Hüda Kaya: Dindarlar iktidara geldikten sonra adalet kayboldu
HDP li Hüda Kaya;Roboski katliamı, benim için siyasal ve toplumsal anlamda İslamcıların maskesinin düşmesi noktasında kırılma noktası oldu.
“ROBOSKİ BENİM İÇİN KIRILMA NOKTASI OLDU”
- Sizin özelinizde böyle bir sancı yaşanmış ama İslamcı çevrelerde bu tür bir sorgulamaya girenlerin sayısı da çok sınırlı kaldı, değil mi?
Roboski katliamı, benim için siyasal ve toplumsal anlamda İslamcıların maskesinin düşmesi noktasında kırılma noktası oldu. Ben kendimi bildim bileli hep sistem muhalifiydim, hiç devletçi olmadım. Fakat dindarlar iktidara geldikten sonra gözaltıların, tutuklamaların, haksızlıkların, adam kayırmaların devam ettiğine, liyakatin, ehliyetin, adaletin kaybolduğuna, şahit olduk. ‘Bu böyle olmamalı’ diyorduk. Benim inandığım bir yönetimde, bir toplumda, inancı, düşüncesi ne olursa olsun, liyakat ve adalet esas olmalıydı. Benim inancımda, insanlıkta ve vicdanda ben bunun böyle olması gerektiğini düşünüyordum. Bakın bugün Ak Parti çevreleri şunun farkında bile değiller. Daha geçen gün Ak Parti'nin bazı ileri gelenleri ile hasbelkader selamlaştıktan sonra bir sohbetimiz oldu. Hemen bir İslami, dini bir söylemle bana bir mesaj verme, bazı şeyleri ima etme teşebbüsleri oldu. Benim direk Kuran’dan verdiğim örneklerle sesleri, solukları kesildi. Yani şu örneği unutuyorlar. Liyakat, adalet ve ehliyet çok önemli. Bu amir için, memur için, müdür için, muhtar için… Bunu kademe kademe artırabilirsiniz, toplumsal yönetim şekillerinde.
Muhammed, Mekke'ye geri geldiğinde, artık zulmedilerek evlerinden kovuldukları şehirlerine geri döndüklerinde, Kâbe’nin anahtarının kendilerine verilmesini bekleyenler vardı. Hz. İbrahim’den beri binlerce yıl, inançsal ve sosyal statü açısından Kâbe’nin sorumluluğunu üstlenmek, bir aile için itibar, statü, şeref kaynağıydı. Bu yüzyıllarca hep böyle devam etmişti. Bu itibarı, onuru taşıyan aileler olmuştu. O zaman da Kâbe’de Osman b.Talha isminde bir şahsın ailesi bu sorumluluğu üstlenmiş durumdaydı. Bu aile bir bakanlık birimi olarak Kâbe’nin muhafazasını, anahtarını, korumasını, işlerini yürütüyor ve bunun statüsünü, onurunu, şerefini taşıyordu. Müslümanlar, Mekke'ye girdiğinde peygamberin yanındaki ileri gelen şahsiyetler de peygamberin Kâbe’nin anahtarını kime teslim edeceğini merak ediyordu. Herkes bu şerefe hangimiz sahip olacak diye merak ediyordu. Peygamber, daha önceden o anahtarı vermek için, bu görevi yapan aileden olan Osman’ın getirilmesini istiyor. Osman’ı bir sokak arasında, başını ellerinin arasına almış ağlarken buluyorlar. Üzülüyor, teslim olmuşlar, yenilmişler. Kâbe’yle ilgili bu taşıdıkları şerefli görev de artık onlardan alınacak, başkalarına verilecek. Böyle bir itibarın kaybının üzüntüsü içerisinde ağlıyor. ‘Seni peygamber çağırıyor’ diyorlar ve yanına götürüyorlar. Daha henüz Müslüman değil bu kişi. Kendi saflarına katılmamış daha. Mekkeli. Kendisine karşı da mücadele etmiş kişilerden bir tanesi. Peygamber ona ‘Sen ve ailen yıllardır Kâbe’yi büyük bir onur ve şerefle korudunuz, görevinizi yaptınız. Onurla bu vazifeye layık oldunuz. Bugün de bu vazifeyi en onurlu biçimde yapmak sizin hakkınız’ diyor ve Kâbe’nin anahtarını ona teslim ediyor. Bugün Kâbe’nin anahtarının, yönetiminin Müslüman olmayan kişilere verilebildiğini düşünebiliyor musunuz? Bugünkü İslamcı dünya da, Selefi, Vahhabi dünyada Müslüman olmayanların Mekke’ye girmesi yasak. Oysa peygamber Kâbe’yi Müslüman olmayan birine teslim ediyor, liyakat, ehliyet ve adalet adına. Dolayısıyla Türkiye’de, şu anda Sünnici ve Emevici dindar damarın pratiğidir bugün yaşananlar. Bugünkü taleplere, ideallere bakın. Bir referandum sürecindeyiz. İnsanlara ne vaat ediliyor? 15 yıldır yapamadıkları, başaramadıkları ne var da insanlardan ‘evet’ demelerini istiyorlar? Vaatler tükendi. ‘Asgari ücreti 2 bin 500 lira yapmak istiyorum da bana engel oluyorlar’ diye bir şey ortaya koyabiliyor mu? Yok. ‘Ben cinayetleri, şiddeti, kadınlara tecavüzü, çocuklara tacizi kaldırmak istedim, şunları şunları yaptım, ama işte şunlar bana engel oldular, başaramadım’ diye ortaya bir veri koyabiliyorlar mı? Yok böyle bir şey.
Toplumun, insanların beklentisi çok farklı. İnsanlar bugün açlık sınırının altında olan bir asgari ücretle, ekmek parasının derdinde. Kadınlar, çocuklar tehdit altında. Taciz, şiddet, cinayet… Her gün yaşanan böylesine olaylarla bir kaos, cinnet toplumuna dönüşmüşüz.
Bunlar için ne yapılıyor? Bugün dindar ve muhafazakâr denilen bir iktidar döneminde, çocuklarla ve kadınlara şiddetin katliamın, tacizin tecavüzün zirve yaptığı bir dönemi yaşıyoruz. Bugün muhafazakâr ve dindar denilen bir iktidar döneminde, 2016 yılı verileri ile Türkiye özgür, insan haklarının yaşanabildiği 87 ülke içinde değil. Güney Afrika ile üçüncü dünya ülkeleri ile aynı sırayı paylaşan bir ülke konumuna geldi Türkiye. Neyi yapmak istediler de kim engel oldu? Ortaya hiçbir şey koyamıyorlar. Ortaya koydukları ne? Duygusal, tarihsel bir hamaset söylencesi. Bakın dikkat edin, her şey o kadar kompleks ve birbirine bağlı ki. Son yıllarda bütün kanallarda, farklı farklı versiyonlarıyla Osmanlı özentisi, insanları sultanlık, saltanat yaşamlarıyla tanıştıran tarihsel diziler yayınlanıyor. Bu toplumsal bir algı oluşturmadır, toplumsal bir senaryonun parçasıdır. Bunlar insanların zihnini bugüne hazırlıyorlardı. Şu anda yapamadıkları, daha doğrusu resmileştirmedikleri tek şey sultanlıktır, hilafettir. Resmileştirmek istedikleri de budur.
- Kürt algısı böyle miydi sizdeki?
Kürt de tanımamıştım. Tanıdığımız arkadaşı da Kürt mü diye düşünmemiştim herhalde. Yani nasıl böyle düşündüm, bilemiyorum. Geriye dönüp bakıyorum. Hiçbir böyle bir gündemimiz olmamış ama bir ay, Ankara’dan öte bir şehre, karanlığa, dipsiz bir kuyuya gidiyor gibi gitmiştik. Ama oraya gittikten sonra Türkiye toplumunun gerçeğinin farkına vardık. Dedik ki, burada bir yaşam var, bir hayat var. Kadınların mücadelesini, hayata tutunmalarını, oradaki insanlığı, oradaki dostluğu gördük. Bugün hayatımızda çok ciddi etkisi vardır Malatya’daki yaşantımızın. Ondan sonra da daha ilerdeki Kürtleri tanıma devresi gelişmiş oldu.
- Kürt hareketi ile tanışmanız nasıl oldu peki?
28 Şubat sonrasında bu çelişkileri yaşarken, ezilen sınıflar parça parça bu zulmün yemi olmamalıdırlar diye düşünüyordum. Çünkü Kuran’daki tanıştığım veriler de böyleydi, tek bir sınıf hedef gösteriliyor Kuran’da. Kuran’da ‘dindar-dinsiz’ çatışması diye tek kelime- ayet yok. Sadece ve sadece ezenlerle, ezilenlerin mücadelesi var. Zalimlerle, mazlumların mücadelesi var, hakkı yenilenlerle, hak yiyenlerin mücadelesi var. Tek bir sınıf var,‘Zalimlere asla yaklaşmayın’ der Kuran. Bunu anlıyorsunuz, hayata farklı bakmaya başlıyorsunuz bunları fark ettikçe. Bir de toplumsal pratik geliştikçe siz de bu sisteme karşı bazı bedelleri ödedikçe, evet insanlığın doğasının gereği böyle olması gerektiğini düşünüyorsunuz. Önce insan olmak ve tüm ezilenlerle ortak bir mücadele, dayanışma, sevgi paylaşımı içinde olmanız gerektiğine inanıyorsunuz. Zalim şayet, babanız da olsa, oğlunuz da olsa, bildiğimiz, tanıdığımız hocalar, kanaat önderleri, şeyhi, bilmem ne lideri de olsa mücadele etmek ve karşı durmak zorundasınız. Bu insani ve de Kuran'i bir sorumluluk. Tam da o arada işte İstanbul’da solcularla, sosyalistlerle birlikte eylemler yapıyoruz, yürüyüşler yapıyoruz, paneller yapıyoruz. Bir ilişki geliştirdik o dönemde. Roboski’nin arkasından da ‘bu Kürtler ne yapıyor? Biz gerçeği nereden öğrenelim?’ derken, bu ihtiyaca binaen oğlumla birlikte, hiçbir yerden cevap, çağrı aramadan, kendimiz karar verip Kandil’e gitmiştik.
Söyleşinin devamı
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.