Kışa dönüşen 'Kürt Baharı'!
Kürtler de sanki bu “bahar” sürecini daha çok hayaller üzerinden geçirdiler. Ancak hayal ve hayat nadiren aynı kavşakta buluşur. Oysa bu hayallere öylesine dalındı ki kış birden bire kapıda belirince neye uğradığını şaşırdılar
Necat Keskin*
Kürt siyasi hareketlerinin ne yaptıkları ve ne yapacakları konusunda ciddi kafa karışıklığı içinde olduklarını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Burada, yani Türkiye'de halkın temsilcisi konumunda olanlardan "eski"leri ya içeride roman ve öykü yazmakla meşguller; dışarıda olanlar ise, Avrupa'da mülteci statüsü elde etme uğraşı içindeler.
Uzun bir çalışma ve analizi gerektiren bir sürecin kısa bir özeti olan bu yazı yer yer duygusal, biraz da karamsar gelebilir, ama yaşadığımız da biraz bu değil mi zaten!
2011 yılında Tunus’ta başlayan gösteriler kısa sürede diğer Arap ülkelerine de yayılmış ve bu durum “Arap Baharı” olarak adlandırılmıştı. Gösteriler Suriye’de de başladığında Kürtler kısa bir zamanda kendi bölgelerinde kontrolü ele almış ve yeni bir dönem başlatmışlardı. Bu durum diğer gelişmelerle birlikte gerek akademik gerek popüler literatüre “Kürt Baharı” olarak yansımaya başladı. Konu ile ilgili kitaplar yazıldı, makaleler yayınlandı. (Michael M. Gunter, 2013; David L. Philips, 2015). Özellikle Kobani’de IŞİD’e karşı sergilenen direniş; savaşan kadın silahlı birlikleri ve onların temsili olarak Elysse Sarayı’nda ağırlanmaları, Kürtlerin Ortadoğu’nun ortasında “kanton” tarzı “Batı” demokratik yönetim modelleri denemeleri, sahadaki bu durumun “Kürt Baharı” olarak anılmasını pekiştiriyordu. “Rojava”‘da bunlar olurken, Türkiye’de “çözüm süreci” devam ediyor, Kürtler renkleri, şarkıları ile meydanları dolduruyorlardı. Güney ya da Kürdistan Federal Bölgesi ise 2003 yılından beri bir türlü işlerlik kazandırılmayan 140 maddenin kapsadığı alanlara Peşmerge güçlerini kaydırarak oraların hakimiyetini “de facto” ele geçirmişti. Bu süreçte Kürtler IŞİD’i yenilgiye uğratan güçler olarak tüm dünyada yükselen değer haline geliyorlardı. Bazı analistler, o dönem “Kürtler tarihte olmadığı kadar güçlü” diyordu. (bkz. https://www.rudaw.net/turkish/interview/06022015). Dolayısıyla, bu “Kürt Baharı” sadece “Rojava” ile sınırlı olmadığı gibi, diğer bölgelerdeki Kürt siyasal gelişmeleriyle doğrudan/dolaylı olarak etkileşim halindeydi. Böylesi bir ortamda haklı olarak literatüre bir “Kürt Baharı” kavramı giriyordu.
Fakat “bahar” ayı gevşeticidir, insanın aklını başından alır, hayallerle uykuya daldırır, uyandığında ise o güzel baharın yerini, pek de yabancısı olunmayan çok sıcak bir Ortadoğu “yazı” ve ardından gelen “karakış” içinde buldurur.
Kürtler de sanki bu “bahar” sürecini daha çok hayaller üzerinden geçirdiler. Ancak hayal ve hayat nadiren aynı kavşakta buluşur. Oysa bu hayallere öylesine dalındı ki kış birden bire kapıda belirince neye uğradığını şaşırdılar. Önce Türkiye’deki “Çözüm süreci” bitti; ardından “hendekler” ile Sur, Nusaybin, Cizre ve Şırnak gibi her birisi Kürt siyasal tarihinde ayrı öneme sahip şehirler yerle bir oldu; sonra Kürtler açısından bir başka önemli tarihsel kent olan Kerkük öylece kayıverdi Kürtlerin elinden; daha sonra her birinden önce “demokratik” sözcüğü ardından gelen “özerklik”, “ulus” ve “modernite”nin yaşam bulmuş hali olarak düşünülen kantonlardan Afrin (Efrin) kaybedildi.
Bütün bunlar bile Kürtlerde bir sarsılmaya neden olmadı; Nusaybin, Cizre, Sur ve sonrasına Efrin ilgili politik çevre nezdinde kolektif hafızaya birer “direniş” ile taltif edildi; Kerkük ise herkesin kendisine göre tanımladığı bir “işbirlikçilik” sonucu kaybedilmişti. Kürt siyasal oluşumlarının olayları ve tarihi okuma biçimi bir kez daha “direniş” ve “işbirlikçilik-hainlik” ile dışa vuruluyordu. Bir yandan “direniş” ile tamamlanan “devrim”; öte yandan “işbirlikçilik” söylemi üzerinden yeniden kurulmaya başlanan “Federal Kürdistan” yeni hayallere daldırdı Kürt politik aktörlerini. Asıl olanları ve reel politiği bir yana bırakırsak, Kürtler yine “güçlü”ydü ve dünya politikası kendi etraflarında dönüp şekilleniyordu. Öyle ki Türkiye’nin bangır bangır geleceğini duyurduğu “operasyon”u bile göremediler, -ya da umursamadılar- çünkü buna ne ABD ne de Rusya “izin vermezdi”, izin verseler bile “devrim” direnilerek korunacaktı.
Fakat işte o gün gelip çattı. Dünyanın jandarması ABD ve özellikle Suriye savaşı ile birlikte dünya siyasetinde “süper güç” olmayı yeniden ortaya çıkaran Rusya’nın, belli ki “oyun”u yeniden oynama planları; ve her ikisi de belli bir tarihsel geçmiş ve deneyime sahip Türkiye ve İran’ın bu güçlerle belli noktalarda “uzlaşma”ya varmaları ile Türkiye “Kuzey ve Doğu Suriye’ye” bir operasyon daha başlatıyordu. Her ne kadar “güvenlik” gerekçe olarak sunuluyor ise de, bu operasyonun gerçek nedenleri bir hayli çeşitli. Günümüz hükümet ve hakim anlayış göz önünde bulundurulduğunda “anlaşılabilir”- ve öngörülebilir nedenler bunlar.
Öncelikle içeride var olan kutuplaş(tır)ma “savaş” üzerinden milliyetçi duygular hareketlendirilerek giderildi; hatta bir ay öncesine kadar bahsedilen AKP’nin kendi içinden çıkan ve partileşme yolunda olan muhalif sesler kesildi; Bu operasyon hükümete daha fazla “otoriter” olabilme fırsatı sağladı ki ülke “ölüm kalım” savaşında yedi düvel ile mücadele ederken, gösteri, yürüyüş, hatta toplantı ve konferans bile gerçekleştirilmezdi; “bölücü” belediye başkanları da görevlerinde duramazdı ve teker teker yerlerini kayyuma bırakmaları gerekiyordu!. Bu arada bu “varolma savaşı”nda ekonomik sorunlar da görünmez kılındı. Hükümet ve hükümet ve devletin başı olarak Recep Tayyip Erdoğan yeniden bir “kurtarıcı lider” olarak ön plana çıktı (1-2). Bütün bu süreç içinde “Kürt Baharı” da yavaş yavaş “kış” sezonuna giriyordu bizzat Kürt siyasal aktörlerinin gözü önünde ve çoğu durumda onlara rağmen değil, onların sayesinde!
“Bu noktaya nasıl gelindi?”; “bundan sonra Kürtler açısından ne olabilir?” gibi soruların cevapları böyle kısa bir yazının sınırlarını aşan uzun soluklu bir çalışmayı gerektirir. Ama özetle Kürt siyasi hareketlerinin ne yaptıkları ve ne yapacakları konusunda ciddi kafa karışıklığı içinde olduklarını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Burada, yani Türkiye’de halkın temsilcisi konumunda olanlardan “eski”leri ya içeride roman ve öykü yazmakla meşguller; dışarıda olanlar ise, Avrupa’da mülteci statüsü elde etme uğraşı içindeler. Yenileri, bir yandan 70’li yılların sol jargonu ile siyaset yapmaya çalışmakta; diğer yandan sanki her şey normal akışında gidiyormuş gibi bir “politik” duruş sergilemekteler- ki bu durum içeride de eleştiri konusu olabilmekte bazen (3). Öte yandan, dün Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin “referandum”una karşı olanlar, bugün “devletsizlik”i Kürtlerin sözünün dinlenilmemesinin sebeplerinden birisi olarak gösterebilmekteler. Örnekler çoğaltılabilir ve değinildiği gibi böylesi kısa bir yazının sınırlarını çok aşar ama özetle, “temsilci” pozisyonundakilerin bu “dağınık”, “kafası karışık” ya da “yönünü yolunu şaşırmış” durumunun halkın tutum ve davranışını; bakış ve duruşunu da doğal olarak etkilediği ifade edilebilir ki sessizliğin nedenleri arasında böylesi bir etkileşimin varlığını da göz önünde bulundurmak gerekir.
Dolayısıyla, Kürtlerin bugün -Kerkük’te, Afrin’de, Rojava’da, yarın muhtemelen başka bir yerde- yaşadıkları/yaşayacakları durum, ne sahada kendilerini birdenbire yalnız bırakan ABD’nin; ne Rusya’nın; hatta ne Türkiye’nin sorumluluğundadır. Bu durum “ihanet”; “satılma”, “yarı yolda bırakma” gibi kulağa hoş gelen “mağduriyet”i romantize eden klasik ve sıradan ifadelerle hiç açıklanamaz. ABD ve Rusya kendi bölgesel çıkarları için, Kürtleri veya Kürtler durumundakileri her zaman “satabilir”ler; Sevr sonrası hiçbir zaman “post-travmatik stres bozukluğu”ndan (4) kurtulamayan Türkiye için ise- devlet içinde Enver ve Talat Paşaların hayalini gerçekleştirmeye kendilerini adayan güçlerin varlığı ya da “sınırları döneme göre değişebilen” Misak-ı Milli anlayışı göz önünde bulundurulduğunda- bugünler en uygun fırsat olarak değerlendirilmektedir.
Dolayısıyla Kürtler için esas sorun “dış”arısı değil “içerisi”dir. Her ne kadar başka bir saik ile ifade ettiyse de Trump’ın “Kürtler de melek değil!” ifadesi bir gerçeğe ve aynı zamanda bugün başlarına gelenleri açıklayan bir duruma ışık tutmaktadır.
20 yıldır ABD’nin ve son zamanlarda diğer Batılı devletlerin çabalarına rağmen bir türlü “ulusal” Peşmerge gücü oluşturamayan hakim iki güç konumundaki PDK ve YNK; bu kadar hengamenin içinde hâlâ birlikte nasıl “hükümet” edecekleri konusunda bile anlaşamadıklarını birbirlerini şikayet ederek dile getiriyorlar (5). Kuzey ve Doğu Suriye- ya da Rojava-‘nın durumu ise artık daha çetrefilli ve zor; eskiden sadece Amerika vardı, şimdi Rusya ve Suriye rejim güçleri ile sahayı daha fazla paylaşmak durumundalar. Dolayısıyla “bahar” bitti, “kış”a ise hazırlıksız yakalanmış gibi görünüyor Kürtler!
Kobani direnişi Kürtler arasında ortak bir “kolektif” hafıza ortaya çıkarmış; yeniden “omuz omuza verebilecek” bir konumda olduklarını sergileyen Kürtler,- ki burada kasıt Kürt siyasal hareketleridir- Kobani sonrası eski siyasal alışkanlıklarına geri döndüler ki halkın umutlarını da yeniden bir kırılma yaşamasına neden oldular.
Denilebilir ki; Şengal ile hafif dalgalanan; Kobani ile de doruğa çıkan Kürt siyasal hareketleri arasındaki “ulusal” dayanışma, önce hendek, ardından Afrin ve Kerkük ile büyük bir “kırılma”ya uğramış, halkın da umutlarını tüketmiştir. Son Rojava operasyonu başlangıcında yeniden hafifçe dalgalanan bu “ulusal” hareketlenme de, kısa bir sürede sönmeye başladı.
Dolayısıyla; Kürtlerin geçen yüzyılı kaybettikleri gibi, başarılarla girdikleri bu yüzyılı da kaybettikleri, hatta ilk çeyreğin halihazırda kaybedilmiş olduğu ifade edilebilir. Kaybetmek ve kazanmanın subjektif olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak buna “kazanabileceklerinin en son limiti”ne geldiler de denilebilir.
Günün sonunda- ne zaman geleceği belli olmayan o belirsiz günün sonunda- Kürtler bir statüye sahip olsalar bile, bu koşullar altında ve bu politik zihniyet ile bu “statü” kesinlikle kendilerinin hayal ettikleri bir statü olmaktan uzak, kendilerine “çizilen” bir statü olacaktır.
Buradan bir çıkış söz konusu olur mu? Sahaya, tutum ve söylemlere bakılırsa zor! Ama imkansız da değil! Böyle durumlarda siyasal hareketlerin, sürekli gündeme getirdikleri içi boşaltılmış ve hiçbir amaca hizmet etmeyen “birlik” laflarını bir kenara bırakıp aynı şekilde sürekli halktan da fedakarlık beklemeyi bırakıp- çünkü o konuda bir problem yok; çünkü sadece IŞİD ile savaşta Kuzey ve Doğu Suiye’de on binin üzerinde savaşçı; Federal Kürdistan Bölgesi’nde binin üzerinde Peşmerge hayatını kaybetti- öncelikle birbirleriyle “diyalog” geliştirebilme ferasetini gösterebilirlerse, bu bir başlangıç olabilir. Birbiriyle diyalog halinde olanlarla komşuların diyaloğu da farklı ve daha sağlıklı temeller üzerinde olacaktır.
Aksi takdirde, unutulmamalıdır ki kışın bir de karakışı vardır…
(1) Konu Türkiye’nin iç siyaseti; Hükümetin otoriterleşmesi; AKP’nin iç çelişkileri ve Türkiye’deki siyasetin yeniden dizaynını ilgilendirse de; esas meselemiz “Kürt Baharı” olduğu için bu konulardan sadece bahsedildi.
(2) Bu yazı Erdoğan-Trump görüşmesi öncesi kaleme alındı. Fakat görüşmenin gerçekleşmiş olması, ikilinin görüşme sonrası ortak basın açıklamaları bu görüşü -kanımca- doğrulamaktadır.
(3) Sırrı Sakık’ın Twitter üzerinden yaptığı açıklama, yorum ya da “eleştiri” kanımca bu kapsamda değerlendirilebilir. https://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2019/11/13/sirri-sakik-hdp-butun-belediyelerden-cekilmelidir/
(4) Kavram ve değerlendirme için bkz. https://www.nytimes.com/2016/09/13/world/what-in-the-world/turkey-conspiracies-sevres-syndrome.html
(5) Konu ile ilgili iki örnek haber için bkz. https://www.rudaw.net/kurmanci/kurdistan/031120193 ve http://www.basnews.com/index.php/kr/news/kurdistan/557994
*Dr. Akademisyen
Bu yazı ilk olarak Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.