Kafkaslar ve Orta Asya seyahati (1)
.
Prof. Dr. Ahmet Özer / Independent Türkçe
Geçtiğimiz yüzyıl, savaşlar ve ekonomik dengesizlikler nedeniyle dünyada yoğun ve kapsamlı göçlerin yaşandığı bir yüzyıl olmuştu.
I. Dünya Savaşı eski imparatorlukların dağıldığı, yeni bağımsız devletlerin kurulduğu bir süreci beraberinde getirdi.
20'nci yüzyılın en önemli gelişmelerinden biri de hiç şüphesiz 1917 Ekim devrimiyle birlikte Çarlık monarşisinden sosyalist sisteme geçen ve büyük bir coğrafyada egemen olan Sovyetler Birliği'nin kurulmasıdır.
Lenin'in ölümünden sonra iktidarını kesinleştiren Stalin dönemi, parti içinde gruplaşmalar ve çeşitli entrikalarla dolu muhalif hareketlerin cereyan ettiği bir dönem yaşandı.
Sovyetler tarihinde Stalinizm olarak bilinen bu dönem, aynı zamanda Kafkas halklarının zorunlu göçlere tabi tutulduğu yıllarıdır.
1930'lu yıllarda Stalin'in "Repressiya" kararları bu halkların geleceğini tayin etmiştir.
Sosyoloji literatüründe bir halkın iradesi dışındaki taşınma eyleminin adı 'zorunlu göç', başka bir deyişle 'sürgün' olarak nitelendirilmektedir.
Sovyetlerin kuruluş yıllarından başlayarak II. Dünya Savaşı döneminde Kafkas halklarından Kabardin-Balkar, Çeçen-İnguş, Kırım, Batum ve Ahıska Türkleri ile Kürtlerin Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan gibi Orta Asya bozkırlarına zorla taşınması Sovyet halklarının sosyal yapısında, ekonomisinde ve de kültüründe derin izler bırakmıştır.
Her ne kadar Kürtlerin Orta Asya sınırlarına ilk göçleri 17'nci yüzyılda Safevî Hükümdarı Şah Abbas'ın Türkmen saldırılarına karşı Kürt aşiretlerini kalkan görevi üstlenmesi için İran'ın kuzeydoğu sınırına yerleştirmesiyle başlasa da Kürtlerin Orta Asya içlerine en kapsamlı göçünün Stalin dönemine denk geldiğini söylemek mümkündür.
Orta Asya devletleri içerisinde ise Kazakistan, en fazla Kürt nüfusuna sahip ülke konumunda olması hasebiyle dikkati çekmektedir.
Kazakistan'da Kürt nüfusu Almatı, Jambıl ve güney bölgelerde yoğunlaşıyor.
Nüfusun yoğun olduğu bu bölgelerde ortaokullarda Kürt dili ve edebiyatı ders olarak okutulabilmekte, kendi kültürleri ile yaşamlarını sürdürmektedirler.
Kazakistan'daki Kürt aydınlar ve Kürt diasporasının girişimleriyle "Jîyana Kurd" gazetesi yayın hayatına başlamış ve 1993 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu olan "Barbang" derneği faaliyetlerini hala yürütmektedir.
Derneğin "Nûbar" isimli bir sanat ve edebiyat dergisi de bulunuyor.
Kazakistan Kürtleri ana dillerini korumakla birlikte Rusça ve Kazakça da konuşabilmektedirler.
Bunlara ek olarak Kazakistan Millî Müzesi'nde 1998 yılından bu yana Kürtlerin maddî ve manevî değerlerinden örnekler sergileniyor; bazı bölümlerde bunlara dair faaliyetler gösteriliyor.
Yukarıdaki yazı, Berbang'ın Başkanı Prof. Dr. Kinyas İbrahim Mirzoyev'in, benim yazdığım "Vatanını Arayan Halk, Kazakistan Kürtleri" adlı kitabım için yazdığı önsözden.
Ne ki o, bu kitabı görmeden göçüp gitti bu dünyadan.
İşte ben ailemin de bir dönem zorunlu olarak yaşamaya mecbur kılındığı böyle hem gizemli hem büyülü bir coğrafyanın peşine düşmüştüm.
Karacadağ'dan Kafkaslara
Ailemizin köklerini Gabriel Garcia Marquez gibi incelediğimde ancak 500 yıllık bir geçmişe gidebildim.
1500'lü yılların sonunda Cizre'den koparak Karacadağ'a gelmişler. Bu kopma Kürtçede "Bır" olarak anılır ve aşiretin isminin de buradan geldiği söylenir.
Karacadağ'a gelen Bırukanlar, burada doğa ve geçim kaynakları olan hayvanlarıyla iç içe mutlu ve geleceğe dair umutlu bir yaşam sürmeye başlar.
Ne ki bu mutlu yaşamları fazla sürmez. Düzeni bozulmuş imparatorluğun çürümüşlüğü her bir yana sirayet eder.
Osmanlı bu dönemde kimsenin yaşamına bir şey katmadığı gibi, başıbozuk düzeniyle değdiği yaşamları da allak bullak eder. Bundan Karacadağ'daki Bırukiler de nasibini alır.
Daha sonraki bölümlerde anlatacağımız gibi, Osmanlı askerleri ile yaşanan bir olay üzerine göç etmek zorunda kalır aşiret.
Çadırlar çözülür, denkler yapılır, göç katarları yola düşer, uzun ve meşakkatli bir yolculuk başlar.
Göç kolu, güneyden doğuya doğru bütün coğrafyayı baştanbaşa kat ederek Türkiye'nin şimdiki haritasında doğunun en ucunda yer alan, İran'ın içlerine doğru bir dil gibi uzandığı için ismine "Dil Bölgesi" denilen yere gelip konar.
Burası Rus-Osmanlı sınırını çizecek olan kadim Aras Nehri'nin de geçtiği ve tarih boyunca hep sorunlu olmuş bir bölgedir; ama aynı zamanda el, eşir için vazgeçilmez bir yaşam kaynağıdır.
Kürtler, yüz yıllarca bıkıp usanmadan delice akan bu ırmağa "Erez" demişler…
Vip Erezi gürme gürme
Yani "Erez, insanın yüreği gibi güm güm atar" demek istemişler.
Zor zamanlarda bir kurtuluş umuduna dönüşen Erez'e dair rivayetler, şifreli söylenceler var.
Sözgelimi göç acil bir durumdan dolayı aniden başlayacaksa aşiretin kendi arasında bir dil gibi kullandığı, sadece onun çözebildiği bu şifre devreye girer: "Reşo beşo kin, beşo çemé Erez derbaskin" gibi.
Bu, o zaman acilen harekete geçmenin şifresidir. Şifrede can kurtaracak olan ise hızdır ve de Erez nehridir.
Çünkü alınan duyumlara göre aşirete baskın olacaktır ve bu eski zaman telgraflarındaki şifreye benzeyen yedi sözcük kurtuluşa açılan kapının çığlığı gibidir.
Şifrede "reşo" kara kıl çadırdır; "beşo" onu sırtlayacak olan öküzlerinin adıdır, "derbas" da "acilen Erezden geçirin" demektir.
Yani, "Kara kıl çadırları çözün, yükleri denk edip yükleyin öküzlere, Erez'den hızla geçirin."
Böyle zor ve dar zamanlarda ceberut devlet zulmün, haşin Erez ise kurtuluşun adıdır.
Egemenin durumuna ve davranışına göre bazen Erez'in bu tarafı bazen de öbür tarafı kurtuluştur.
İşte bütün bu sebeplerle Karacadağ'da başlayan hercümercin gelip dayandığı yer bellidir, o yer Erez'in kenarıdır.
Lakin aşiretin deyişi ile Kerejdağ'da yaşanan olayda işe kan bulaşmıştır.
Başka aşiretlerle yaşanan kan davalarında yılları göze alan aşiret, söz konusu devlet olunca bunu göze alamaz, göçmekten başka çare bulamaz.
Göçüp ta Erez'in kenarına kadar gelir.
"Ha ha, ho ho…" diyerek gelinen bu uçsuz bucaksız yemyeşil cennet topraklarda, yeniden denkler çözülür, kara kıl çadırlar kurulur, oba dağ doruklarından bakınca siyah bir mantar kümesi gibi ortaya çıkar.
Ne var ki artları sıra hala takip sürmektedir. O yüzden nihai olarak gelip konacakları yer değildir burası.
Niyetleri biraz dinlendikten sonra güvenli bir yer buluncaya dek, göçe devam etmektir.
Tuttukları yolun sonu nereye varacağı meçhulken liderleri Şemdin Bey'in ölüm döşeğinde oluşu çaresizliklerini giderek artırır.
Reis ölünce hangi yöne gidecekleri konusunda aralarında çetin bir tartışma başlar.
Zaman geçer, korkulan olur, Şemdin Bey, şin şivan içinde yaban ellerde toprağın koynuna teslim edilir.
Bey'in yokluğu ile anlaşmazlık iyice büyür ve aşiret hangi yöne gidecekleri konusunda aralarında anlaşamayınca, iki kola ayrılır; bir kol İran'a doğru Maku ve Xoy'a giderken, öbürü Kafkaslara yol alır, gelip Erivan'ın Elegez yaylalarına yerleşir. Her iki kol da yeni vatanlarında yepyeni bir yaşama başlar.
Bu yerleşmenin ardından üç yüz yıl geçer. 1917 yılında Lenin adında bir devrimci Rusya'da devrim yapar.
Yapar yapmasına ama bu sırada Birinci Dünya Savaşı hala sürmektedir ve Rus ordusu Osmanlı topraklarının doğu kısmını yekpare işgal etmiş, ülkenin içlerine doğru ilerlemektedir.
Lenin'in içeride yeterince derdi vardı, bir de dışarıyla uğraşmak istemez.
Troçki'ye emir verir; "Derhal Rus ordularını geri çağırın."
Lakin bu sırada Ruslar Bitlis'teki Delikli Taş denilen bölgeye kadar ilerlemişlerdir.
İşte bu noktada Bırukileri ilgilendiren bir durum söz konusudur:
Ermeniler, bir Ermenistan kurma hayali ile Taşnak ve Xınçak örgütleri öncülüğünde Rus ordusu ile birlikte buralara gelmişlerdir.
Ruslar, Erzurum, Van ve Bitlis'i işgal ederken; Ermeni örgüt ve çeteleri de yanlarındadır.
İşte tam bu sırada devrim olmuş, ordu geri çağrılmıştır. Büyük emellerle orduyla birlikte gelmiş olan Ermeni örgütleri emellerine ulaşamadan Rus Birlikleri ile birlikte geri dönmek zorunda kaldılar. Bundan dolayı çok kızgındılar.
Hayal kırıklığı içinde sağa sola saldırdılar. Öyle ki hızlarını alamayıp, uzun yıllar iç içe yaşadıkları, kız alıp verdikleri, kirve oldukları Müslüman halklara, Kürtlere ve o orada Bırukilere de saldırdılar. Bu çatışmalarda birçok insan öldü.
Bırukilerin ileri gelenlerinden Kinyas Kartal'ın babası Bedir Bey de bu saldırıların birinde Ermeniler tarafından öldürülünce aşiret iyice tedirgin olur; geri dönmeye karar verir.
Sadece bu da değil; bir yandan Kazakların iç isyanı ortalığı kasıp kavurur, öte yandan Rus General Kolçak kuzeyden başlattığı karşı devrim atakları karmaşayı büyütmektedir.
Derken bu kadar sıkıntıya bir de Ermeni saldırıları eklenince Bırukanlar alelacele tekrar Türkiye'ye doğru geri göç ederler.
Fakat yağmurdan kurtulduk derken doluya yakalanırlar. Türkiye'de yeni ve sert bir rejim iş başındadır.
Bu yeni Kemalist rejim daha yeni gelen bu insanları ayaklarının tozu ile askere çağırmakta, Şeyh Sait İsyanı bahanesi ile hiç alakaları olmadığı halde sürgün etmekte ya da tutuklamaktadır.
Bunun üzerine gelenlerin bir kısmı "Biz göç edip buralara kadar geldik, burada daha beteri varsa neden kalalım" deyip, tekrar geldikleri yerlere geri döndüler.
Bunlara geri gidenler anlamında "paştaçuya" dendi. Böylece aşiret bir kez daha devletlerin baskıcı politikasının kurbanı olur ve yeniden bölünür.
Göç kaç, kovalamaca, gel-git devam eder.
Derken zaman geçer, dünya biraz sakinleşir.
Her şey biraz zaman alır almasına ama zaman da birçok şeyi alıp götürür.
Yaşlılar ölür, gençler yeni bir dünya kurmanın derdine düşer.
Zaman bir ipe bağlanmış tespih taneleri gibi gelip geçerken geçmiş küllenir birçok şey zamanla unutulur, gider.
Sonra benim hikâyem başlar
Gençlik yıllarım feodalite ve aşiretçiliğe karşı mücadele ile geçti.
Fakat zamanla bir şeye karşı olmakla onu anlamanın ve tarihe not düşmenin ayrı şeyler olduğunu kavradım.
Okuyup gelip sosyolog olduğumda, halkımın köklerini araştırmayı onlara karşı bir şükran borcu olarak gördüm.
Bu duygularla köklerimin peşine düştüm. Bu konuda bir bilimsel araştırma yaptım, master tezim olan bu çalışma "Doğuda Aşiret Düzeni ve Brukanlar" adıyla önce Boyut Yayınlarından (1992), sonra da Elips Yayınları tarafından yayımlandı (2003).
Bilimsel kitaplar akla dayalı kısa kuru olduklarından halkın geneli tarafından sıkıcı bulunur, o yüzden pek okunmazlar.
Hal böyle olunca, bu kez yaklaşık 500 yıllık tarihi "Köklere Yolculuk" adıyla romanlaştırdım ve bu çalışmam "Altın Kalem" ödülüne layık görüldü.
Orta Mezopotamya'dan Zaogrosların kuzeydoğusuna, o aradan Kafkaslara, Kafkasya'dan Serhede uzanan geniş bir coğrafyada sürekli hareket halinde olan, Osmanlı, Çarlık Rusya'sı, Sovyetler Birliği, İran, Gürcistan, Nahcivan ve Ermenistan arasında gidip gelen, büyük acılarla bölünen bir halktı söz konusu olan.
Kardeşi kardeşten, anayı evlattan, sevgiliyi yavukludan ayıran aşiretin tarihi yolculuğunun izlerini süren bir romandı.
Ancak her iki çalışmada da zamanla bir eksik olduğunu fark ettim.
Araştırdıkça bu acılı yaşama Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan gibi Orta Asya Ülkelerinin de dahil olduğunu gördüm.
Paştaçuyiler, yani "geri gidenler" Stalin tarafından 19637 yılında bir gece ansızın apar topar buralara sürülmüşlerdi.
Bunlara Kafkasya Kürtleri deniliyordu. Bu çalışmalarımda onlar ya hiç yoktu; ya da çok az yer alıyordu.
İşte bu yüzden bunu da deşmem, peşine düşmem, izini sürmem gerekiyordu.
Ama doğrusu bunu yapmam için ilk çalışmanın üstünden nerdeyse 25-30 yıl geçmesi gerekti.
İşte bu ikinci serüven böyle başladı.
Görmek için gitmek gerek
Uzunca bir süreydi Kafkasya Kürtlerini gidip görmek, yaşam biçimlerini yakından incelemek, kendilerini yüz yüze tanımak isteği ile doluydum.
Bu istek zamanla mutlaka gerçekleşmesi gereken bir ereğe dönüştü.
Bu amaç ve bu erek bir sızı gibi içimde dolanıp duruyordu. Öyle ki, zaman zaman beni dürtükleyerek "Haydi, ne yapacaksan yap" diyordu.
Lakin Kafkasya'da yaşayan Kürtler ve orada bulunan aşiretler söz konusu olunca hep bir isim belli belirsiz kulağıma çalınırdı: Nadir Nadirov.
Bu isim sadece kulağımıza gelmekle kalmıyor; dikkatimizi de çekiyordu.
Ben de sağda solda izini sürmüştüm onun, 1990'lı yılların başlarında, "Doğuda Aşiret Düzeni ve Brukanlar" adlı master tezini hazırlamaya çalıştığım zamanlarda...
Belli belirsiz bir şeyler duyuyorduk ama Nadir Nadirov tam olarak kimdi, neydi, nerede yaşar, ne iş yapardı; doğru dürüst bilmiyorduk.
Bu soruların cevapları da tıpkı ismi konusunda olduğu gibi benim açımdan bulanık bir belirsizliğe sahipti. Bu da merak ve özlemimi daha da artırıyordu.
Ama iki şey belliydi:
Bir, Nadirov akrabamızdı ve öyle sıradan biri değildi, önemli, itibarlı bir profesördü, en azından gelen haberler öyle söylüyordu.
Bu görme arzumu, bir akademisyen olarak daha da kamçılıyordu. Fakat ne okumuştu ne üzerine çalışmıştı, neyin profesörüydü onu da tam olarak bilmiyordum.
Bir yel gibi el'in içinde dolaşan bir efsaneye dönüşmüştü Nadirov; zaman içinde hem var hem yoktu.
İkinci olarak, zaman zaman da Nahcivan'da siyasi görevleri olduğu ileri sürülüyordu (ki sonra bunun aslında Kazakistan olduğu anlaşılacaktı).
Bütün bu evhamlı bulanıklığın nedeni uzun bir dönem Sovyetlerin sınırlarını kapitalist ülkelere "demirden bir perde" gibi kapatmasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti de kuruluş aşamasında, başlangıçta Sovyetlere göz kırpıp destek almış; ama sonradan saf değiştirmiş, batılı kapitalistlerin yanında yer almıştı.
Bunun da ceremesini sonraki yıllarda gene başta Bırukiler olmak üzere sınırda yaşayan Kürtler çekmişti.
Tabi Brukilerle birlikte birçok Kürt aşireti Kafkaslar'da yaşıyordu. En başta büyük Kürt komutan ve ünlü devlet adamı, Müslümanlar için Kudüs'ün fatihi Selahaddin Eyyubi'nin ailesi Şeddadiler buradan gelmişti.
Nadirov'lar da oradaydı. Şemolar, Kerkiler, Pirkiler, Şavelikiler, Mısırkiler, Celaliler gibi.
Ama hepsinin içinde onun bir güneş gibi parladığı, ışığının ta Van'a kadar geldiğini söylemeliyim.
Bir ışık vardı, ama kaynağı neydi, nereydi, tam olarak nerden ve nasıl geliyordu; işte o bizim çok da bildiğimiz bir şey değildi.
Bilen belki biliyordu ama bizim malumumuz değildi.
Ve Orta Asya'ya doğru ilk yolculuk
Velhasıl kelam Kinyas İbrahim Mirzoyev bir halk önderi akademisyen, Nadir Nadirov bilim önderi bir bilgeydi.
Aradan yıllar geçmiş, bu gitme işi artık tam demini almıştı.
Gitmeli, ama nasıl ve ne zaman?
Bütün bu gelişmelerden sonra artık gitmenin farz olduğunu anlamıştım. 2019 tatili ve senesi bitmeden gitmeliydim.
Daha önce oralara gidip gelen, belgeseller çeken, gazeteci Salih Kevirbiri ile gitme konusunda sözleştik.
Ağustosun 21'inde gidip 30'unda dönecek şekilde Air Astana'dan biletlerimizi aldık.
Gitme heyecanı sarmıştı bedenlerimizi, artık vakit gitme vaktiydi.
Tarihler 21 Ağustos'u gösterdiğinde Kazakistan yollarındaydık.
İşte bu benim ilk gidişimdi. Daha sonraki gelişmeleri ve gidişimi de sonraki yazıda anlatacağım size.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.