Konya Seydişehir’de 1975-76’da Derin Devleti gördüm-1
Yaşamımda iz bırakan anılar-7
Üyesi olduğum Özgür Alüminyum İş sendikası, 1975’te DİSK’le yaptığı görüşmeler sonucu aynı iş kolunda olan DİSK Maden İş’e katılma kararı almıştı. Maden İş’e katılmak için kongreye gitmek gerekiyordu. Gerek sendikamızın çıkardığı dergi ve broşürler, gerekse DİSK Maden İş gazetesinin her yeni sayısını fabrika önünde mesai giriş çıkışlarında dağıtıp işçileri bilgilendiriyorduk. Ayrıca çevre ilçe ve köylerde çok sayıda işçi oturup fabrikaya servis araçlarıyla gidip gelmekte olduklarından, bu yerleri yanımızda DİSK Maden İş görevlileri ile birlikte ziyaret etmeye başlamıştık. Birleşmenin bizleri daha da güçlendireceği, yapılacak toplu sözleşmede daha fazla ücret artışı sağlanacağı propagandasını yapmaktaydık.
Faşist bir sendika olan Türk-İş’e bağlı Türk Metal İş de hazırlıklara başlamış, arada bir fabrika önünde dergi, broşür ve bildiri dağıtmaya başladıklarında engel olup dağıttıkları broşür ve bildirileri yırtıp atıyorduk. Fabrika önüne gelen grupların içinde çok azı fabrika işçisiydi. Çoğu Kırıkkale, Konya ve ilçeleri, Seydişehir MHP ve Ülkü Ocaklı militanlardı. Fakat sayımız çok olduğundan fabrika dışı ve içinde koyabilecekleri her tavrı engelliyorduk. Faşist bir günlük gazete olan Hergün gazetesi hemen her sayısında Seydişehir’deki işçi eylemlerinden bahsediyor, muhabiri olan Erdoğan Aslıyüce fabrika önüne gelip provokasyon yaratmakta, faşist gruba önderlik etmekteydi.
Maden İş’e katılma kongresi 1975 Ağustos ayı başlarında Seydişehir sinema salonunda olacaktı. Seydişehir merkezinde gerek MHP ilçe binası, gerek Ülkü Ocakları gerekse Türk Metal’ın olduğu yerlerde yabancı bir sürü insanın girip çıktığı haberlerini alıyorduk. Onların kongreyi yaptırmama hazırlığında oldukları haberleri gelmekteydi. Maden İş yöneticilerinden Mehmet Ertürk ve bazı hukukçular da gelip destekliyor, bize bir jip araba da getirmişlerdi ve o jiple her tarafa girip çıkmaktaydık.
Sendika binamızda sık sık Maden İş yöneticileri ve avukatları benimde içinde olduğum çok sayıda işçilere sendikacılık eğitimi vermekteydiler. Eğitim esnasında sınıf sendikacılığı, sarı sendikacılık, sosyalizm gibi konuları soru cevap halinde tartışmaktaydık. Bir gün Maden İş avukatı Rasim Öz’ün verdiği eğitimde ben Rasim Öz’e Ulusların Kaderlerini Tayın Hakkını sordum ve o da teorik olarak anlattı. Ardından; Kürtlere de bu hakkın tanınması için Maden İş ne düşünüyor, sorum karşısında bir sessizlik oldu. Rasim Öz durup bana bakarak tersler gibi; bu konunun gündemimizde olmadığını söyledi. Bu arada yapacağımız kongrede Maden İş’e katılmayı garanti gördüğümüzden, devletin ne tür bir planı, hesabı olduğunun farkına varamıyorduk.
Kongre bir pazar günü saat 10.00’da başlayacağını sendika yönetimi bize söyleyip sabah 08.00’de hepimizin sinema kapısına gelmemiz istendi. Faşist sendika ise devlet güçleriyle anlaşıp sabah 06.00’da sinema önüne gelmişler ve kapıdaki polisler Türk Metal üyelerini önce içeri aldıklarında şaşırmıştık. Sinema dışında ise kapıyı bir grup faşist tutmuş içeriye girişleri kendilerinden olmayanları engellemek istiyorlardı. Bizler ise gittikçe çoğalarak sinema önünde birikiyorduk. Faşist gruplardan birinin elinde çok sayıda Türk Metal İş sendikasının gazetesi vardı ve içeri girenlere dağıtırken aramızda olan ve 1974’te kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurucularından biri olan Bozkırlı Ali Demir birden atılıp faşistin elindeki gazeteleri alıp yırtarak ayağıyla çiğnerken arbede koptu.
Kapıdaki polisler bizi içeri sokmak istemiyorlardı. İşçi olduğumuzu ve kongreye katılacağımızı söylediğimizde; işçi kimliği olanı içeri alırız, demesi üzerine kapıdan içeri girmeye başladık. Salona girdiğimde birde baktım salonun yarısı Türk Metal taraflarınca önceden doldurulmuş, başlarında da Diyarbekir’in Piran (Dicle) ilçesinden olan Mustafa Akbudak var. Bu arada sahneye gelen sendika başkanımız Vural Yıldırımoğlu yumruklarını sıkıp havaya kaldırdığında gördüğü manzara onu da şaşırtmıştı. Öndeki bir grup faşist: Yusuf İmamoğlu,(*) diye bağırmaktaydı. Bizler içeri alındıkça sayı dengesi değişmeye başladı. Salonun üstündeki yeri bizimkiler, ana salonun da yarısını doldurup slogan yarışı başlamıştı. Önlere doğru ilerleyip faşistleri sıkıştırıp yerlerini alırken yer yer yumruklaşmalar olmaktaydı. Mustafa Akbudak önde ayakta slogan attırırken aynı Piran ilçesinden olan Höst diye çağırdığımız bir arkadaş Dimilice ona küfür ederek yerine oturmasını bağırınca Mustafa Akbudak’ın yüzü beyaza kesmiş ve dişlerini sıkarak Höst’e bakmıştı. Akbudak ailesinin Piran’da devlet yanlısı ve muhbir bir aile olduğunu, Mustafa Akbudak’ın devlet tarafından sendika eğitimine alındığını sonradan öğrenmiştim.
Kongre divanı seçilmek için oylamaya geçilmeden kongreyi izleyen hükümet komiseri; bu şartlarda kongre yapılamaz, deyip kongreyi iptal etti. Komiser de Türk Metal İş’in salonda çoğunluğu kaybettiğini anlayınca uygulamak istedikleri planı devreye sokup kongreyi iptal ederek DİSK Maden İş’e katılmamız engellendi. Salona dolan resmi ve sivil polisler bir koridor oluşturarak önce bizleri çıkartılar. Dışarı çıktığımızda işçi olmayan faşist grup polis korumasında sinema kapısı dışında bir yerde toplanmışlardı. Bizler sloganlar atarak salondan çıkıp topluca sendika binasına gittik. DİSK avukatları; Türk Metal İş’in yetkiyi alamayacaklarını, üye sayısının büyük çoğunluğu bizde olduğunu, bir oyunla kongre iptal edildiğini, sakin olmamızı söylediler. Yeniden kongre hazırlıklarını başlatacaklarını da eklediler. Kongrenin ertelenmesinden sonra DİSK’in bizim için bastırdığı yüzlerce afişleri bir gece tüm Seydişehir giriş çıkışlarına hemen her sokağa, faşist örgütlerin olduğu sokağa, fabrikanın etrafına fazlasıyla yapıştırıp duvarlara da “Yaşasın DİSK”,“Kahrolsun Sarı Sendikacılık”, “Kahrolsun Faşizm” gibi sloganlar yazarak donattık.
DİSK’in Gönen’deki eğitim kampına ilk grubun gideceği bildirildi. Sendika yöneticilerinden biri bana; “Hazırlan, ilk listede sen de varsın,” demişti. Bir hafta sonra liste sendika ilan tahtasına asıldığında ismimin olmadığını görünce, bana hazırlan diyen yöneticiye sorunca o da şaşırdı. DİSK’in avukatı Ali Şen’le konuştuğumda; “Bu liste onaylanmış, değiştirmek zor, diğer grubu bekle,” deyince çok bozulmuş, hayal kırıklığına uğramıştım. Biraz düşününce; Rasim Öz’e Kürt sorununu sorduğumdan, beni ya Maocu ya da kendilerinden olamayacağımı düşündüğünden liste dışı kaldığımı anladım.
Maden İş’e katılmak için tekrar kongre hazırlıkları yapıp bu kez faşistlerden daha hızlı davranacağımızı tartışıyorduk. Maden İş gazetesinin gelen son sayısında sendika başkanımız Vural Yıldırımoğlu’nun Maden İş genel başkan yardımcılığına atandığını okuyunca şaşırmıştık. Daha katılmadığımız bir sendikaya başkan yardımcısı atanması kafalarda soru işaretleri oluşturmuştu. Sendika Başkanımız Vural Yıldırımoğlu Seydişehir’in Karaviran köyünden, hâli vakti yerinde bir ailenin çocuğuydu. Seydişehir köylerinin büyük bölümüne, cami yaptırma, onarma adı altında sendikanın parasını dağıttığını duyduğumuzda şaşırmıştık. Onunla bir grup arkadaş gidip konuşup bu tavrının yanlış olduğunu, birçok arkadaşımız faşistlerle mücadele ederken ellerinde sopa ve taştan başka bir şey olmadığını, bizlerin yardıma ihtiyacı olduğunu söyledik. Vural ise; “Ben buralıyım, köyler çok muhafazakâr, bizleri dinsiz, imansız diye biliyorlar. Ben de onlara böyle olmadığını göstermek için yaptım, taktik bir uygulama,” demesi bizleri ikna etmemişti.
Bizler Maden İş’e katılmak için yeniden kongre hazırlıkları ile uğraşırken Antepli azılı faşist olan, provokasyoncu Erol’un bizim tarafa geçtiğini duyduk. Kafası ve kaşının üstünde yapıştırılmış sargı bezleri vardı. Faşistler tarafından dövüldüğü söylendi fakat şüphe ile yaklaşıyorduk. Birde baktık Erol sendikadan çıkmıyor, başkan Vural Yıldırımoğlu ve diğer yöneticilerle haşır neşir olması dikkatimizi çekmişti. Fabrikadaki ünitelerde, bizlerin gittiği kahveye gelip hep; “İşçi haklarını DİSK çok iyi koruduğu için ben saf değiştirdim,” demekteydi. Bizim sendika yöneticileri Erol’a öyle güvenmişlerdi ki sendikaya bazen onu nöbetçi diye bırakmaktaydılar. Erol tüm üye fişlerini çalıp Türk Metal’e götürdüğü ortaya çıkınca sendika yöneticilerini iyi aldattığı anlaşıldı.
Sendikamız yeniden üye kayıt fişleri düzenlemek için tüm işçileri sırayla sendikaya çağırmaya başladı. Toplu sözleşmeyi yapmak için Türk Metal; “İşçilerin tümü bize üye, yetki bizimdir,” diye fabrika yönetimine başvurmuştu. Bizim sendika ise noter getirtip noter kanalıyla Türk Metal üyesi olmadığımıza dair yazı alıyordu. Sanırım o dönem 7300 civarı işçi çalışmaktaydı ve Türk Metal’in üye sayısı 500’ü geçmemekteydi. Bizim sendika 5000 civarı noter tasdikli üye olmadığımızı belgeleyen dokümanları yeniden düzenleyip toplu sözleşme yetkisi almak için başvurdu. İktidarda Milliyetçi Cephe hükümeti vardı. Sendika yöneticileri ve DİSK avukatları devletin bu hazırlığını ya göremediler ya da etkisiz kaldılar. Fabrika yönetimi toplu sözleşme yetkisini Türk Metal’e verince tepkiler oluşmaya başladı. Bizler her sabah fabrika girişinde bildiri ve işçi gazetesini dağıtıp protesto ediyor, faşistleri fabrikaya sokmuyorduk. Sendika binasındaki toplantılarda Maden İş avukatları: “Hiç merak etmeyin mahkeme kanalıyla yetkiyi alacağız,” demekteydiler. İş mahkemeleri konusunda DİSK’in önemli bir avukatı olan Müşir Kaya Canpolat da Seydişehir’e gelip davayı takip etmeye başladı. Müşir Kaya Canpolat bir dönem İstanbul Barosu başkanlığı da yapmıştı.
Devletin Orta Anadolu ve özellikle dinci ve sağcı muhafazakârların çok yoğun olduğu bir bölgede, sınıf sendikacılığı ve devrimci mücadelenin gelişip Konya ve ilçelerini etkilemesi, onlar için kabul edilemeyeceğini sonradan öğrenmiştik. Orta Anadolu ve Konya’da gelişen Devrimci mücadeleyi engellemek için Seydişehir’in ezilmesi gerektiğini, sivil faşistlerin elleri ve kollarının serbest bırakıldığını, ne bizim sendika yönetimi ne de DİSK yöneticileri ne yazık ki tam anlamadılar, bağımsız mahkemelerden dem vurup medet uman bir konuma savruldular.
Fabrika önünde faşistlerle her çatıştığımızda aramızda olan Cihanbeylili iskâncı Kürt Mehmet faşist grup içindeki birine taşlar atıp Kürtçe küfürler savurarak bana; “Bu Erdal Kürt ve Şereflikoçhisarlı, içimizden çıkan bir hain, önce bunun kafasını ezmeliyim,” der ve attığı tüm taşları Erdal’a doğru atmaktaydı. Bir iskâncı Kürdün faşistlerle birlikte olmasına tepki duymaktaydı. Aralık ayı sonlarında kaldığım işçi sitesine; faşistler fabrika kapısını tutmuş, onlardan olmayanları içeri almıyorlar, haberi gelince yüzlerce işçi siteden fabrika önüne koştuk. Elimizde taş ve sopalarla onları fabrika girişinden uzaklaştırmak için çatışmaya başladık. Başlarında yine Hergün gazetesi muhabiri Erdoğan Aslıyüce vardı. Onları geriletirken aniden üç veya dört el silah sesi faşist gruptan üzerimize sıkıldı. Hemen önümde duran Niğdeli Mustafa bacağından yaralanmış, silah patlaması üzerine biraz geri çekilmiştik. Tekrar toparlanıp üzerlerine giderken yolu da kapatmıştık. İçinde üç faşistin bulunduğu bir taksi kalabalığı yarmak isteyince arabayı ters çevirmeye çalışırken şoför; bir yaralı var hastaneye yetiştirmeliyim, söyleyince geçmesine izin verdik.
Kurşunlar bize doğru sıkılmıştı, faşistlere yönelik elimizde taş ve sopadan başka bir şey yoktu. Bizden yaralanan Mustafa’yı Tokat Zileli Celal hemen kenara çekmiş sendika arabasıyla Konya’da sosyal sigortalar hastanesine götürülmüştü. Faşist grup fabrika idare binası ve giriş kapıların olduğu demir parmaklıklı kapıya doğru çekilirken bir kısmı idare binasından, diğerleri de ana girişte bekçiler tarafından içeri alındı. Bizler geldiğimizde hem idare binası kapısı hem de fabrika ana giriş kapısı kapanıp bekçiler bizleri içeri almadılar. Bizler bir süre fabrika önünde slogan atıp beklememize rağmen içeri alınmama emri olduğunu kapıya yığılan bekçiler söyledi. İçeriye alınan faşist grup tüm fabrika ünitelerini basıp; bir arkadaşımızı vurdular bahanesiyle onlarca devrimci arkadaşı demirlerle yaraladılar. Ağır yaralılardan biri de Elazığ Madenli babamın dayısı oğlu Hasan Özdemir’di. Fabrika bekçileri faşistlerin bu saldırılarına hiç engel olmadılar.
Bir kısmımız işçi sitelerine, diğer bir kısım arkadaşlarla sendika binasına gittik. Sendikaya geldiğimizde Seydişehir Ülkü Ocakları Başkanı Hasan Kadıoğlu’nun vurularak öldüğünü duyduğumuzda şaşırmıştık. Üzerimize üç veya dört kez ateş açılmış, bir arkadaşımız yaralanmıştı. Bu arada fabrika içinde faşistlerin terör estirdikleri haberi gelmişti. Sendika yönetimi; şehirde kalabalık bir grup adliye önünde biriktiğini, bizlere işçi sitelerine dönmemizi söyleyince çoğumuz dönerken ben ve üç arkadaş sendika binasına 500 metre uzaklıktaki her zaman gittiğimiz Bingöllü Höllo’nun kahvesine giderken bir polis arabası durup beni alıp emniyete götürdüler.
Emniyetin önü kalabalıktı, polis arabasından inerken polisler beni çekerek karakola girdik. Birkaç saat bodrumdaki nezarette kaldıktan sonra beni komiserin odasına getirdiklerinde odanın sivillerce dolmuş olduğunu gördüm. Seydişehirli bazı faşistler, gazeteci Erdoğan Aslıyüce ve hiç görmediğim birkaç sivil komiserin odasında bana tekme attıklarında resmi polislerden bir tepki görmeyip benim ifademi almaya kalkınca Komisere; “Komiserim bunlar sizin yanınızda bana neler yapıyor...” dediğimde komiser onlara sakin olmalarını söyleyip ifademi aldı. Ben komisere; “Lokantaya yemek için giderken beni aldılar, ben bir şey görmedim,” dedim. Ardından savcı odasına girip aynı şeyleri söyleyince savcı beni serbest bıraktı. Dış kapıya geldiğimizde polis kapıyı açıp “hadi git” derken adliye önünde toplananlar beni görünce merdivenlere çıkıp saldırmak istediğinde polise; “Bunlar beni linç edecekler, beni ölüme gönderiyorsun,” dediğimde o kapıyı kapatmaya çalışırken bende tüm kuvvetimle içeri girmek isteyip; “Komiserim!” diye bağırınca polis içeri girmeme engel olamadı. Bağırmamı duyan bir başka polis beni bodruma indirip arka kapıdan; “Bak kimse yok hemen kaybol,” deyince hızla uzaklaşıp evlerin bittiği ve bahçelerin olduğu yola doğru hızla nefes nefese koştum.
Arkama baktığımda kimsenin olmadığını görünce durup derin nefes aldım. Nereye gideceğimi düşünmeye başladım. Yatakhanelerimizin olduğu işçi sitelerin durumunu bilemediğimden bahçeler içinde ıssız bir evi Piranlı Höst tutmuş, orda bazen eğitim çalışması yapıyorduk. Bahçelerin arasından oraya doğru koştum. Evi bulup içeri girdiğimde nefes nefeseydim. Evdeki iki arkadaşa, olanları anlattım. Faşistlerin kendi adamını vurup insanları galeyana getirdiğini, bizden Mustafa’nın yaralandığını, emniyette başıma gelenleri anlattım. O gece orda yatıp sabah iki arkadaşla işçi sitesine gittik. Arkadaşlar benim ya polis karakolunda ya da hapiste olabileceğimi düşünmüşlerdi.
Adliye önünde toplanan kalabalık şehir içindeki sol parti ve dernekleri basıp cam ve kapılarını kırmışlar. Sendika binasına saldırıp kapı ve pencereleri kırıp içeri girdiklerinde Bozkırlı sendika yöneticisi silahın çekip mermiyi namluya verirken çıkan sesten korkup dışarı kaçmışlar. İşyerlerinde onlarca arkadaşı yaraladıklarını, sitelere saldırmaya cesaret edemediklerini, anlattılar. Faşistler provokasyonla bir sindirme hareketine girişmişlerdi. Yaralı olan Mustafa’yı hastaneye götüren Celal’i, polislerin Hasan Kadıoğlu’nu vurma şüphesiyle gözaltına aldıklarıhaberini aldık.
Seydişehirli olan CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ’ın geleceğini duyunca sendika binasına gittik. Mustafa Üstündağ önce sendika yöneticilerini dinledi. Ardından ben söz alıp; polis karakolunda resmi olmayan şahıslar olup polisler önünde benim ifademi almak isteyip dövdüklerini anlattım. Ertesi gün TV haberlerinde Üstündağ: “Seydişehir’de devletin olmadığını, karakol binasında sivil giyimli kişiler resmi polislerin yanında ifade aldıklarını” bir basın toplantısında anlattı. Ayrıca haftalık çıkan 7Gün Dergisi muhabirine de olanları anlattık. Çıkan yeni sayısı kapağında “Seydişehir’de devlet yok” diye bir başlık atmıştı.
Çok konuşulan Derin Devlet’i Seydişehir’de 1975’te görüp tanımış oldum.
(Devamı var.)
(*) Yusuf İmamoğlu 1970’lerde İTÜ’de devrimci öğrencilerle faşist grup arasında çıkan arbedede pencereden düşüp yaşamını kaybetmiş. Bir süre Vural Yıldırımoğlu’ndan şüphelenip tutuklanmış, ispatlanamayınca tahliye olmuştu.