Hasbey Köksal: Dünyayı avuçlarımda hissediyorum
.
Röportaj: Mümin Ağcakaya - Tigris Haber
İlkokula başladığında Türkçe bilmediğinden dolayı, birinci sene pencereden dışarı bakarak sadece hayal kuran, ikinci sene Türkçe konuşmayı üçüncü sene de okumayı ve yazmayı öğrenerek ikinci sınıfa geçen emekli öğretmen Şair Hasbey Köksal’ın ilginç öyküsü.
1957 yılında Dersim’in Mazgirt ilçesi Kızılkale (Dırbant) köyünde doğan Hasbey Köksal’ın babasının memuriyetinden dolayı ilkokulu Elazığ’da ortaokul ve Liseyi Ankara’da okur. Ankara Eğitim Enstitğsünü bitirdikten sonra öğretmen olarak birçok ilde görev alır. Öğretmenlikten emekli olan şair Hasbey Köksal’ın ‘Süvariler Aktı Dicle Üzerinden Fırata Doğru’ şiir kitabı ve Kürtçe dörtlüklerden oluşan ‘Kilamên Bêdeng’ kitabı bulunmaktadır.
Babasının memuriyet görevinden dolayı Elazığ’da ilkokula kayıt için babasıyla birlikte okula giderler. Eğitim macerası da böylece başlamış olur. Hasbey’in özellikle ilkokul birinci sınıfı oldukça sıkıntılı geçer. Babası onu okula kayıt ettirmek için götürdüğünde hiç Türkçe bilmediği için babasıyla öğretmeni arasında geçen konuşmadan hiçbir şey anlamaz. Kendi anlatımıyla ilk travması başlar. Üç senede ancak bitirebildiği birinci sınıfın öyküsünü ve kendisinde nasıl bir travma yarattığını şair Hasbey Köksal şöyle anlatıyor;
İlkokul birinci sınıfı üç sene üst üste okudum
“Ben ilkokul birinci sınıfı üç sene üst üste okudum. Bu ilginç. Söylendiğinde gülünüyor. İnsan birinci sınıfta üç sene üst üste kalınır mı diye?
İlk büyük travmamı nasıl yaşadım?
Babamla birlikte kapıdan içeri girdiğimde sınıfta uzun boylu, saçları kulak memesi hizasında kesilmiş, ince bacaklı bir öğretmen vardı. Tahtanın önünde duruyordu. Babam Türkçe bir şeyler söyleyerek beni gösterdi. Daha sonra babam eğilerek kulağıma;’Haydi oğlum, öğretmenini dinle, kurallara uy.’ Dedi ve gitti. Öğretmen bana ismimi sordu. İsmin ne dedi. Öğretmenin bana sorusunda sadece ismi kelimesini biliyorum. Anladım ki; öğretmen bana ismimi soruyor. Ben de ismimi söyledim. Öğretmen uzun bir cümle kurdu. Öğretmenin konuşmaları içinde sadece ‘köy’ kelimesini anladım, gerisini bilmiyorum. Öğretmen Türkçe bilmiyor musun? Sorusunda sadece Türkçe kelimesini biliyorum ama ‘musun’u anlayamadım. Bunun üzerine öğretmen; ‘Türkçe bilmiyor, tamam arkaya git otur.’ Diyerek, beni götürüp en arka sıraya oturttu.
Sınıfta Kürtçe bilen öğrenciler okulun bahçesinde kulağıma sessizce sakın Kürtçe konuşma öğretmen döver dediler. Ben şok oldum. Kürtçe konuşmamaya başladım. Bahçede arkadaşlarımızla Kürtçe konuşuyoruz ama okulun içine girdikten sonra Kürtçe konuşmuyoruz.
Bir yıl boyunca öğretmenim benimle ilgilenmedi
Bir yıl boyunca ne öğretmen benimle ilgilendi ne de ben öğretmenle ilgilendim. Ama ben her gün düzenli bir şekilde çantamı alıp yağmur çamur demeden okula gittim. Arka sırada oturdum. O sene ne okuma ne de yazma öğrenemeden, pencereden dışarıyı seyrede seyrede, hayal kura köydeki yaşantımı, ceviz ağacının serinliğini, bahçede gezmeleri, kar yağdığı zaman oynadığımız oyunları hayal ettim. Veya kendi kurguladığım çocuk dünyamda; gökyüzüne çıkıyor, yıldızlarla arkadaşlık kuruyor, sularda yüzüyordum. Bir yıl boyunca pencereden dışarı bakarak böyle hayaller kurarak geçirdim. Sonuçta sınıfta kaldım.
Yaşadıklarım hayal dünyamda büyük etki yarattı
Bu yaşadıklarım benim hayal dünyada çok büyük bir etki yarattı. Şimdi yıldız denildiği zaman neyi çağrıştırdığını ben o günlerden hatırlıyorum. Su dendiği zaman, gökyüzü dendiği zaman oradaki hayal dünyam birinci sınıftaki yaşadıklarıma gidiyor. Tabi ki bu hayallerim Türkçe bilmediğim için hep Kürtçeydi.
Bunun yansımasını ben Ankara’da Lisede okurken coğrafya hocamız bir gün sınıfta nerelisiniz. Kürtçe biliyor musun? Dedi Evet dedim. Peki, bize Kürtçe bir türkü söyler misin? Dedi. Ben söylemem dedim. Niye söylemiyorsun dedi. Ben burası resmi bir yer söylemiyorum dedim. Yani söyleyebilirdim ama söylemedim.
Üçüncü yıl yazma ve konuşmayı öğrenerek sınıfı geçtim
İkinci yıl Türkçe konuşmayı öğrendim. Biraz hayal biraz Türkçe öğrenme çabası içinde geçti. Ama yazmayı öğrenemediğim için yine sınıfta kaldım
Üçüncü yıl çok iyi bir öğretmenimiz vardı. Bana okuma yazmayı öğretti. Benimle ilgilendi. Ondan sonrada hiç ara vermeden üniversiteye kadar devam ettim.
Birinci sınıfta o öğretmenin tavrı bende, hem Türkçeye, resmiyete büyük bir antipati hem de büyük bir merak uyandırdı. Bu dil nedir? Nasıl bir şeydir? Diye. Nasıl söylenilir? Nasıl Türkçe düşünülür? Bunlar hep kafamda sorduğum sorular oldu. Ben Kürtçe suyun akışını çok rahat bir şekilde anlatıyorum. Su nasıl akıyor? Nasıl ses çıkartıyor, nasıl girdap oluşturuyor bunları rahat bir şekilde anlatıyorum ama Türkçe nasıl anlatılır merakı içinde idim. Bu dili konuşanlar bunu anlatabiliyorlar. Bu resmi atmosfer nedir? Yine bir kırılma noktası, babam beni birinci sınıfa götürdüğü zaman okulun bahçesinden girer girmez şapkasını çıkarttı. Önünü ilikledi, şapkasının eline aldı. O resmiyetle biz öğretmene kadar gittik. Nedir bu dedim. Evimize dede geldiği zaman kimse önünü iliklemezdi. Şapkasını da çıkarmazdı. Dedeye hoş geldin der, oturturlardı. Sıcak bir atmosfer içerisinde konuşulurdu. Sadece kadınlar ağız kısmını kapatırlardı. Ama biz öyle bir yere gittik ki, babam önünü ilikledi, şapkasını eline aldı. Evin bir otoritesi olarak gördüğüm babamın bu durumu o zaman çok dikkatimi çekmişti.
Elazığ şivesiyle tarih anlatımım, sınıf gülmekten yerlerde
İlkokulu bitirdikten babamın tayini dolayısıyla Ankara’ya gitmek zorunda kaldık. Ankara’da başka bir travmayla karşılaştım. Öğrendiğim Türkçe Elazığ yöresine göre konuşulan Türkçeydi, o tarz konuşma burada garip karşılanıyordu. Bir girdabın içerisine girdim. Elazığ’da öğrendiğim, konuştuğum Türkçe kendimizi anlatmada idare ediyordu. Ama Ankara’da başka bir Türkçeyle karşılaştım.
Kurtuluş Ortaokuluna devam ediyorum. Bir gün dersime çok çalışıp kalkıp anlatacağım dedim. Derste parmağımı kaldırıp dersi anlatayım diye söz istedim. Dersimizin konusu İskitlet, Vizigotlar ve Ostrogotlardı. Evde derse çalışmış, konuyu iyice ezberlemiştim. Tahtaya anlatmak için çıktım. Başladım anlatmaya;’ Vizigotlar geliyi, Ostrogotlar bunu yapıyi’ diye anlatmaya başladım. Öğretmenim ve öğrenciler sesini çıkarmadan dinlediler. Konuyu bitirdikten sonra hocam;’ Sen ne biçim anlattın. Bu ne biçim dildir, sen nereden geldin, Türkçe bilmiyor musun?’ Otur yerine deyince, tabi sınıf gülmekten yıkılıyor. Tabi kıpkırmızı oldum. Kendi kendime; ‘Bu ne iştir başıma geliyor.’ diyorum.
Bir edebiyat öğretmenimiz vardı, aynı zamanda müdür yardımcısıydı. Bir haftalığına dersimize girdi. Sınıfta yaptığımız bir yaramazlıktan dolayı bizi odasına çağırdı. Ben Elazığ şivesiyle konuşunca güldü. ‘Sen bundan sonra her hafta cuma günü ders bittikten sonra, seninle dil üzerine çalışalım, böyle olmaz’ dedi. Tamam, hocam dedim. Öğretmenim bana dört beş ay hem güzel yazı yazmayı hem de diksiyon olarak konuşma eğitimi verdi. Eğitimden öteye bana bir öz güven kazandırdı. Bana okumam için kitaplar önerdi.
Ankara Kurtuluş Ortaokulu bir ve ikinci sınıfı böylesine sıkıntılarla geçtim. Dil biraz uydurmaya çalışıyorum ama ister istemez Elazığ şivesine kaçıyordu.
Ankara Kurtuluş lisesine gittiğimde deyine çok değerli bir edebiyat öğretmenimin bana önerdiği kitapları alarak okuyordum. Ama evde babam ne bunları ne okuyorsun dersine çalış diye karşı çıkıyordu. Tarih kitabının içine romanı koymuş okurken babam geldi. Bana; ‘Okuman pek tarih kitabı okumaya benzemiyor.’ Diyerek kitabı elimden alınca, kitabın içinden roman düştü. Babam küfretti. ‘Niye dersine çalışmıyorsun’ dedi. Bütün bunları yaşarken dil iyi olmaya başladı.
Lisede Türkçede dilin yapısını öğrendim. Lisede panoya ben de bir şiir yazdım. Edebiyat öğretmenimiz; ‘Sen bu mantıkla yazmışsan kendini köreltme’ dedi. Öykü de yazmaya başladım. Lise son sınıfta tiyatro, şiir, edebiyat günlerine gitmeye ve bu dünyayı anlamaya çalıştım. Yerli yabancı kitaplarla da yoğun olarak ilgilenmeye başladım.
Edebiyata ne zaman başladınız?
Edebiyatla ilgilenmem lise yıllarında başladı. Kendince birtakım küçük şiirler, denemeler yazıyordum. Öğretmen olduktan sonra yazım çalışmaları daha fazla yoğunlaştı.
Mezun olduktan sonra, öğretmen olarak, Ordu Korgan ilçesi Çamlı Köyüne atandım. Köyün doğası harikaydı. Şiirler yazmaya devam ettim. Öğretmen arkadaşlarım beğeniyordu. Dergilere yazı göndermeye başladım. Başta kısa öyküler, bir takım şeyleri eleştirme biçimindeydi. Daha sonra şiire yöneldim. O zamanın popüler olan dergilerine yazılar yazmaya başladım. Şiirlerim yayınlandı. Yarın, Yeni Olgu, Damar gibi dergilerde şiirlerim yazıların yayınlandı.
Şubat tatilinde Ankara’ya geldim. Tesadüfen şair Adnan Yücel’le tanıştım. Kendisine benim de bu tür çalışmalarımın olduğunu söyledim. Bakalım dedi. Gösterdim. Beğendi.
Şair Adnan Yücel bir sohbetimizde bana ; ‘şiir yazdığında kendini nasıl hissediyorsun?’ Diye sorunca bende; ‘Dünyayı avuçlarımın içinde hissediyorum.’ Dedim. Adnan Yücelin; ‘Çok güzel sen eğer egemen olmuşsan bu düşünceye başarılı olursun. Başarılı olma ünlü olma şeklinde değil. Kendi dünyanı rahatlıkla şiirde ifade edebilirsin, şiirini ortaya çıkartabilirsin.’ Diyerek yazmam konusunda beni sürekli teşfik etti.
Şair Özgen Seçkinle tanıştım. Ankara Yayın Kooperatifini kuruyorlardı, ben de o kurucular içinde yer aldım. Parası olmayan varsa onların kitaplarını çıkarmayı amaçlıyordu.
Sonra Diyarbakır’a tayinim çıktı. İlk kitabım, İkinci kitabım çıktı. Şimdi Kürtçe öykülerden oluşan üçüncü kitabımı hazırlıyorum.
Şiir kendi dünyası içinde asidir
Edebiyatla ilgilenmemin temel nedenleri, okumayı çok seven biri oldum. Okumak bir tutku oldu benim için. Yerli ve yabancı yazarlardan klasikleri okumak beni cezp ediyor ve hayal dünyamı etkiliyordu. Bu durum ister istemez yazmaya yöneltiyor. Bir dilden ikinci bir dile geçişin yalpalaması da olabilir. Bir dilde yaşanmışlığın var sonra ikinci bir dile geçiyorsun ve orada başka bir dünya. Birincisi yaşanmışlığın olduğu dil ikincisi öğrenmiş olduğun dil ve o dilde anlatılan birçok şey ruh dünyanda büyük yankılar oluşturuyor. Bu çalkantı ister istemez seni kendini anlatmaya götürüyor. Başta büyük sıkıntılar çekiyorsun. Çünkü sende iki düşünce yapısı oluşuyor. Ana dilin olan Kürtçeyle düşünme sonradan öğrenmiş olduğun Türkçe ile düşünme bu iki yapıyı bir ortamda bir sentezde bir noktada birleştirmek zorundasın. Bu ya konuşmayla ya da yazmayla olabilir. Ben yazmayı tercih ettim. Yazma o ruh dünyanı rahatlatabiliyor, kendini anlatabiliyorsun. Dolayısıyla şiir bana daha yakın geldi. Çünkü şiir kendi dünyası içinde asidir. Kurallara başkaldıran bir anlatım şeklidir. Ruh dünyamın biçimlenmesinde yaşadığım coğrafyanın ve sosyal olayların etkisi çok önemli olmuştur.
Ağıtla halay çekmek nasıl bir ironi?
Acılı ve yoksul bir coğrafyada yetişmiş olmanın, insanın ruh ve düşünce yapılanmasında anne, baba, dede ve dayıların yaşadıklarının anlatımını dinleyen bir çocuğun ruhsal dünyasında etkisinin olmaması mümkün değildir. Yaşanan acıların insanın iç dünyasında çok büyük etkisi olmaktadır ve bu öykülerle büyüyorsun. Etrafınıza; ırmağa, taşa, toprağa, kayalara baktığınız zaman anlatılanlar daha dünde yaşanmış gibi gözlerinizin önünde canlanıyor.
Bu muazzam bir travma, şaşkınlık ve anafor oluşturuyor sende. Gidiyorsun Munzur’un kıyısına, ya da Harçik’in kıyısına, gidiyorsun Peri Çayının kıyısına o doğal güzelliğin içerisinde bir acı hıçkırık geliyor boğazında düğümleniyor. Ama insanlar acıya takılıp kalmıyor. Hayat devam ediyor. Bunu en iyi düğünlerde göstermektedir. Düşünebiliyor musun düğün sevinçtir. Ama düğünde ağıtlar söyleniyorsa ne diyebilirsiniz. Bu nasıl bir ruh dünyasıdır? Bu nasıl bir ironidir? Bu hayata nasıl bağlanmadır? Ağıtla halay çekiliyor. Bu halay sevinçten değil. Acıyla sevinç öyle bir iç içe geçmiş ki ayırt edemiyorsun. Bu durum şunu da gösteriyor; acı ve sevinç yaşamın bir bütünselliğini gösteriyor. Acıya yenik düşmemeyi, her şeye rağmen yaşamı esas alan bir hayat tarzı olarak anlamak gerekiyor.
Cenazede davul ve zurna
Bir ilginç olayı daha anlatayım. Davul ve zurna. Bu enstürmanlar genel olarak düğünlerde ve orkestralarda müzik aletleri olarak kullanılmaktadır. Gerçek ama davulla zurnanın cenazede ne işi var diye sormaz mı? O kadar ki davulla zurnayla cenaze kaldırılıyor. Şimdi bu gelenek kalmadı ama bir gelenekti. Berzavece denilen yani evlilik çağında olup da genç yaşlarda öldüklerinde; cenaze toprağa verilene kadar davulun ağır ağır çalmasına, zurnanın tiz çığlığına kadınların, erkeklerin çığlıkları söyledikleri ağıtlar karışırdı.
Bu müthiş dram ve acının geldiği kaynak o coğrafyada yaşanmışlıklardır. Bunların hepsi biriktiği zaman müthiş bir acı, müthiş bir direnç ve müthiş bir yaşam sevinci ortaya çıkar. Bunların hepsi senin ruh dünyan üzerinde etki yapmaktadır.
Şiiri seçtim
Acıyı yaşamak yaşamının bir parçası haline gelmiş. Yaşamın içinde gülmek de, sevinç de vardır. Binlerce yıldır devam eden gelenek ve göreneklerin de vardır. Bunların hepsini ruh dünyanda bir araya getiriyorsun. Bu taş olsa erir. Bir söz söylemen gerekiyor. Bu şiirle olur, romanla olur, öyküyle, resimle, şarkılarla olur. Ben de şiiri seçtim.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.