Gökçer Tahincioğlu: Memleketimden "yargı-polis" manzaraları
.
Gökçer Tahincioğlu
Biliyoruz ki gazeteciler zor kullandıkları, direndikleri, suç işledikleri için gözaltına alınmıyorlar… Biliyoruz ki yere yatırıp boğazlarının sıkılmasının, nefessiz bırakılmalarının nedeni eylemleri değil… Biliyoruz ki o tutanaklarda yazdığı gibi bir direniş sonucu, polise direnmeleri nedeniyle darp edilmediler…
Polisin yaptığı bir uygulamanın, yargının verdiği bir kararın değerlendirmesini yaparken kullanılabilecek basit bir ölçü var. Yasalardan, soyut adalet tanımlarından, içtihatlardan bağımsız, çok basit bir ölçü…
"Ya benim başıma gelseydi…", "Ya bana aynısı yapılsaydı…"
* * *
Sosyal medyanın belki de en büyük faydası, insanların içindeki kötülüğü, acımasızlığı bütün çıplaklığıyla görebilmeye imkân tanıması.
Ve bir de insan denilen varlığı bütünsel olarak tanımayı kolaylaştırması…
Memleketimizde devasa bir kitle, işkencenin ve yasalardaki yetkilerin yok sayılarak öldürme suçunun işlenmesinin gayet doğal olabileceğini savunabiliyor misal.
Aynı insanlar bunu ülkesini sevmekle de açıklayabiliyor.
O durumda küçük bir şerh düşüyorlar: "O da şöyle yapmasaydı…"
Öldürülen kadına "oraya gitmeseydi", tecavüze uğrayana "mini etek giymeseydi" demekten bir farkı yok elbette.
Ve elbette doğal olarak, "işkence ve kötü muamele" öyle sanıldığı gibi belli kaplarda durmuyor.
Bir trafik tartışmasında, bir kenarda dururken, bir biçimde, bir zaman kendi başına beklerken, aniden o işkence gelip seni bulabiliyor.
Ve sonra da isyan ediyorsun…
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, uyuşturucu satıcılarının bacağının kırılması talimatı vermesinin ardındaki sakıncayı görememesi gibi.
Tek başına bunun hukuksuzluk olması bir yana, işkence bulaşıcıdır. Ve yasalara aykırı muamele bir kez başlarsa durmaz.
Çizgi: Tan Oral
* * *
Bunun bir örneği gazetecilerin başına gelenler… Bir başka meslek grubu da bu yazının konusu olabilirdi ama elde yakın örnekler var.
Önce toplumsal olaylarda OHAL’in ilk gününden bu yana izlenen, OHAL’den sonra da devam eden politikaya bakalım.
Bütün eylemler yasak ve sakıncalı, bütün alanlar riskli, bütün sözler yasa dışı…
Ama kanun da var, kitabına uydurulması gerekiyor.
Misal bir alanın valilik tarafından yasaklı ilan edilmesi, misal grubun basın açıklamasının engellenebilmesi için aktüel bir sakınca bulunması, misal polisin kötü muamele iddialarına hedef olmaması için mutlaka zor kullanma yetkisini ölçülü ve zorunlu olarak kullanması…
Kitabına uydurmak mühim… Anayasaya uygun olmasa da…
* * *
Malum, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan ama memleketteki eylem yasağı nedeniyle haklarını arama imkânı bulunmayan polisler, bu tip "müdahalelerde" zarar gördüklerinde tazminat alabiliyorlar.
Bu nedenle robocop kıyafetli polislerin pet şişe atılması nedeniyle haftalık rapor alabildiğini biliyoruz. Dava dosyalarına bu raporlar girdi.
Bu nedenle hemen her olayda mutlaka polise direnilmesi, polisin güç kullanmak zorunda bırakılması, polisin darp edilmesi gibi tutanakları mutlaka görüyoruz.
Trajik örneklerden biri boğazına bastırılarak yere yatırılan, "Nefes alamıyorum" diye bağırarak, nefes almaya çalışan foto muhabiri Bülent Kılıç.
Geçtiğimiz yıl Kılıç hakkında bu nedenle dava açıldı, "hakaret, görevi yaptırmamak için direnmek" suçlarından.
Tek derdi fotoğraf olan Kılıç, sesini çıkartmadan efendi efendi boğulsa ya da mesleği bıraksa elbette bunlar olmayacaktı, örnek vatandaştan beklenen budur!
* * *
Daha garip örnekler de var…
Daha garibi olmaz ama konusu suç olan örnekler bunlar.
Bin kez gözaltına alınan ve bin kez tutuklanan tutuklu gazetecilerden Ömer Çelik’in yaşadıkları misal…
Çelik, 2018’de gözaltına alındıktan sonra darp edildiğini iddia etti. Yapılan hastane muayenesinde de darp edildiği raporla kanıtlandı.
Gözaltına alınanların sağlık raporunda bu yönde bir bulgu varsa, raporun savcılığa gönderilmesi ve işleme alınması zorunlu.
Ancak Çelik’in suç duyurusuna rağmen dört yıl boyunca rapor bulunamadı. Savcılık, Çelik’in darp iddialarının asılsız olduğunu belirterek soruşturmayı takipsizlikle kapattı.
Tahliye edildikten sonra raporu araştıran Çelik, hastane arşivinde buldu. Ancak ne işlem yapıldı ne de raporu dosyaya göndermeyenler ve kaybedenler hakkında harekete geçildi.
*
Şimdi bir örnek daha var. Taze bir örnek…
Diyarbakır’da geçtiğimiz yıl gazetecilerin tutuklanmasını protesto etmek için Ankara’da bir araya gelmek isteyen gazeteciler, yapılan müdahale ile neye uğradıklarını şaşırdı. Daha toplanmamışlardı, daha ağızlarından kelime bile çıkmamıştı.
Kamera görüntülerinde üç gazetecinin Sibel Yükler, Yıldız Tar ve Deniz Nazlım’ın darp edilerek gözaltına alındıkları açık biçimde görülüyor. Tanıklar da bunu doğruluyor.
Gazetecilerin polisi darp etmeleri, çatışmaya girmeleri gibi bir olaydan zaten söz edilemez. Bunun örneğine de kolay kolay rastlanmaz…
* * *
Serbest kaldıklarında bedenlerindeki ağrıdan, morluklardan dolayı yürümekte bile güçlük çeken gazetecilerin suç duyurusu elbette şaşırtıcı olmayan biçimde takipsizlikle sonuçlandı.
Karar tam da diğer örneklere uygun.
Polisin karara yansıyan tutanağına göre, valiliğin bir başka eylem için izin vermiş olması, bu nedenle o eyleme katılanların hak ve özgürlüklerinin korunması gerektiği için gazeteciler gözaltına alınmış.
Yine aynı tutanağa göre, bu nedenle gazetecilerin yapmak istediği eylem barışçıl olmaktan uzakmış.
Üstelik tutanağa göre gazeteciler yerinde ikaz ve çözüm önerilerine sıcak bakmamış, eyleme katılmakta ısrar ederek, polise direnmiş.
Yasal hakları hatırlatıldıktan sonra yakalamaya yetecek ölçüde ve dirençleri kırılacak şekilde kademeli ve orantılı olarak zor kullanılmış ve bu şekilde gözaltına alınmışlar.
* * *
Savcılığın elinde gazetecilerin darp edildiklerini kanıtlayan tutanak da mevcut… Takipsizlik kararına da konulmuş bu tutanak. Ve nasıl gözaltına alındıklarını gösteren kamera kayıtları da var… Ama savcılığa göre, bir arbede çıkmış ancak kimin kime karşı eylemde bulunduğu anlaşılamıyormuş…
Ve savcılığın kararına göre, zaten polis de şikayetçi gazeteciler hakkında dosya hazırlıyormuş…
Savcılık, polisin en basit haliyle zor kullanma yetkisini kullandığını belirterek, takipsizlikle sonuçlandırdı suç duyurusunu.
Savcı tanıdık… Kadınların giyim kuşamı için "Sokaklar kasap dükkânı gibi… Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor" diyen imam hakkındaki suç duyurusunu işleme koymayan, şikâyet eden avukatın isim ve kimlik bilgilerini Diyanet’e iletmekte sakınca görmeyen ve bu nedenle şikayet edilen isim…
Takipsizlik kararı da sürpriz değil elbette…
* * *
Biliyoruz ki gazeteciler zor kullandıkları, direndikleri, suç işledikleri için gözaltına alınmıyorlar…
Biliyoruz ki yere yatırıp boğazlarının sıkılmasının, nefessiz bırakılmalarının nedeni eylemleri değil…
Biliyoruz ki o tutanaklarda yazdığı gibi bir direniş sonucu, polise direnmeleri nedeniyle darp edilmediler…
Biliyoruz ki böyle olmadı… Biliyoruz ki kimse duvardan düşerek ölmüyor, kimse durup dururken ortadan kaybolmuyor.
Biliyoruz… Hepsini biliyoruz…
En azından insan aklını hafife almayan gerekçeler bulunur, tutanaklara bunlar yazılırsa biraz olsun inandırıcılık sağlanabilir.
Gerisi sadece "devlet bizim" halleri…
Ama bir ülkeyi sevmenin, bir ülkeye değer vermenin bu olmadığını da biliyoruz.
Öyle olsa bu cennet coğrafya çoktan gerçek bir cennete de dönüşmüş olurdu.
Ve bu ezberler tekrarlanarak varılacak bir cennet olmadığını da biliyoruz.
Gerçekten ayrımsız herkes için adaleti, iyiliği, refahı, cennet bir ülkeyi kimin istediğini de…
Kaynak: T24
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.