinde Ermeniler, Asuri Süryaniler ve Rumlar soykırımından geçirildi. Dönüp o döneme baktığımızda bu katliamların önceden hazırlanmış bir program dahilinde gerçekleştiği görünüyor. Bugün Kürtlerin benzer bir tehditle karşı karşıya olduğuna dair kaygılar artıyor. Şunu sormak istiyorum; bu programı asıl olarak kim yapıyor? Devlet mi, iktidar mı, devlet içindeki güç odakları mı? Bunun resmi, siyasi ve ‘sivil’ aktörleri kimler?
Bir kere soykırım devlet olmaksızın yapılan bir fiil değil. Kabul edelim ki her devlet de soykırım yapamaz. Zira devletin soykırım makinesine bürünmesi, tepeden tırnağa iyi örgütlenmiş bir bürokrasi ve bununla bağlantılı paramiliter örgütlenmeler gerekiyor ve elbette son kertede toplumun buna hazırlanması da gerekir.
Yüz yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle. Ama unutmayalım ki Osmanlı bürokrasisi ve İttihatçı elitler bir gecede soykırım kararını almadı. 1870’lerden başlayarak Ermenisiz bir coğrafya fikriyatı adım adım örüldü, saha araştırması yapıldı, Orta Asya’dan değişik halk grupları bir çeşit nüfus mühendisliği ile onların burunlarının dibine yerleştirildi. Planlar yapıldı, fizibilite raporu hazırlandı. Balkan harbinden sonra da toplumsal psikoloji buna hazır hale getirildi. Geriye Teşkilatı Mahsusa’yı örgütlemek ve büyük bir savaşın başlamasını beklemek kalmıştı.
Günümüzde uğursuz benzerlikler artmaya başladı. Kürtsüz bir coğrafya fikri hemen her gün değişik platformlarda tartışılıyor. Kürtlerin kriminalize edildiği toplumsal olaylar köpürtülerek ortaya dökülüyor. Afganlar ve Suriyeli mülteciler yüz yıl önceki gibi habis niyetlerle nüfus mühendisliklerine konu ediliyor.
Ve en önemlisi de sosyal medya hemen her gün tehcir gibi, soykırım gibi kolektif şiddet operatörleri tarafından güzelleniyor. Daha açık konuşmak gerekirse Kürtlere dönük nefretin, sembolik infazların ve soykırım iştahının örgütlenmesi meselesinde sosyal medya, Teşkilatı Mahsusa işlevini görüyor. Kürt tehciri fikrinin sosyal medyadaki lansmanını yapanlar elbette bürokrasinin bir kanadının fikrini okşuyor.
Türkiye bir yandan Kürtlere dönük ırkçı nefret söylemi artıyor ve aynı şekilde bununla paralel bir biçimde topluma Türkçülük de pompalanıyor. Türk milliyetçiliği yeni bir evreye mi geçiyor? Türkiye’de Kürtlere dönül kolektif şiddet, tehcir ve pogrom söylemlerine Türkiye’nin sol-demokratik çevrelerinden bir tepki hatta eleştiri de gelmiyor! Buna ne demeli?
Ben izninizle Türk Milliyetçiliğinin yeni bir evreye geçiş görüntüsünü verdiğini iddia ediyorum. Türk milliyetçiliğinin sosyolojisi, muhtevası ve organik habitusu değişiyor. Bunu açmak isterim. Yeni bir Türkçülükle karşı karşıya olduğumuz açık. Yeniden formatlanıyor Türk milliyetçiliği.
1935-1945 arasında düzenlenen CHP konferanslarında ehli vukuf niyetine konuşturulan Kemalist akademisyenler, “insanların dilleri ve dinleri değişebilir ama ırksal vasıfları asla değişmez” deyip Gökalp milliyetçiliğine şerh düşüyordu. Hatta bir adım öteye geçip, Gökalp’in Türklük tanımı doğru ama bilimsel olarak eksik diyorlardı. Hatırlayalım Gökalp, “kendine Türk diyen herkesin Türk olduğunu” iddia ediyordu. Kemalistler buna itiraz ediyordu ve Türkçülük tamamlanmamıştır, Kemalizm eksik olanı tamamlamıştır diyordu.
Özetle Kemalistler, ‘Gökalp milliyetçiliği tamam ama bunu tamamlamalıyız’ diyorlardı.
Şimdilerde gelişen Türk milliyetçiliği hemen hemen aynı tarifeyi Kemalist milliyetçiliğe uyguluyor. Bu kesimler Mustafa Kemal’den çok Talat paşaya selam gönderiyorlar örneğin. “Mustafa Kemal tamam ama onu tamamlamamız lazım” deyip, Talat paşanın sicilinden medet umuyorlar.
Kemalist milliyetçiliğin buna itiraz etmediğini aksine teşne olduğunu Kılıçdaroğlu ile Özdağ mutabakatından biliyoruz. Nedense bu mutabakatı “kandırıldık” gibi şahsi duygularla tartışıp duruyorlar. Oysa bahse konu mutabakat, Kemalist milliyetçiliğin, Türkçülüğün yeni versiyonuna onayı ve gerekirse iltihakı mahiyetindeydi.
Yeri gelmişken altını çizmekte fayda var. Zafer partisinin üstlendiği sembolik anlam bizim için oldukça kritik.
Partinin organik hüviyeti, Mussolini’ye iltihak eden İtalyan subaylarının teveccühünü andırıyor mesela. Bunun liberal demokratik rejimlerle uyumlu bir yapılanma olmadığı açık. Ama buna rağmen derme çatma da olsa Türk demokrasi düzeni bunu koruyor. Bu partinin aktive ettiği söylem esas olarak sadece Türk milliyetçiliğinin muhtevasını değiştirmekle kalmıyor, Türkeş’in Kürt-Türk meselesinde döşediği örfi hukuku de yerle bir ediyor. Hatırlayalım, Türkeş ‘siz ne kadar Kürtseniz, biz de o kadar Kürdüz’ deyip biz Kürtlere, Türklüğün şubesi olma payesini veriyordu. Bu sebeple Türkeş’in dahi sağında konumlanan, aşırı sağın, apaşırı versiyonu ile yüz yüzeyiz. Bu haşin ve agresif aşırı sağın, örgütsel faşizm konumu olduğuna şüphe yok.
Geçenlerde milli istihbarat teşkilatının aşırı sağla alakalı rapor yazdığı medyaya yansıdı hatırlarsanız. Bu doğruysa bunu iki türlü okumak olası. Buna göre bürokrasinin bir kanadının sui niyetinin, devletin genel iradesinin radarına takıldığı iddia edilebilir. Ama bana kalırsa esas bahse konu tehcir meraklısı aşırı sağ örgütlenmenin, Türkeş milliyetçiliğinin altını oymasına devletin izin verip vermemesi ile alakalı bir fizibilite raporu bu.
Bizim gördüğümüzü onlar da görüyordur. Türk milliyetçiliği Türkeş, Mustafa Kemal, Ziya Gökalp üçgeninden çıkıp Nihal Atsız, Talat paşa, Bahattin Şakir eksenine kayıyor.
Hatırlayalım Atsız’ın dilinin freni yoktu ve “Kürt vardır. Ama aşağı ve hasım bir mahluktur” diyordu. 1967 yılında Ötüken’de yazdığı yazılarda sıkça tehcir ve nüfusun azaltılması politikalarından bahsediyordu.
Özetle yeni gelişen milliyetçilik nihai çözüme göz kırpan bir kestirmecilikten bahsediyor, etle tırnak klişesi yerine, virüs ve mikropların ana gövdeden kesilip atılmasından dem vuruyor, kardeşliğin güncellenmesinden değil, antivirüs programlarının aktive edilmesinden bahsediyor.
İşin gerçeği bürokrasinin bir kanadı hem bunları teşvik ediyor, hem ellerini ovuşturmuş büyük bir savaşın çıkmasını ve savaş ortamında da bu işleri hal etmeyi umuyor.
Sola gelince, genelleme şehvetine kapılmadan söylemek gerekirse, onların çoğu renk körü ırkçılar, o sebeple konuşmaya değer mi emin değilim. Bir İngiliz gazetecisi vakti zamanında Gandi’ye “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye bir soru sormuştu. Gandi’nin yanıtı benim de size Türk soluna dair yanıtım olsun: “Olsa iyi olurdu”.
Türkiye’de Çözüm Süreci’nin çökmesinin ardından yaşanan şehir savaşlarında açık katliamlar yaşandı. Yerleşim birimleri yakılıp yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar infaz edildi. Kürtlerin cenazeleri günlerce yerde kaldı; kimi cenazeler zırhlı araçlarla sürüklendi. Cizre’de birkaç saat içinde 100’e yakın genç yakıldı. Bütün bunlara baktığımızda sanki orada geleceğe dönük bir prova yapıldı diyebilir miyiz? Buna ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
Bu sorunun ikili bir yanıtı olabilir sanıyorum. Bahsettiğiniz aşırı şiddet organizasyonunu 1894-96 Ermeni katliamları gibi bir prova olarak okuyabiliriz pek tabi ki. İşin bu yanı var.
Fakat işin başka bir tarafı da var. Çözüm sürecinin akamete uğramasının Türk toplumunda nasıl yansıdığını dikkate almakta fayda var. Belli ki Türk toplumunun milliyetçi özneleri hınç biriktiriyor. Yozgat’tan Bursa’ya uzanan hattın “beyaz toros” merakı yeniden depreşiyor. Buna özellikle iktidarın modere ettiği geniş kesimlerde “başka ne yapalım”, “onlar da çok oldular” duygusunu da eklemek gerekir. Buradan yükselen bir “ilalah etme” tepkisi bariz.
Çözüm sürecinin şöyle bir sonucu da oldu sanıyorum: Devletin katlarına ve resmi toplumun genelinde hüküm süren Kürt inkarını bitirdi. Devletin “Kürt yoktur, olsa da Türklüğün şubesidir” teorisi yerle yeksan oldu.
Soru şu: devlet ve toplum, varlığını artık inkar edemediği, fiili olarak tanıdığı Kürtle ne yapacak, nasıl bir gelecek tasavvuru kuracak? İnkar teknolojisinin bitmesinin belli düzeylerde şaşkınlıkla karışık bir öfke yarattığı açık. İlave olarak da varlığını kabul ettiği bir milletle resmi olarak nasıl ve hangi koşullarda birlikte yaşamı örgütleyeceği de gerilim yaratıyor. Bahsettiğim bürokratik kanat buralardan devşirdiği bir öfkeyi biliyor, bunun üzerinden sörf ediyor.
Bu öfkeyi toplumdaki kimi vakalar üzerinden görmek de mümkün. Koç üniversitesindeki vaka kim ne derse desin sıradan bir vaka değildi örneğin, failin sosyal darwinist zihin hücreleri ile Kürtleri aşağılayan cümleleri neredeyse tıpa tıp Atsız’ın Ötüken yazılarından alınmış gibiydi. Gelecekte sıkça karşılaşacağımız bir fragman bu.
Keza Ramazan hocanın katledilmesinde de bu ırkçı şiddet başroldeydi. Lümpen bir failin arkasına gizlenmiş, yeni kıyıcı milliyetçiliğin parmak izleri de barizdi.
Bütün bu minimal vakaların özyönetim ilanlarının bastırılmasında başvurulan aşırı şiddetin çıktıları olduğu açık. Esasen bu söyleşide bahsettiğim yeni tip Türk milliyetçiliği de bu milliyetçiliğin şiddet organizasyonları da büyük oranda çözüm sürecinin akamete uğramasıyla bağlantılı bir durumla alakalı.
Hatırlayalım lütfen, Kürtlerin kendini yerelde yönetmesi fikrine karşılık sadece aşırı şiddet operatörleri sahaya sürülmedi. Sömürgeciliğin bütün lügati de aktive edildi: “dersimiz itaat”, “Kurdun dişine kan değdi”, “Türk’sen öğün değilsen terk et” aforizmaları havada uçuşuyordu. Bütün bu nefret söylemi elbette bir haddin bildirimiydi, bize esasında sömürge olduğumuzu ve buna uygun davranmamız gerektiği deklare ediliyordu.
Dünyada şiddetli çıkar çatışmaların yaşandığı, küresel rekabetin bütün dengeleri sarstığı ve ayrıca Ortadoğu’nun bir kez daha karıştığı günümüzde Türkiye’nin derin odakları bir Kürt katliamını fırsat olarak değerlendiriyor olabilir mi? Türk devleti Kürtlerden ‘nihai’ anlamda kurtulmanın hesaplarını yapıyorsa bunu gerçekleştirmek kolay mı?
Buna “zor” diyemem açıkçası. Zira bir kere ortada Ermeni soykırımı tecrübesi var. Bir kere yapan ikincisini de yapar. Talat paşanın bu kadar gündem yapılmasının başka bir anlamını ben bilmiyorum.
İkincisi Kürtler, Bakur’da başta Dersim olmak üzere soykırıma ve ayrıca pek çok kez kısmi soykırım uygulamalarına maruz bırakıldı elbet. Ama bir bütün olarak coğrafyanın tümden Kürtsüzleştirilmesi sağlanamadı, ertelendi, zamana bırakıldı. Bunun mühim sebepleri vardı. Kürtlerin direnişçi bir halk olması elbette en önemli sebeptir ama bunun dışında da sebepler vardı. Başka sebeplerin yanı sıra ben günümüze de uzanan iki sebebi anarak geçmek isterim. Ziya Gökalp, bütün nahoş ve ırkçı komplimanlarına rağmen İttihatçı ve Kemalist bürokrasiyi, Kürtlerin ıslah ve temsil (asimilasyon) ile hal edilebileceğine ikna etmişti. Bununla beraber Bediüzzamanın, Anadolunun iç taraflarındaki, kolektif şiddete meyyal yoksul Türk kitleler ile orta sınıf bileşenlerini soykırım milliyetçiliğinden uzak tutmuş olabileceği de akla gelebilir. Mümkün mertebe onları müspet milliyetçilik liginde tutması bu manada dikkate şayandı.
Şimdilerde bu iki unsurun etkisi bir hayli azalmış bulunuyor. Yani tehcir ya da soykırım gibi kolektif şiddeti akamete uğratabilecek manevi şeritler ortadan kalkmış bulunuyor.
Öte taraftan Başur’un ardından Rojava’nın da statüye göz kırpan gelişim süreci, Türkiye’deki Kürtlerin “potansiyel” hallerini güncellemiş bulunuyor. En azından devletin bir kanadının ve toplumun bir kesiminin gözünde Türkiye’deki Kürtlerin hadi iktisat biliminin lügatiyle söyleyelim “maliyetlerini” arttırmış bulunuyor.
Ama galiba esas mesele yeni Türkçülüğün kendisine biçtiği yeni konumla alakalı. Türkçülük cumhuriyetin ikinci yüzyılında yeniden formatlanıyor. Bir sömürge tekniği olarak Türkçülük elbette “medenileştirme” misyonu kuşanmıştı. Ne var ki bu misyon başarısız oldu. Sıddıka Avar’ların medenileştirme hayalleri, Dersim’in dağlarında tuzla buz oldu. Türklüğün kendine tevdi ettiği ev ödevi olan asimilasyon ayartıcılığı da istenen seviyede işlemedi, işlemiyor. Nüfus olarak Kürtler artıyor ülkede, üstelik Başur yetmezmiş gibi Rojava bölgesi de statüye doğru bir gidiş içinde. Bunlar Türkçü milliyetçiliğin yeni kabusu olarak beliriyor.
Türkçülüğün kolonyal bağlamı geri dönülemez bir şekilde yara aldığı için yeni Türkçülük, yeni bir kolonyal muhteva arayışı peşinde yeniden güncelleniyor. Geleneksel Türkçülüğü temsil edenler, devletin içine alınıp ekonomi-politik olarak statü sahibi kılınırken, bunların dışındaki geniş kesimler yenilenmiş söylem ve pratiklerle haşin örgütlenmelere gidiyor. Büyük şehirlerde hiper enflasyona maruz kalan lümpen proleterya ile orta sınıf konumunu kaybedip, mülksüzleşen kesimler, seküler bir Türkçülüğün örgütlenme evreni olarak ön plana çıkıyor. Özetle bu yenilenmiş ırkçılığın banilerinin bir çılgınlığı örgütlemeleri uzak ihtimal değil.
Son olarak “İttihatçılar bize kıyar mı” sorusunu 1913-1914 arasında Ermeni okumuşları ve siyasetçilerinin tartışıp durduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Kimi Ermeniler, İttihatçılarla işbirliklerine, şahsi tanışıklıklarına, hatta ittihatçılar içindeki Ermeni bakanlarına güvenip “hayır olamaz” diyordu. Kimileri ise İngilizlere, Ruslara ve Fransızlara bakıp uluslararası güçler bu türden bir çılgınlığa izin vermez diyordu. Böyle düşünenlerden biri Krikor Zohrab isimli deneyimli Ermeni bir siyasetçiydi, 24 Nisan akşamı kapısına polis geldiğinde, “ama nasıl olur, biz az önce Talat ile tavla atıyorduk” diyordu.
Nupel’e yazdığınız bir yazınızda “Erdoğan gitsin, Kılıçdaroğlu gelsin” siyasetini örgütlemek yeni bir efendi seçmekten öteye geçemezdi” dediniz. Tam da yerel seçimler yaklaşıyorken bu kez de Kürtler ”CHP mi, AKP mi” kıskacına alınmak isteniyor. DEM Parti’nin büyük şehirlerde aday çıkarıyor olması, ulusalcıların ve ‘Türk solu’nun sert tepkisine neden oluyor, ne dersiniz?
Konu pek de karmaşık değil aslında. Bir roman üzerinden yanıtlamak isterim sorununuzu, izninizle.
Ayaşlı ve Kiracıları, Türk edebiyatının önemli romanlarından biri olarak kabul edilir. Sorununuz açısından romanın sembolizmi oldukça kritik. Yazarı olan Memduh Şevket Esendal, bir dönem CHP’ye genel sekreterlik yapan ve hazırladığı Kürt raporunda ırkçılığın resmi geçidi mahiyetinde tespitler yapan biri. 1934 yılında yani Kemalizmin asrı saadet döneminde basılmıştı roman.
Esasında romanın kurgusu bir apartmanı ve apartmanda kiracı olarak bulunanları konu ediyor. Biliyorsunuz milliyetçi roman düzeneğinde, apartman, ulus devleti sembolize eden bir yurt niyetine işlenir. Romanda dokuz oda var ve bu dokuz odadaki bütün kiracılar roman kurgusunun esasını oluşturur.
Şüphe yok ki yazarının nazarında apartman Türkiye’ydi; dokuz oda ise, 1940’ların başında Türkiye’nin yedi bölgeye ayrılmasına selam verilerek kurgulanmıştı. Buraya dikkat lütfen: romanın baş kahramanı, apartmanın kiracılarından olan “Turan” hanıma aşıktı, kiracıların arasında Kürt yoktu. Romandaki tek Kürt bir hizmetçiydi, adı Halide’ydi (o dönem Kemalistlerle arası bozuk olan Halide Edip Adıvar’a bir had bildirme olarak onun ismi kullanılmış olabilir mi!) Kimsesiz, esmerce, korunmaya muhtaç ve soluk benizli. Belli ki kılıç artığı bir karakter.
Dünden bugüne değişen bir şey yok. Kürtlere kiracı konumu bile değil, hizmetçilik layık görülüyor.
İstanbul’da yaşayan bir Kürt olarak, bizlere “kara kafa” diye hitap eden bir anlayışa neden oy vereceğimin tek bir açıklaması yok bende. Mazoşizmin bu kadarı fazla. Ayıptır!
Son cümle: Yüz yıl önce Mahmut Esat Bozkurt’gillerin, Memduh Şevket Esendal’gillerin dikte ettiği hizmetçiliğe hayır demek için kellesini veren bir halkın çocuklarının, hala aynı şeyi empoze edenlere oy vermesi aklın alabileceği bir şey değil. Üstelik Kürtlere dönük kolektif şiddet meraklılarına meyleden metinlerin mürekkebi dahi kurumadan.
Nupel-Günay Aslan
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.