Geçmişe ayna tutmak (1)
Cano Amedî
Bizler ölümün kol gezdiği bir coğrafyada hep birlikte vahşetin bütün tonlarını ve renklerini hep birlikte yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Bizler toy halimizle bir sürecin öznesi, tanığı ve olayların aktörü olduk. Ölüm ve yaşam kodlarının kördüğüme dönüştüğü, umut ve umutsuzluğun içiçe geçtiği karanlık dehlizlerden, özgürlük, adalet ve eşitlik iksirini elde etmek için, insanlık ailesinin geleceği için mücadele ettik. Bir çoğumuz ölüm ve yaşamın kıyısında, zulüm ve korku imparatorluğunun zirve yaptığı süreçlerde, ölüm ikliminin derinliklerinde, çırılçıplak bir yalnızlık içinde bir savunma/direnme sürecini yaşadık.
Doğrularıyla, yanlışlarıyla bir mücadele kuşağı olarak geçmişe dair okumalarımız, ideolojik kalıplar ve egomuzun yaratmış olduğu “korku, kaygı ve kuşku” duvarlarının ötesinde, bir bütün olarak yapıcı, yaratıcı ve yol gösterici bir perspektifle kuşaklar arası köprü olma işlevini yerine getirmekle yükümlüyüz.
Tarihsel ve ulusal sorumluluklarımız gereği dün, bugün ve yarınlara dair söylenecek birkaç sözümüz, anlatılacak bir hikayemiz ve haykırabileceğimiz ortak bir türkümüz olmalıdır.
Geçmiş zaman diliminde sorumluluklarımız gereği başarılarımız da, başarısızlıklarımız da oldu; ama, bugün her ne amaçla olursa olsun, tarihe mal olmuş yaraları kanatmak, acıları tazelemek ve gelecek kuşakları yanlış eksenlerde pozisyon almaya zorlamak doğru bir yaklaşım değildir.
Güney Kürdistan’daki 1961 ve sonrası Mele Mustafa Barzani önderliğindeki Kürdistan ulusal hareketin gelişim seyri, Türk derin aklını harekete geçirdi; böl-parçala ve kontra alternatifler geliştirme sürecine yönelik bir planlama yapıldı. Bu planlama gereği ulusal kurtuluş dinamiklerini zayıflatılmak, olası mücadele potansiyelini yanlış kulvarlarda etkisiz hale getirmek, kontrol edilebilir zeminlere kanalize etmek için makas değişikliği yapıldı.
Yine o yıllarda start alan toplumsal göç hareketleri, kırdan kente göç mevsimiyle birlikte toplumsal fay hatları tetiklendi; yatay mimariden dikey mimariye geçişle birlikte toplumsal dayanışma ve sosyal ilişkiler yeni yol ve yöntemlerle kontrol altına alındı. Kürd sosyolojisini yeni bir eksen üzerinde biçimlendirmek için, kentleşme ve ekonomik yeniden yapılanmanın doğal sonucu olarak aile ve aşiret bağlarında hızla gelişen çözülme ve farklılaşma, derin plan ve stratejilerle dinamitlendi ve daha bir derinleştirilerek yönetilmeye başlandı. Ulusal bilinç hızla törpülendi, kent varoşlarında kriminal, narkotik eğilimlere, tarikat vb. kümeleşmelere kapı aralandı. Devlet, kırsal alanları kontrol ve yönetememe kompleksini, gecekondu ve çarpık kentleşme doktriniyle kapatmaya çalıştı.
Türk Devleti, 1960 sonrası “yeni bir yol haritası” benimseyerek 1920’li yıllarda yürürlüğe koymaya başladığı Kürt ve Kürdistan sorununda devletin uzun vadeli birer siyaset belgesi olan Mecburi İskân Kanunu ve Şark Islahat Planı çerçevesinde yeni formülasyonlar geliştirdi. Bu formülasyonlar gereği, parça ve bütün denkleminin özgülünde, Kürdistan’da toplumsal ve sosyolojik fay hatları oluşturuldu. Kürdistan’ın genel çıkarları ideolojik ve inanç farklılıkları noktasında bütün parçaya kurban edilmeyi tercih edildi.
Bu sosyolojik fay hattı, özellikle 1960-1971 yılları arasında start alarak, Kürd siyasal hareketinde ciddi bir kırılmaya ve makas değişikliğine yol açtı. Böylelikle yeni fay hatlarını tetikleyerek ideolojik ayrışmalara, yeni kırılmalara kapı araladı. Dünyadaki sol/soyalist rüzgâr dalgası, Vietnam savaşının etkisi ve 1968 gençlik hareketinin başlatmış olduğu siyasal iklim, Kürd siyasal hareketini de etkisi altına aldı.
1970 ve sonrası Kemalist Türk solunun körüklediği parti, örgüt fanatizmi, özgür ve sağlıklı düşünmenin önünde kör duvarların yükselmesine yol açtı. Yine bu yaklaşım, ortak paydalarda buluşma, hep birlikte ulusal kurtuluş zemininde mevcut güçlerin birlikteliği temelinde bir direnç, direniş hattını oluşturma çabalarını da sekteye uğrattı.
Anti-sömürgeci güçlerin ulusal çıkarlar ve talepler noktasında ortaklaşmaları gerekirken, tersine “rakibini” bertaraf etme politikası başat olunca; “hedef-engel” teorisi de çağın iki kutuplu soğuk savaş konseptine ve “sosyalist blok” içindeki mevcut politik ayrışma sürecine paralel olarak, keskin ideolojik yaklaşımlarla “iç çatışma” zeminini örgütledi. Gruplar arası ya da gruplar içi çatışmaları bu küresel politik iklimin bir ürünü olarak ele alıp değerlendirmek, bu sürecin ülkemizdeki yansıması ve sonuçları olarak okumak yanlış olmasa gerek. Dolaysıyla tecrübesiz, dinamik bir kuşağın, tecrübesiz lider kadrolarla yenilgiye karşı bir başarı hamlesinin olmayışı ve örgüt içi problemlerinin derinleşmesi sonucu bu sürecin etkili olmasında ciddi rol oynadı.
Bu sürecin asıl aktörleri, karar vericileri, geçmişi değerlendirirken, bireysel bazlı savunma reflekslerinden vazgeçip bir bütün olarak süreci okumaları, değerlendirmelerde bulunmaları ve bir bütün olarak toplumsal ve örgütsel rollerini kamuoyuyla paylaşmaları daha anlamlı olacaktır. Bugün yaşı 60-65 olan bir çoğumuz dünün gençleriydik, toyduk, rüzgâra karşı depar atmayı içselleştirmiş militan bir kuşaktık. O iklimde “abilerimizin” iki dudağı arasından çıkan birkaç sihirli sözcük, “dünyayı yakmak” için yeterliydi. Henüz bıyıklarımız bile terlememişken bizler dünyayı değiştirmekten, dönüştürmekten söz ediyorduk. Siyasal iklim, ideolojik argümanlar ve politik kamplaşma zemini yeterince sert ve beraberinde şiddeti körükleyen bir ortam yaratıyordu. Dolaysıyla o koşullarda kendisini ve çevresini yakmaya hazır bir gençlik dalgası ve güçlü bir militan potansiyel mevcuttu. Bu genç ve dinamik potansiyelin hareket alanı, “abilerin” öngörü ve öngörüsüzlükleriyle ilintiliydi. Kaptan köşkünde rotayı belirleyen, perspektif sunan, emir veren, yargılayan ve mahkûmiyet kararını veren kişiler, aynı zamanda bütün olumsuzluk ve yanlışlıklardan da sorumlu olduklarını nedense unutuyorlar. Bunu dillendirirken, elbette ki, öncülük yapan kadroların fedakarlıklarını, verdikleri ağır bedelleri, emeklerini, genç ve deneyimsiz oluşlarını, derin bir bilgi ve öngörüye sahip olamayışlarını da göz ardı etmek elbette ki vicdani ve insani değerlere sığmayacaktır. Denilebilir ki, büyük çoğunluğuyla 12 Eylül 1980 öncesi kadrolar ve gençler ‘’gemilerini yakarak’’ yola çıkmışlardı.
Ama, daha sonraki süreçte, yeni bir tablo, yeni bir insan gerçekliğiyle karşı karşıya kaldık….