Hamit Bozarslan: Putin tüm Ukrayna'yı işgal etse bile savaşı kaybetti

Hamit Bozarslan: Putin tüm Ukrayna'yı işgal etse bile savaşı kaybetti

.

A+A-

Söyleşi: İrfan AKTAN /+Gerçek

Düşünür Prof. Hamit Bozarslan’a göre Putin, Nazizmin ‘Yaşamsal Saha’ argümanını kullandı ama savaşı çoktan kaybetti.

Rusya açısından Ukrayna, işgale bugün son verse bile, çoktan içinden çıkılması zor bir bataklığa dönüşmüş görünüyor. Fakat Putin’un bu tarihi hamlesinin sonuçlarının da, bedellerinin de Ukrayna’yla sınırlı kalmayacağı söyleniyor.

Peki Putin tüm bunları nasıl oldu da hesaplayamadı? Putinizmin tarihsel referansları, Avrupa siyasetine, radikal sağ ve radikal sola etkileri neler? Ukrayna işgalinin Rusya açısından nasıl bedelleri olabilir? 

Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu öğretim üyesi, Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a kulak veriyoruz…

Birkaç hafta önce söyleşi yaptığımız Prof. Dr. Senem Aydın Düzgit, Putin’in Ukrayna işgalinin Avrupada aşırı sağın işini zorlaştıracağını söylüyorduUkrayna işgali şu anda Avrupa siyasetini nasıl etkiliyor?

Buna yanıt vermeden önce Putinizmin gelişimini ele almak gerekiyor. Çünkü Putinizm hem Avrupa aşırı sağı hem de kısmen radikal solu için referans oluşturuyordu. Fakat Ukrayna işgaliyle birlikte bu referansın erimeye başladığını görüyoruz. Avrupa’da Putinizm ciddi bir kriz içinde ve bunun temel kaynağı da Putin’in hem dünyadaki hem de Rusya’daki dönüşümü algılayamaması. Rusya İmparatorluğu dışarıdan değil, 1917’de Sovyetler tarafından içeriden çökertildi. SSCB de benzer bir biçimde, dışarıdan değil içeriden çökertildi. Şu anda Rusya’nın bu çöküşleri algıyalamaması, 1990’da, 1991’de ne olduğunu, niye imparatorluğun kalbinin imparatorlaşmayı reddettiğini sormayışı kendi başına bir muamma. 

Gerçekten de Putin’in bu muhasebeyi yapmadığını mı düşünüyorsunuz?

Hâlen de bunu düşünmediği kanaatindeyim. Son yirmi yıldır Putinizmin açısından Rusya imparatorluğunun dışarıya karşı büyük düşmanlık temelinde yeniden kurulması hedefi vardı. Yani temel mesele NATO’nun güncel adımları değil. Putin 20 Şubat 2022 tarihli konuşması boyunca tarihin hatalar dizisinden oluştuğunu ve bu hataların düzeltilmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat buna imkân sağlayabilecek bir imparatorluk kabiliyetinin olup olmadığı sorusunu sormuyordu. Daha önceki bir söyleşide de ifade etmiştim, buradan İbn Haldun’dan yola çıkmak gerekiyor. İbn Haldun 14. yüzyılda, Arap olmasına rağmen, Arapların yeniden imparatorlaşma hedefinin tümüyle başarısız olacağını söylüyordu. 

RUSYA OLMAYAN ASABİYET, DAVA VE FEDAKÂRLIK DUYGUSU UKRAYNA’DA VAR

Neden?

Çünkü ona göre imparatorlaşmak için üç temel kaynak gerekiyor. Bunlardan bir tanesi “Asabiyet”. Yani hem dışarıya karşı bir iç dayanışma olacak, hem de bu iç dayanışma sizi tarihin ön safhasına atabilecek derecede bir dinamik yaratacak. İkincisi evrensel bir ideal olarak “dava” olgusu. Üçüncüsü de fedakârlık duygusu. Bu olguların üçü de şu anda Rusya açısından söz konusu değil. 

Peki Putin’in imparatorluk için bu üç temel kaynağı oluşturması mümkün değil mi?

Hayır, bunların yeniden Rusya’da oluşabilmesi imkânsız. Çünkü bu sadece askerlikle, savaşla ilgili bir mesele değil; toplumsal bir dinamik gerektiriyor. 

Rus milliyetçiliğinin güçlü, derin kaynakları biliniyorken, nasıl oluyor da Putin kendi toplumunu tek bir hedefte buluşturamıyor? Aynı soruyu aslında başka diktatörler ve toplumlar için de sorabiliriz. Milliyetçilik bayrağını elinden düşürmeyen, sürekli iç ve dış düşman tehditlerinden söz eden yöneticiler neden kendi toplumlarını aynı korkuda, aynı söylemde, aynı hedefte buluşturamıyor?

Tabii ki çağ dönüştü. Modernite kavramını kullanmasak bile modernizasyon diye bir olgu var ve yöneticilerin, tarihi eski saatine döndürmeleri mümkün değil. Putinizm türü bir konstrüksiyona göre Ruslar tarihsel bir misyona ve bu misyon da saf bir ontolojiye sahip. Bu saf ontolojinin dışarıdan gelen tehlikeler sonucu şu an sarsıldığı ve yeniden kuvvetlendirilmesi gerektiği vurgusu var Putinizmde. Fakat bunu değiştirmek, bu anlamda kuvvetlendirmek mümkün değil. Ekonomik bağlamda bakıldığında mesela, Rusya’nın yıllık milli geliri 1500 milyar dolarken, sadece Pentagon’un askeri bütçesi 750 milyar dolar! Ayrıca Rusya son yirmi yılda, özellikle de Kırım’ın ilhakından beri sürekli nüfus kaybeden bir ülke. 7-8 çocuklu ailelerin yaygın olduğu dönemlerde askeri harekatların belirleyici sonuçları olabilirdi. Ama aile başına çocuk sayısının 1,7’ye düştüğü bir ülkede böyle bir askeri maceraya girişmek pek kolay değil. Ayrıca demin de söylediğim gibi Putinizm, toplumu dış güçlere karşı birleştirecek asabiyete, “davaya” ve toplumdaki fedakârlık duygusuna sahip değil. Fakat bunların üçü de Ukrayna’da var! Dolayısıyla Putin Ukrayna’nın tümünü işgal etse bile savaşı kaybetmiş durumda. 

Peki Rusya’nın önünde ne tür seçenekler var?

Rusya bir seçim yapmak zorunda. Ya refah toplumu olup şiddetten, askeri maceralardan feragat edecek veya şiddet imparatorluğu olup refahtan feragat edecek. 

RUSLARIN BİR BÖLÜMÜ ŞİMDİDEN İKEA’NIN, McDONALD’S’IN VEYA APPLE’IN YASINI TUTUYOR

Rusya toplumu bu ikilimde nerede duruyor?

Daha şimdiden büyük kentlerdeki Rusların bir bölümü İkea’nın, McDonald’s’ın veya Apple’ın yasını tutuyor. 

İlk soruya dönelim; Putin’in bu hamlesinin Avrupa sağına etkileri neler?

Bunun sadece Avrupa sağında değil, kendilerini komünist veya sosyalist olarak tanımlayan Avrupalı bazı radikal sol akımları üzerinde de etkileri var. Bunların referansları değişiyor. Radikal sağ akımlar açısından söz konusu olan Atlantik modelinin reddedilmesi. 

Nedir Atlantik modeli?

Atlantik modeli Fransa’dan, İngiltere’den başlayıp Amerika’ya uzanan, tümüyle tahayyüle dayalı, hiçbir zaman gerçekliği olmamış kozmopolit toplum modeli. 

PUTİNİZM, AVRUPA SAĞININ HİYERARŞİYE DAYALI, İÇİNE KAPANAN ORGANİK TOPLUM TAHAYYÜLÜNÜ TEMSİL EDİYORDU

Ne demek bu?

Bu, Fransız Devrimi’nden sonra radikal sağın oluşması sürecine kadar uzanan bir tartışma. Hem Fransa hem de Almanya’da Fransız Devrimi’nin, 1848 Devrimleri’nin mirasının, eşitliğin reddedilmesi, toplumun bir organik bünye olarak kabul edilmesi, bu organik bünyenin aynı zamanda kendi içinde hiyerarşik bir yapıya sahip olduğunun belirlenmesi Avrupa aşırı sağının oluşumunda belirleyici unsurlardır. Hiyerarşiye dayalı, içine kapanan organik toplum tahayyülünü ele almadan Avrupa’nın karşı devrim tarihini okuyamayız. Putinizm bu karşı-devrim tahayyülünü temsil ediyordu. Putin’in referansları 19. yüzyıl Rusya’sına dayanıyor. Ve bu referanslar arasında 1848 Devrimleri’nin ezilmesi de var. Aynı zamanda Putinizmin referanslarından birisi İvan Alexandrovich İlyin’dir. 

Kimdir İvan Alexandrovich İlyin?

İvan İlyin 1954’de ölmüş bir teorisyen ve aynı zamanda Nasyonal Bolşevizm’in ideologlarından biri.  İvan İlyin’in mirasını bugün Aleksandr Dugin gibi isimler devam ettiriyor. 

Aleksandr Dugin kim?

O da Nasyonal Bolşevik Parti, Nasyonal Bolşevik Cephesi, Avrasya Partisi gibi yapıların kurucusu olarak biliniyor. Aslında mesele sadece Putinizm değil, geçmişi 19. yüzyıldaki karşı-devrime kadar uzanan aşırı sağdır. Bugün Fransa, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerdeki radikal sağ, Fransız Devrimi’nden sonra başlayan demokrasi tahayyülünü, eşitliği reddeden, özgürlükleri dıştalayan, milletleri tümüyle içe kapanmış, hiyerarşik-organik bünyeler olarak gören, kadın-erkek eşitliğine karşı çıkan, aristokratik geleneğe sahip çıkan hareketlerden oluşuyor ve bunların ideolojik motivasyonuyla Putinizm örtüşüyor. Dahası, Putinizm tüm bu radikal sağ geleneği temsil de ediyor. 

İVAN İLYİN’E GÖRE RUS İMPARATORLUK GELENEĞİ, NASYONAL SOSYALİZM VE BOLŞEVİK MİRAS BİR ARADA YAŞATILMALIYDI

Yani Putinizmin temelinde 19. yüzyılın kilometre taşlarının yattığını mı söylüyorsunuz?

Tabii, bu kilometre taşları otokrasi, imparatorlaşmış millet, ortodoksi ve devrimin bastırılması. 1848 Devrimleri’nin bastırılmasında en önemli faktörlerden birisi Rus ordusunun Avrupa’yı işgal etmesi yatıyor. Putinizmin temelinde yatan bir başka olgu da, 1920’lere, 30’lara kadar uzanan Nasyonal Bolşevizm geleneği. 1920’lerde Nasyonal Bolşevizm Almanya’da oldukça güçlüydü, fakat bu gelenek Rusya’da devam etti. Az önce de söylediğim gibi bu fikrin teorisyeni İvan İlyin’di. 

Putin’in İvan İlyin’den etkilendiğini gösteren somut bir referansı, beyanatı var mı?

Putin, 2000’li yılların başında İvan İlyin’in bütün eserlerini Noel hediyesi olarak memurlara göndermişti. 

İvan İlyin temel olarak ne söylüyordu?

Ona göre Rus imparatorluk geleneği, radikal nasyonal sosyalizm ve Bolşevik miras bir arada yaşatılmalıydı. Bunun temeli de Rus imparatorluğunun Slav milletleri, Ortodoksları birleştiren güç dengesine dayanıyordu. 20. yüzyılda Avrasya teorisini geliştirenlerin başında da yine İvan İlyin geliyordu. Son zamanlarda Türkiye’de Aleksandr Dugin’den çok bahsediliyor. Bu kişi iki yıl boyunca Rus Nasyonal Bolşevizm Partisi’nin eşbaşkanlığını yaptı. Bütün bunlar Avrupa radikal sağı için çok önemli referanslar. Bu geçmişe bakmadan, Avrupa sağını sadece İslamofobi ve ırkçılık üzerinden okuyarak anlamak mümkün değil. Şimdi tekrar ilk sorunuzun yanıtına dönüyorum. Bugün Putinizmin Avrupa’daki savaşı ve bu savaşın en azından şimdiye kadar bir hezimetle sonuçlanmış olması, Avrupa radikal sağını ister istemez zayıflatıyor. 

AVRUPA RADİKAL SOLU NATO’YU SUÇLARKEN RUSYA’YI DİRENİŞ CEPHESİNDE GÖSTERİYORDU

Ama Macaristan, Fransa seçimleri bunu pek teyit etmiyor…

Bu zayıflama şimdilik referanslar düzeyinde. Fransa, Macaristan seçimlerinde ortaya çıkan tablo henüz bunun somut sonuçlar yaratmadığını gösterse de, radikal sağ açısından Putinizm referansı zayıflıyor. Bu ne kadar devam edecek, bilemiyoruz. Orban ve Le Pen örnekleri bunun Macaristan ve Fransa’da henüz belirleyici bir etki yaratmadığını gösterdi. Ama Ukrayna işgalinden sonra ideolojik olarak Avrupa radikal sağının şimdiye kadarki rahatlıkla Rusya’yı, Putin’i referans olarak göstermesi çok zor. 1996’daki Çeçen Savaşı’nda yerle bir edilirken Grozni, cihatçılıkla, İslamcılıkla suçlanabiliyordu. Suriye’de bombalanan Halep, cihatçıların başkenti olarak gösterilebiliyordu. Ama Avrupa’nın bir parçası olan Ukrayna ise böyle bir konumda değil. Putin’in kalkıp savaşı Avrupa’ya taşıması, Avrupa radikal sağı açısından en azından şimdilik kabul edilebilir veya savunulabilir değil.

Az önce Ukrayna işgalinin Avrupa’daki bazı radikal sol yapılar açısından da negatif sonuçlar yaratacağını söylerken neyi kastediyordunuz?

Şimdiye kadar Avrupa’daki radikal sol NATO’yu, Amerika’yı suçlarken, her şeye rağmen Rusya’nın direniş cephesinde yer aldığını dile getiriyordu. Mesela Fransa’daki radikal solun liderlerinden birisi olan Jean-Luc Mélenchon bütün saldırıların Avrupa ve Amerika’dan geldiğini, Çin ve Rusya’nın hiçbir zaman, hiçkimseye saldırmadığını söylemişti. Rusya’yı merkeze koyan bu anti-emperyalizmin artık Putin’i veya Rusya’yı savunabilmesi, Ukrayna işgaliyle birlikte çok zorlaştı.

SAĞ VE SOL BİRBİRLERİNE ALTERNATİF PROGRAMLAR GELİŞTİRMEDİKLERİNDE ARAYIŞ RADİKAL SAĞA VE RADİKAL SOLA KAYABİLİYOR 

Az önce söylediğiniz üzere bu zorluklar radikal sağ ve radikal solun tabanları açısından değil, ideolojik referanslar açısından söz konusu. Putin’in Ukrayna işgali neden en azından şimdiye kadar Avrupalı sağ seçmenin tercihini değiştirtmedi?

Bu konu araştırılmaya değer. 1979’da İngiltere’de Margret Tatcher’ın, 1981’de de Amerika’da Ronald Reagan’ınki, neo-liberalizmin seçim yoluyla zaferi olarak okunabilir. Neo-liberalizmin temelinde ise, ekonomik olarak neo-liberal siyasetlere karşı alternatif olmadığı kabulü yatıyordu. Bu perspektiften yola çıkıp insanların ekonomik geleceklerini düşünme, bu konuda karar sahibi olabilme imânlarının kalmadığını söylediğiniz zaman, artık tarihsel aktör olmanız söz konusu değil. Solun da bu neo-liberal söylemlere katılması, -ki bunu özellikle 1990’larda Almanya’da, Gerhard Schröder’de, İngiltere’de Tony Blair’de gördük- sosyal tabanının tamamen çökmesine neden oldu. Sağ ve sol birbirlerinden ideolojik olarak ayrılmadığında, birbirlerine alternatif programlar geliştiremediklerinde, her ikisi de ekonomiyi, siyaseti, toplumu teknokratik ve bürokratik bir perspektiften yola çıkarak ele aldıklarında, kaçınılmaz olarak alternatif arayışı radikal sağa veya radikal sola kayabiliyor. 

Radikal sol derken neyi kastediyorsunuz?

Enternasyonalist değil, egemenlikçi, milletin her şeyden önce geldiğini söyleyen bir soldan bahsediyorum. O yüzden bana göre şu anda da söz konusu olan şey, 1979 sonrası Avrupa’nın ve Batı ülkelerinin yaşadığı krizdir. Bu kriz her şeyden önce siyasetin karar verme düzeyinde geliştirilememesiyle ilgili. Diğer yandan böylesi tıkanık bir dönemde radikal sağın kozmopolitizmi suçlaması, elitleri milletlerine yabancılaşan hain bir katman olarak değerlendirmesi, buna alternatif olarak da Amerikan, Avrupalı beyaz erkekliği savunması, dışarıdan gelen her şeyi tehdit olarak görmesi söz konusu. 

BATI AVRUPA’DAKİ RADİKAL SOL ENTERNASYONALİZMİ REDDEDİYOR

Bu radikal sol için geçerli değil ama…

Aslında kısmen radikal sol için de geçerli. Elbette radikal sol ırkçı değil. Radikal sol, erkek egemenliğine dayalı milletin içine kapanması gerektiğini savunan bir pozisyonda da değil. Ama radikal sol da, aynı zamanda millet dışından gelen alternatiflerin tümünün, kozmopolitizmin bir tehlike olduğu savunusu içinde. Bazı Avrupa ülkelerinde radikal sol aynı zamanda enternasyonalizmi reddediyor ve neo-libaralizm eleştirisinin aynı zamanda enternasyonal bir boyuta sahip olduğunu görmüyor. Bu nedenle de kolaya kaçıp demagojiye kayıyor ve Amerika’yı her şeyin sorumlusu olarak gösteriyor. Amerika’ya karşı örneğin Venezuela’daki Madura diktatörlüğünü veya Nikaragua’daki Daniel Ortega diktatörlüğünü savunmak gibi örneklerle bu nedenle karşılaşabiliyoruz.

Öyle değil mi zaten?

Amerika’yı geçmişte emperyalist veya bugün emperyalist siyasetlere sahip olduğu için eleştirmekten çok, Amerika’ya karşı olan her türlü siyasetin savunulması söz konusu. Buradan yola çıkılınca demokrasi ve anti-demokrasi arasındaki fark yok ediliyor. Böylesi bir solun yarın Türkiye’deki bir diktatörlüğü de sırf ABD karşıtı olduğu için desteklemesi söz konusu olabilir. Şu anda koşullar 1920-30’lardakiyle tümüyle değişik ama kolonyalizmin, emperyalizmin söz konusu olduğu o dönemde demokrasilerle anti-demokrasiler arasındaki mücadele en önemli hususlardan biriydi. O zaman da demokrasilerle anti-demokrasilerin eş tutulmaması gerekiyordu. Fakat yine o dönemde bazı radikal sol akımlar, sosyal demokrasiyi sosyal faşizm olarak görüyor, sosyal faşizmle Nazizm arasında fark olmadığını dile getiriyordu. 

Peki şu andaki siyasi tıkanma nasıl bir perspektifle aşılabilir?

Her şeyden önce demokrasiyle anti-demokrasi arasında ciddi bir farklılık olduğunu vurgulamak ve bu konuda net bir hat çizmek gerekiyor. 

PUTİNİZM NAZİZMDEN GELEN, RUS KARŞI-DEVRİMCİLİĞİNE DAYANAN BİR SENTAKS

Putinizmin toplumsal, siyasal, iktisadi dayanaklardan yoksun olduğu için Ukrayna işgalini daha şimdiden kaybettiğini söylediniz. Benzer bir hezimet Fransa, Hollanda gibi ülkelerde yükselişte olan radikal sağ açısından da geçerli mi? Yahut Avrupa’nın bundan sonra yola nasıl devam edeceğini öngörüyorsunuz?

Bir kere Avrupa’daki sağ irredantist, yani kaybedilmiş olan bir imparatorluğu işgal yoluyla yeniden kurma projesine sahip değil. Keza mevcut Avrupa radikal sağı, 1930’larda Alman radikal sağının savunduğu “Lebensraum” (yaşamsal saha) gibi bir kavramı kullanacak durumda değil. Oysa Putinizm bugün çok açık bir şekilde Nazilerin “Lebensraum” argümanını Rusya için kullanıyor, Rusların “yaşamsal sahasından” söz ediyor. Putinizmin büyük ölçüde Nazizmden gelen, aynı zamanda 19. yüzyıl Rus karşı-devrimciliğine dayanan bir sentaks. Dolayısıyla bugün, bu tür argümanları Batı Avrupa’da kullanmak mümkün değil. Almanya’nın kalkıp da “ben yaşamsal bir saha istiyorum, bu yüzden Polonya’yı, Ukrayna’yı, Rusya’yı yeniden işgal edeceğim” demesi söz konusu değil. Bugün Macaristan “ben tarihin bir kurbanıyım” diyor, tarihin restorasyonundan bahsediyor ama komşularını işgal etmek gibi bir projeye sahip değil. Öte yandan şimdiye kadar Batı Avrupa’da, en azından dört ülkede radikal sağın koalisyon üyesi olarak iktidara gelebildiğini de not etmek gerekiyor.

SOLUN NEO-LİBERALİZMİ REDDEDEREK YENİ BİR SİYASİ TAHAYYÜL GELİŞTİRMESİ GEREKİYOR

Hangi ülkeler?

Avusturya, İtalya, Danimarka ve Hollanda’da. Buralarda demokratik kurumsallık yine de ayakta kalabildi. Fakat bunun ne kadar devam edebileceğini bilmiyoruz. Eğer mevcut siyasi tıkanma ağırlaşır veya devam ederse, sonuçları ne olacak, öngöremiyoruz. 

Avrupa’da sürekli radikal sağın yükselişinden söz ediyoruz. Peki radikal sağın yenilgi aldığı örnekler yok mu?

Var tabii, radikal sağın bazı hallerde yenildiğini de unutmayalım. 2020’de Viyana’daki belediye seçimlerinde radikal sağ Yeşiller karşısında çok büyük bir hezimete uğradı. 2021’de İtalya’daki yerel seçimlerde radikal sağ çok ağır bir yenilgi aldı. Keza 2021’de Almanya’da birçok insan radikal sağın ciddi bir yükseliş ivmesi yakalayacağını düşünüyordu ama radikal sağ, Yeşiller, sosyal demokratlar ve liberaller arasındaki ittifak karşısında zayıfladı. Yani radikal sağın istikrarlı yükselişinden söz etmek doğru değil. Bununla birlikte Avrupa’nın önündeki en önemli konu, siyasi tıkanmaların aşılması ve siyasetin karar verme kapasitesi itibariyle yeniden tanımlanması. Demokratik, alternatif bir solun neo-liberalizmi reddederek yeni bir siyasi tahayyül geliştirebilmesi, yeni bir ekonomik ufuk açması gerekiyor. 19. yüzyılda neredeyse sağda olan Tocqueville gibi bir düşünür demokratik toplumlarda ikili bir tutkunun olması gerektiğini dile getiriyordu. 

SOĞUK SAVAŞ’TAN ÇOK DAHA CİDDİ BİR MİLİTARİZASYON SÜRECİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ

Eşitlik ve özgürlük dengesi mi?

Evet, bir tanesi eşitlik, diğeri de özgürlük tutkusu. Tocqueville, eğer eşitlik sağlanamazsa, o zaman toplumlar özgürlüklerini feda edebilir, diyordu. Şu anda söz konusu olan da budur. Eşitliğe ve özgürlüğe aynı ölçüde değer vermeyen bir demokrasi, başka ülkeler için model oluşturamaz. Radikal sağın Avrupa’da, örneğin Fransa gibi bir ülkede yükselebilmesi, eşitlik sorununun çözülmemiş olmasıyla ilgilidir.

Ukrayna işgaliyle birlikte Avrupa’da ciddi bir militarizasyon sürecinin başlayacağı öngörüleri yapılıyor. Sizin öngörünüz nedir?

Sanırım Putin, yaptığı şeyin sadece işgal olmadığını göremedi. Putin, askerlerinin iki gün içinde altı Avrupa başkentini işgal edebilme kapasitesine sahip olduğunu düşünüyordu. Ki bunların içinde Kiev yoktu; üç Baltık ülkesinin başkenti, Bükreş, Budapeşte ve Varşova vardı. Bugün yaşanan askeri hezimet, Rus ordusunun ne kadar zayıf olduğunu gösterdi. Bunun sonucunda Putin kendi kendine ikili bir tuzak kurdu. Bunlardan biri Avrupa’nın yeniden askerileşmesidir. Üstelik sanırım önümüzdeki yıllarda bu çok ciddi boyutlar kazanacak. Fakat bu aynı zamanda Rusya’nın da yeniden bir silahlanma yarışına girmesini kaçınılmaz kıldı. 

SIRF ALMANYA’NIN 2022’DE SİLAHLANMAYA HARCAYACAĞI PARA, RUS MİLLİ GELİRİNİN ONDA BİRİNDEN FAZLA

Yani yeni bir Soğuk Savaş iklimine mi giriliyor?

Soğuk Savaş döneminden çok daha ciddi bir militarizasyon olgusuyla karşı karşıyayız ve Rusya’nın bu savaşı kazanabilmesi mümkün değil. Çünkü Rusya’nın ekonomisi, örneğin İtalya’nınkinden çok daha küçük. Az önce de söylediğim gibi sırf Pentagon’un bütçesi bile Rusya’nın milli gelirinin yarısını aşıyor. Şu anda sırf 2022 için Almanya’nın silahlanmaya harcayacağı meblağ, Rus milli gelirinin onda birinden fazla. Bu tür hesapları yapamayan Putin, kendi kendini tuzağa itti. Diğer bir olgu ise Ukrayna’nın tümüyle militarize olması. Sadece Ukrayna da değil, Putin’in Rus imparatorluğunun bir parçası olarak düşündüğü Baltık ülkelerinin silahlanması da söz konusu ve bunun önüne geçilmesi mümkün değil. Dolayısıyla Rusya’yı bekleyen çok ciddi bir kriz var. Bu krizin derinleşmesini sağlayan bir diğer olgu ise Almanya’nın gelecek yıl silahlanmaya 160-170 milyar Euro haracayacak olması. Bu paranın önemli bir bölümü sivil ekonomiye de yansıyacak.

Rusya’daki sivil ekonomiye yansımıyor mu?

Hayır, Rusya’daki militer-endüstriyel kompleksin harcamaları sivil ekonomiye dönmüyor. Çünkü bu para ya oligarkların, ya bir devlet aparatının, ya da para-militer güçlerin elinde kalıyor ve topluma yansımıyor. Bu da Rusya açısından mevcut krizi daha da derinleştirecek. Bugün itibariyle Ukrayna’nın tümü işgal edilse bile, bu olgular değişmeyecek. İmparatorlaşma hevesinin ne kadar kısır bir tahayyül olduğunu buradan görebiliriz. Yunan mitolojisinde Kairós ve Kronos karşılaştırması var.

PUTİN’E GÖRE “ERİLLİĞİNİ YİTİRMİŞ, KADINLAŞMIŞ BATI’NIN” SAVAŞMA, DİRENME GÜCÜ YOKTU

Nasıl bir karşılaştırma bu?

Kronos müesses nizamın, tarihin tanrısı. Kairós ise fırsatın tanrısı. Fırsatı kullanarak tarihi ya da müesses zamanı yok edebilendir Kairós. Fakat Kairós’u bu şekilde kullanıp Ukrayna’yı fethedebileceğinizi, buradan yola çıkarak 19. yüzyılda, 1848’de olduğu gibi Avrupa’nın hakimi haline gelebileceğinizi düşündüğünüz zaman, ciddi bir krizle karşı karşıya kalırsınız. Rusya 1848’de Avrupa’da yaptığını bugün yapmak istedi ama başaramadı. 

Sahiden Putin’in bütün bunları hesap etmediğini kabul etsek bile, onun bu hesabı yapmasına mani olan şey neydi?

Bunun bir sürü nedeni var ama yine Yunan felsefesine başvuralım. Yunan felsefesinde Hubris, kibirden kaynaklı koşulsuz ve sınırsız güç tahayyülüdür. O yüzden Yunanlılar, Hubris’in Nomos’la, tevazuyla, itidalle dengelenmesi gerektiğini söylerler. Putinizmde bu denge mekanizmaları ortadan kalktı. Rusya 2008’de Gürcistan’a saldırdı, kimse bir şey yapmadı. 2013-14’te Kırım’ı ilhak etti, Donbas’a yöneldi, kimse bir şey yapmadı. 2015’te Halep’i bombaladı, kimse bir şey yapmadı. 2013’te Obama Suriye’ye müdahaleyi reddettiğinde Putin’in söylemi çok açıktı: “Batı, erilliğini, onurunu, şerefini kaybetmiş durumda” diyordu. Putin’e göre “kadınlaşmış bir Batı’nın” savaşma, direnme gücü yoktu.

HUBRİS’İN BEDELİ NEMESİS

Gerçekten bunları söyledi mi Putin?

Putin’in bu konuda bir değil, iki değil, onlarca konuşması var. 2021 yılı boyunca Putin daimi bir biçimde “Merkez bankamızda 640 milyar dolarlık rezervi var” diyordu. Hatta bir keresinde “Biz Türkiye değiliz” demişti. Oysa 640 milyar dolar iki günlük bir savaşa yetebilecek bir rezervdi. Dolayısıyla “Hubris” olgusu Putin’in hesap yapmasını engelledi. Fakat eski Yunanlılar şunu söylüyordu: Hubris’in bedeli Nemesis’tir. Yani tanrıların kibre karşı kestikleri ceza. Ayrıca iktidarın iç denge ve kontrol mekanizmalarını yok etmesi, Putin’in hatasını kaçınılmaz kılıyordu. 

Ama denge ve kontrol mekanizmalarını yok etmesi, askeri olarak Putin’in hamle yapma kabiliyetini artırmış görünmüyor muydu?

Doğrudur. Fakat denge ve kontrol mekanizmaları bir rejimin rasyonalitesini korumasını sağlar. Ama otoriter rejimlerde bu mekanizmalar söz konusu olamıyor. Dolayısıyla liderin manevra sahasını daraltabilecek, onu dengeleyebilecek, kontrol edebilecek mekanizmalar olmayınca, iş liderin doğru veya yanlış hamlelerine kalıyor. Bunlar Türkiye’de olduğu gibi Rusya’da da deneyimlendi. Rusya’da da çok ciddi bir müessesesizleşme yaşanıyor. Çünkü otoriter rejimlerde müesseseler lider-millet birliğini engelleyen kurumlar olarak değerlendiriliyor. O yüzden Rusya’da bu mekanizmalar yok edildi ve ardından rasyonalite kaybı yaşandı. Türkiye’deki ekonomik krizin yönetimine baktığımızda bile, müesseselerin, denge-denetleme mekanizmalarının yok edilmesinin nasıl büyük bir rasyonalite imhasına neden olduğunu görebiliyoruz. 

Bu rasyonalite kaybını 1920’lerle, 30’larla mukayese etmek ne kadar doğru?

Elbette bugünkü koşullarla 1920 ve 30’lar arasında karşılaştırma yaparken çok dikkatli olmak gerekiyor. Ama o dönemlerde de filozofların araştırıp çözemedikleri en önemli meselelerden biri rasyonalitenin imhasıydı. Filozoflar Georg Lukács’ın, Erns Bloch’un, Ernst Cassirer’in çalışmalarında bu konu var. Keza Frankfurt Okulu’nun ortaya çıkmasında rasyonalitenin imhası tartışmaları belirleyici olmuştur. 1920’li, 30’lu yıllarda hemen tüm Alman filozofları rasyonalite kaybının nasıl mümkün olduğu sorusu üzerine düşünmüşlerdi. Bugün de benzer şeyi yaşıyoruz. 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.