Hitler Üzerine Notlar – 2
.
Vahap Coşkun / Serbesiyet
Üstünkörü bir yaklaşım, Hitler’i mutlak bir fırsatçı ve içgüdülerine dayanarak yol alan bir politikacı olarak betimler. Oysa Haffner’e göre “Hitler, asla bu değildir.” Hitler, salt pragmatist bir politikacı olarak anılmak istemez, tersine bir siyasi düşünür ve bir hedef belirleyici olarak tarihe geçmeyi arzular. Bir başka ifadeyle o, “Hitlerizm’in sadece Lenin’i değil Marx’ı olmayı” hedefler.
Uzunca bir süre görmezlikten gelinse de Hitler’in siyasi bir dünya görüşü vardır. Özgün bir yan barındırmayan ve başkalarından aldığı ilkeleri kışkırtıcı ve yıkıcı bir yorumla ambalajlayan bu dünya görüşü dört noktada özetlenebilir:
Bir: Tarihe sınıflar, dinler ya da devletler arasındaki mücadeleler yön vermez; tarihi belirleyen asıl güç, uluslar ve ırklardır. “Devlet, prensip olarak amaca ulaşmak için bir araçtır ve amacı olarak insanlarının ırksal mevcudiyetlerinin korunmasını telakki eder.”
İki: özü itibariyle politika, savaş ve savaş hazırlığıdır. Bu savaş, her şeyden önce bir ulusun Lebensraum’unu, yani yaşam alanını oluşturmak ve korumak amacını güder. Yaşam alanı sınırlı olduğu için uluslar, sürekli bir yaşam savaşının içinde bulurlar kendilerini. Evrensel bir doğrudur bu, bütün uluslar ve hatta bütün canlılar için geçerlidir. Velhasıl Hitler’in politika tasviri, içte ve dışta “kavga” üzerine oturur:
“Politika bir ulusun dünyadaki mevcudiyeti için verdiği yaşam savaşının yürütülmesi sanatına verilen isimdir. Dış politika bir ulusa, gerekli büyüklükte ve kalitede yaşam alanını her zaman temin etme sanatıdır. İç politika bunun için gerekli olan gücü ulusa, ırksal değeri ve sayısal büyüklüğü açısından sağlama sanatıdır.” (s. 110.)
“İnsanlığın öncü savaşçısı”
Üç: Uluslar arasında hiçbir zaman bitmeyecek olan bu savaşın nihai meselesi, dünya hâkimiyetidir. Hitler, daha 1930’da yaptığı bir konuşmada bunu çok sarih bir dille ifade eder: “Her canlı hâkimiyet alanını büyütmeyi, her ulus dünya hâkimiyetini hedefler.” Ulusların daimi mücadelesi iyidir; çünkü gelecekte insanların karşısına büyük dertler çıkacak ve işte o zaman bu dertleri bertaraf etmek için “yerkürenin bütün imkân ve araçlarını kullanacak en yüce bir ırk, efendi ulus olarak görevlendirilmiş” olacaktır.
Elbette bu “efendi ulus olarak görevlendirilen en yüce ırk” olmak gibi ayrıcalıklı bir kimliği edinmek için, kaçınılmaz olarak bir işin yapılması gerekir: Kendini ırksal olarak temizlemek. Kavgam’da Hitler, “dünya üzerinde hak ettiği pozisyonu kazanmak zorunda olan” Almanya’ya izleyeceği rotayı bildirir:
“Irk zehirlenmesi devrinde, kendisini en iyi ırksal öğelerinin korunmasına adayan bir ulus günün birinde mutlaka dünyanın efendisi olacaktır.” (s. 111)
Ve dört: Anti-semitizm. Irkı saflaştırmak gayesiyle Hitler anti-semitizme demir atar. Hitler, beyazlar, siyahlar ve sarılar gibi gerçek ırksal farklılıklara dönüp bakmaz. O, beyaz ırkın içindeki mücadelelerle alakadardır. Beyaz ırkın içinde Yahudiler ile diğerleri arasında bir savaş yaşanır. Kuşkusuz diğerleri kendi aralarında da çatışırlar ama Yahudiler bahis konusu oldu mu hepsinin onlara karşı yekvücut olması icap eder. Çünkü Yahudilerle olan mücadelede konu, yaşam alanı değildir, bizatihi yaşamın kendisidir. Çünkü Yahudi, herkesin düşmanıdır; o nedenle bütün insanlık Yahudileri yok etmek için bir araya gelmelidir.
“Gerçekten Hitler Yahudilerin yok edicisi olma niteliğiyle kendisini, kesinlikle münhasıran bir Alman siyaset adamı olarak görmüyordu, aksine o bütün insanlığın öncü savaşçısıydı. ‘Yahudi’ye karşı direnerek Tanrı’nın eseri için çarpışıyorum.’ Siyasi vasiyetinde ‘enternasyonal Yahudiliği’ ‘bütün ulusların dünyasını zehirleyenler’ olarak tanımlarken, son günlerine yakın, 2 Nisan 1945’te yazdırdığı Bormandiktat’ı da şu kelimelerle kapatır: ‘İnsanlar Almanya ve Orta Avrupa’daki Yahudiliğin kökünü kazıdığım için nasyonal sosyalizme sonsuza dek müteşekkir kalacaklar.’ Burada Hitler tam anlamıyla kendisini insanlığın mutluluğuna adamış bir enternasyonalist gibi görünüyor.” (s. 115)
Hitler, Yahudilere hiçbir çıkış yolu bırakmaz. Varlıkları zaten başlı başına bir felakettir. Oldukları şeyden çıkıp başka bir şeye dönüşmeleri, mesela din değiştirmeleri veya başkalarıyla karışıp melezleşmeleri de bir çözüm olamaz. Hatta bu daha tehlikelidir; çünkü Arilerin saflığını bozup mücadele azimlerini düşürürler. Dolayısıyla her halükârda Yahudilerin kökleri kurutulmalıdır.
Haffner, Hitler’deki bu özel Yahudi nefretinin ancak “klinik bir fenomen” olarak ele alınabileceğini söyler. Zira Hitler’in bu nefreti temellendirmek için başvurduğu “bütün Arilerin yok edilmesini amaçlayan evrensel Yahudi komplosu” argümanı, bir yanılgı falan değil, apaçık “paranoyak bir cinnettir.”
“Hatta o bile değildir, çok önceden planlanarak taammüden işlenecek bir cinayetin hezeyanlı bir rasyonelleştirilmesidir sadece.” (s.130)
“Doğudaki dev imparatorluk çökmeye hazır”
Hitler bu baştan aşağı paranoyak siyasi görüşüyle dünyayı temelinden sarsar. Ancak varmayı düşündüğü yerin tam zıddı bir yere varır. Politikayı savaş ile bir kılan ve Yahudileri yeryüzünden silmeyi takıntı haline getiren programıyla, aslında hiçbir şey başarmaz. Çünkü başarı, öncelikle, iki özelliğe sahip olmayı gerektirir:
İlki, yapıcı bir devlet yönetme sanatıdır ama Hitler, bu sanatı icra edebilecek bir sanatkârın niteliklerinden uzaktır. O, 1933-1939 arasında savaşa hazırlık bağlamında her şeyi yapar ama yapıcı bir devlet kuramaz. “Onun yarattığı bir savaş makinesiydi bir devlet değil.” Elbette devletin bir savaş makinası olur, gerektiğinde onu sahaya sürer. Ama devletin kendisi bir savaş makinasına dönüşemez, dönüşmemelidir. Çünkü devletin varlık sebebi, savaş olamaz.
İkincisi ise sabırdır ve Hitler bundan da mahrumdur. Kafasında devasa projeler tasarlar, yapmak istediği işlerin listesi uzun ama zamanı kısadır.
“En geç 1925’ten beri çok büyük bir hayalin peşindeydi Hitler: Fransa’nın hazırlık olarak devre dışı bırakılmasından sonra Rusya’nın fethedilmesi ve boyunduruk altına alınması. Ve bundan önce de gördüğümüz gibi aklından geçirdiği her şeyi ölmeden önce gerçekleştirmek istiyordu. Dolayısıyla zamanı yoktu.” (s. 146)
Hem yapıcı devlet inşa etme becerisinden hem de sabırdan yoksun olması muazzam bir yıkımı getirir. Haffner, yıkıma giden yolda iki önemli kilometre taşının olduğuna işaret eder. Biri Sovyetler Birliği’ne saldırmaktır, diğeri ise ABD’ye harp ilan etmektir.
Kavgam’da “Doğu’daki dev imparatorluk çökmeye hazır” diyeyazan Hitler, 1941 Haziran’ında artık bu tezi hayata geçirmenin vaktinin geldiğini düşündüğünden Rusya’yla kimsenin onu zorlamadığı bir savaş başlatır. İçgüdülerine güveni tamdır, bu nedenle ordusunun kış hazırlıklarının tamamlanmasını bile beklemez. Daha kış bastırmadan en kısa sürede zafere ulaşacağına emindir çünkü. Ancak kış bütün planını boşa çıkartır, Alman ordusu ilk ağır yenilgisini alır, Hitler’in yenilmez ve durdurulamaz olduğu düşüncesi yıkılır.
“Kendi mezarını kazmak”
Rusya bozgununun ardından Hitler, hayati bir daha hata yapar ve ABD’ye savaş ilan eder. Delice bir karardır bu; çünkü bütün rakipleri arasında Hitler’le bir savaşı gerekli gören ve bunu tereddütsüz bir şekilde isteyen tek kişi ABD Başkanı Roosevelt’tir. Lakin kendi kamuoyundaki savaş karşıtlığıyla mücadeleyi göze alamadığından, Roosevelt bu savaşı kendisi başlatamaz. ABD’ye savaş açarak Hitler, tam da beklediği fırsatı Roosevelt’e altın tepside sunmuş olur.
“Bu her şeyi taçlandıran ve özellikle de insanın gözüne girecek kadar sarih olması sebebiyle bugün dahi en izah edilmez hatası oldu Hitler’in, bu hatayla 1941’de kendi mezarını kazdı Führer. Sanki Rusya’ya karşı yıldırım harbinin başarısızlığa uğradığını ve dolayısıyla da nihai zaferin imkânsız hale geldiğini anladıktan sonra mağlubiyeti ister hale gelmişti ve adeta bu mağlubiyeti mümkün olduğunca mutlak ve feci hale getirme çabası içindeydi. Çünkü mağlup edilmemiş rakipler Rusya ve İngiltere’nin yanına o zaman dahi dünyanın en büyük süper gücü olan ABD de katılırsa mağlubiyetin kaçınılmaz olacağını Hitler’in dahi görmemesine imkân yoktu.” (s. 155-156)
Savaş öncesi bir yana savaş ile birlikte Nazi yönetimi büyük kitlesel suçlar işler. 2. Dünya Savaşı’nın başladığı gün olan 1 Eylül 1939’da Hitler, Almanya’daki hastaların kitleler halinde öldürülmesini emreder. 1939 Eylül’ünde Almanya’daki çingenelerin yok edilmesi için operasyon başlatılır. 1939 Ekim’inde kurban listesine Polonya’nın aydınları ve yöneticileri eklenir ve katliam beş yıl boyunca devam eder. İki ile üç yıl arasında işgal altında tutulan Rus topraklarında elitler tasfiye edilirken geri kalanlar bütün haklardan alıkonulur.
“Nihai çözüm”
Hitler en kapsamlı toplu katliamı ise Yahudilere karşı gerçekleştirir. “Yahudi ırkının Avrupa’dan kökünün kazınması” amacını, henüz Ocak 1939’da deklare eder. Ancak bütün uğraşlarına rağmen bu amacına ulaşamaz. 1942’den sonra Yahudi politikası daha korkunç bir hal alır. Zira Haffner’e göre, Hitler hep iki hedefin peşinde koşar: Avrupa’da Alman egemenliğinin tesisi ve Yahudilerin yok edilmesi. 1941 Aralık’ından itibaren ilk hedefin gerçekleşemeyeceği anlaşılınca Hitler ikinci hedefe yoğunlaşır.
“Alman orduları uzun, büyük kayıplara mal olan ve beyhude bir oyalama savaşına devam ederken trenler her gün yok etme kamplarına taşıdılar insanlardan müteşekkil yüklerini. 1942 Ocak ayında ‘Yahudi sorununun nihai çözümü’ emri verilmişti.” (s. 162)
Hitler, elinin yetişebildiği her yeri yıkar, herkese büyük acılar çektirir. Ama en büyük zararı, Haffner’e göre, Almanlara verir. Milyonlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olur. Milyonlarca insanı sersefil bir halde bırakır. Devleti çökertir, yönetimi ortadan kaldırır. Ve Haffner, onun bütün bunları bilinçli bir şekilde yaptığını, Almanya’ya kasti olarak ihanet ettiğini iddia eder. Hitler’in amaçlarını gerçekleştiremeyeceğini anladığında bunun cezasını kendi ulusuna kestiğini, dehşetengiz nefretini Polonyalılardan ve Ruslardan sonra Almanlara yönelttiğini söyler. Artık onun sınır tanımaz öldürme güdüsünün hedefinde Almanlar vardır.
Hitler, 1941’de Almanya’nın yenilme ihtimali ilk belirdiğinde, kendi ulusuna karşı da ne kadar gaddar olabileceğini gösteren tüyler ürpertici ifadeler kullanır:
“… Eğer Alman ulusu bir gün gelir de mevcudiyeti için kanını akıtacak kadar güçlü ve fedakâr olmazsa o zaman o da geçip gider ve daha güçlü başka bir ulus tarafından yok edilir. Bu durumda, Alman ulusu için tek damla gözyaşı akıtmam.” (s. 160)
Almanya’yı değerli kılan savaşı kazanması ve Hitler’in amaçları doğrultusunda ilerlemesiydi. Eğer Almanya savaşı yitirecekse ve Hitler’in kanlı hayallerini gerçekleştiremeyecekse, o zaman yıkılıp gitmesinde hiçbir sakınca yoktu. Böyle bir Almanya’ya tahammül edemezdi. Nitekim artık savaşın kaybedildiğini, Almanya’nın galip gelme ihtimalinin kalmadığını ve savaştan sonra da bir hayatın olduğunu söyleyen bütün Almanları ölüme gönderir. Halkın tamamını savaş meydanına sürmeye kalkışır, topyekûn bir halk savaşının olmayacağını görünce de doğrudan halkı cezalandırır.
“Geride kalanlar zaten değersizler”
1944’te Ruslar Almanya’da ilerlemeye başlayınca, doğuda halk kitleler halinde kaçmaya başlar, batıda ise halk yerinden kıpırdamaz, masa örtülerini ve çarşaflarını bir teslim işareti olarak asar ve Alman subaylardan da direnmemelerini talep eder. Daha açık bir anlatımla, Almanlar topraklarının hızlı bir şekilde işgal edilmesini kendileri için bir kurtuluş olarak görürler.
Halkın bu tavrı, Hitler’i küplere bindirir. Almanya’nın batısındaki bütün nüfusun, o bölgeden çıkartılması emrini verir. Generallerinin “ama bunu organize etmek mümkün değil” yollu bütün itirazlarını elinin tersiyle iter, kararında diretir.
“Almanya’nın Batı’sının bütün nüfusunu, ikmal ve iaşe olmadan, hedefsiz bir uzun yürüyüşe -ki böyle bir yürüyüşe ancak ölüm yürüyüşü denebilir- zorlama emri bile bir kitlesel katliam teşebbüsü olarak yorumlanabilir.” (s. 201-202)
Mart 1944’te bir buyruk daha yayınlar Hitler; bütün askeri ulaşım, haberleşme, sanayi ve bakım tesisleri ile Almanya sınırları içinde bulunan ve düşmanın kullanabileceği her türlü maddi değerin tahrip edilmesini emreder. Hitler’in mimarı ve aynı zamanda o dönemin Silahlanma Bakanı olan Albert Speer, bu emre itiraz eder. Hitler, bunun üzerine, emrinin gerekçesini “buz gibi bir sesle” izah eder:
“Eğer savaş kaybedilirse ulus da kaybedilmiş olacak. Alman ulusunun en ilkel şekilde yaşamaya devam etmek için ihtiyacı olan dayanakları koruma çabasına gerek yok. Tam aksine, bunları bizzat tahrip etmek daha iyi. Çünkü ulus daha zayıf olduğunu ispatladı, gelecek tamamen Doğu ulusuna ait. Bu kavga sonunda geri kalan zaten değersizler, değerli olanlar savaşta verirler canlarını.” (s. 202)
Haffner, bu emirlerin savaşın gidişatını tersine çevirmek ya da kahramanca bir mücadele vermek ile bir ilgisinin olmadığını söyler. Ona göre, iktidarı aldıktan sonra herkese kulağını kapatan Hitler’in Almanya ile kurduğu ilişki, bir at yetiştiricisinin atı için beslediği ihtiraslara benzer. Atın varlığı yarışı kazanmasına bağlıdır; kaybettiğinde o atın acı çektire çektire öldürülmesi haktır.
“Ve her şeyin sonunda Hitler, Derby’yi kazanmayı beceremediği için en iyi atının ölene kadar dövülmesini emreden, hayal kırıklığına uğramış ve hiddetli bir eküri sahibi gibi hareket etti.” (s. 208)
Dolayısıyla yüz binlerce Almanı ülkenin iç kesimlerine bir ölüm yürüyüşüne çıkartan ve ülkenin mevcudiyeti için ihtiyaç duyduğu her şeyin tahrip edilmesini içeren emirlerin de tek bir amacı olabilir. Hitler’in arzusu hilafına savaşı kaybetmek gibi ağır bir suç işleyen Almanları tamamen yokluğa mahkûm etmek ve onları savaştan sonra da hayatlarını sürdüremez hale getirmek!
“Hitler’in bu son ve artık Almanya’yı hedef alan kitlesel katliam operasyonunun sebebi sadece kahramanca bir nihai savaşa yeterince istekli olarak katılmadıkları, yani Hitler’in onlara biçtiği rolü oynamaktan kaçındıkları için Almanları cezalandırmaktı. Bu Hitler’in gözünde ölümü hak ettiren bir cürümdü ve bu yeni bir durum değildi, hep böyle olagelmişti. Kendisine dikte edilen bir rolü kabul edip üstlenmeyen bir ulus ölmek zorundaydı. Hitler hep böyle düşünmüştü.” (s. 204)
“Her dem taze”
Hitler Üzerine Notlar, bir yüzleşme kitabı; aynayı kendine ve topluma tutup olan bitenle olabildiğince nesnel bir biçimde hesaplaşma cesareti gösteren bir kitap. Bu bakımdan çok kıymetli; zira bireylerin ve toplumların geçmiş ile gelecek arasında dayanaklı köprüler kurmalarında, tarihin yüküyle yüz yüze gelmenin kritik bir işlevi var. Almanların isteseler de istemeseler de Hitler’in mirasçısı oldukların belirten Knopp, bu mirası soğukkanlı bir değerlendirmeye tabi tutmanın ne kadar hayati bir önem arz ettiğinin altını çizer:
“Hitler’in bu karanlık mirası biz Almanların sırtına yüklenmiş bir yüktür. Çünkü eğer biz onu seçtiysek gerçekten nasıl güvenebiliriz kendimize? Eğer Auschwitz’e izin verdiysek, nasıl güvenebiliriz kendimize? Hitler’in mirası, bugünle ve gelecekle önyargısız bir ilişki kurma becerisinin hâlâ kısıtlı olmasıdır. Eğer Hitler’in rehineleri olarak kalmak istemiyorsak Hitler denen bu Alman travmasıyla kozlarımızı paylaşmak zorundayız…” (s. 17-18)
Haffner’in kitabı, Hitler’le olan kozları gerektiği gibi paylaşmak için başvurulabilecek en doğru kaynaklardan biri. Çünkü kitap, “Hitler’e ve ondan kaynaklanan musibete” daha yakından bakmamızı sağlarken, hayatımızı tayin eden siyaset, hukuk, iktidar, muhalefet, liderlik, “insanın devletleştirilmesi”, faşizm, uluslararası ilişkiler, savaş ve barış gibi birçok kavram üzerinde bizi yeniden ve daha derinlikli bir düşünmeye sevk ediyor.
Knopp, “Bazı kitaplar vardır hiç eskimezler. Hitler Üzerine Notlar böyle kitaplardandır. Her dem tazedir derken, kitabın hakkını teslim ediyor.
Gerçekten -ve maalesef- Hitler Üzerine Notlar her daim tazeliğini koruyor.
* Sebastian Haffner; Hitler Üzerine Notlar, Çeviri: Hulki Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.