Korku
Korkuyu tanımaktan söz ediyoruz. Her iki anlamıyla: onun mahiyetini, içeriğini anlamak, öğrenmek - ve onu, varlığını kabul etmek.
Salgının hayli gecikerek resmen ‘tanınmaya’ başladığı günlerde, Kemal’le (Can, Kemal Can) konuşuyorduk. Süregiden resmî ve sivil lâkaydinin arkasındaki ‘korku eksikliğinden’ yakındı Kemal. Cesaret değil. Önlem almaya, çare aramaya dönük çabadan beri tutan bir kayıtsızlık. Giderek önlemler ve tetiklik arttı ama hep gecikerek ve hep yarım, çeyrek - meselenin esası berdevam. (Evde kalma imkanı olmayan çalışanların, evsiz veya barınma koşulları berbat olanların korkusunun hiçe sayılması, ayrı bir korkunçluk…) Bu korku eksiği nedendi? Düz “cehalet” mi sadece? Bir yandan resmî korku salmaların (“terör”) ve fantastik korkuların kapladığı zihinlerin ve bilinç dışının, gerçekten korkulacakları göremez hale geldiğinden[1]; diğer yandan gündelik ideolojinin (“no problem/sıkıntı yok”), korkuyu öteleyen konformizminden bahsettik.
Derler ya… “Kork korkmazdan, utan utanmazdan.” İster dinî, ister seküler anlamıyla alın.
***
Korkunun filozofu diyebileceğimiz Günther Anders’i anmanın zamanıdır.[2] Anders, çok sevip saydığı umudun filozofuna, Ernst Bloch’a kızıyordu. Umut besleyecek halimiz yoktu çünkü onun kanısınca, insanlığın umudu ve ütopyayı değil korkuyu aktive etmesi gerektiğini düşünüyordu. Korkmak, insanlık için bir görev, bir ödevdi ona göre.
Günther Anders, bu davasını 1956’da yazdığı İnsanın Eskimişliği kitabında[3] ortaya koyar. Özgün diline -Kıvılcımlı’yı da anarak!- sadakatle, İnsanın Antikalığı diye de çevirebiliriz. Anders’e korkunun bir insanlık görevi olduğunu düşündürten temel sebep, nükleer savaş ve yıkım tehlikesidir. O dönemde yakın ve âcil bir tehdittir bu. Bir bakıma kıyamet koşullarıdır. Ama nükleer tehdit münferit bir hadise değildir. Anders, nükleer tehdidi doğuranın, yapısal, sistemsel bir sorun olduğu kanısındadır. İnsanların yapmaya muktedir oldukları şeylerle ilgili muazzam gelişme ile, yapıp ettikleri üzerine düşünme ve onun etkilerini hissetme kabiliyetleri arasında gitgide büyüyen bir açık olduğunu düşünür. Güçlü bir teknoloji eleştirisi yapar; modern teknolojilerin “duygu bütçemize” yaptığı müdahaleleri sorgular. Uçak korkusu diye bir şey varken, çok daha yaygın ve devamlı bir tehlike olan otomobile binmeyle ilgili bir korkunun olmamasındaki paradoks, bunun bir alâmetidir ona göre.[4] “Duygusal bakımdan cahil, hayal gücü bakımından legastenik,[5] ahlâkî bakımdan budala” hale gelmişizdir.
İnsanî kabiliyetlerdeki bu zayıflamayı, bu gerilemeyi, “korkunun cahili” olmuş olmamızla özetler Günther Anders. Çağımız, korkuya yeteneksizlik çağıdır. Yerleşik düzen ve hayatın bizi içine gömdüğü konformizme karşı, korkumuzu bastırmamamız, onu “kültive etmemiz” gerektiğini savunur. Korkunun öznesi olan, henüz ‘sivrilip’ Ben olmamış İd’e, idrakin motoru olarak hakkını vermeliyizdir. Gelen kıyamete (veya isterseniz büyük tehditlere, diyelim) karşı körleştiren korku korkusuna, korkudan korkmaya karşı uyarır – esas korkulacak şey, odur! Korku üzerine çok konuşuluyorken buna karşılık pek az insanın korkusundan, yani gerçekten korkusunun sevki ile konuşuyor olmasını da, duygusal ‘bozunmamızla’ alâkalı bir problem olarak görür. Müreffeh toplumlar açısından bunun ta dibinde, özgürlük korkusu vardır ona göre; boş zamanın ona sunduğu boşluğu dolduramama korkusu. [6]
Burada konumuz değil, ama kurulabilecek fikrî yakınlıklarla ilgili küçük bir parantez açayım. ‘İlk bakışta,’ bir uçta Frankfurt Okulu’yla öteki uçta Heidegger’le yakınlığı kurulabilir Anders’in. Hocası Heidegger’e, “hayata düşman” bir “kaçış” felsefesi kurduğunu düşündüğü için çok mesafelidir.[7] Frankfurt Okulu’nun ‘babaları’ ise biraz sinik kaçarlar onun bakış açısından, Anders daha alarmcı, ‘velveleci’.
Anders’in fikirlerinin, 1970’lerde ekoloji hareketinin oluşumunda fikir ve ilham kaynaklarından biri olduğunu da ekleyeyim.
***
Aslında, Anders’in zamanında korku hiç yok değildi. Şedit bir komünizm korkusu vardı mesela, üstelik dört koldan beslenen, sürekli yeniden üretilen bir korku. Bizzat, Anders’i alarma geçiren nükleer tehdit korkusunu ikame eden, onu bastıran bir korku. İnsanî korku kabiliyetini ‘bozunuma’ uğratan, gerçekten hayatî olanla ilgili varoluşsal korkudan bizi alıkoyan ‘yanlış’ korku diyebiliriz, Anders’in bakış açısından.
Corona salgınının da bize saldığı türden, salması gereken türden, varoluşsal korku: insanı ezelden beri kıran geçiren salgınlar döngüsünü hatırlatan,[8] insanın kırılganlığını hatırlatan korku… iklim kriziyle, dünyayı hor kullanmakla, tüketim kültürüyle, “hayat tarzı” ile, “sistem”le, kapitalizmle ilgili korku…
“Yine yenil, ama daha iyi yenil!” düsturundan ilhamla, “Yine kork, ama daha doğru kork!” demeli, belki.
Bir 10. sınıf öğrencisi (15 yaş), bir korku anketine şu cevabı vermiş: “En başta Allah’tan korkarım. Fenerbahçe maçına gidip de bilet bulamamaktan çok korkarım… Hoşlanmadığım ve korktuğum şeylerden birisi de arkadaşlar içerisinde bir kişi tarafından mahçup duruma düşürülmekten korkuyorum. Annemi babamı ve ailemi çok sevdiğim için onları kaybetmekten korkuyorum. Buse’yi kaybetmekten korkuyorum.”[9] Gerçi Allah’tan, Fener’e, Buse’ye uzanan bir sıralama var ama ergenlik buhranları içinde korkuları tasnif etmekte ‘sıkıntı yaşanabilir’ –yetişkinlikte ve toplumsal, siyasal düzlemde, tasnif ölçüsünün dağılmasından sahiden korkmak lâzım. Ve ‘doğru’ korkuları tayin etmek, doğrudan siyasî bir mesele.
Uzmanları, “risk ehliyeti”nden, tehlike veya güvensizlik matematiğine hakim olmaktan söz ediyor; korktuğumuz şeyden niçin korktuğumuzu bilme, öğrenme, üzerinde düşünme gereğine dikkat çekiyorlar.[10] Belirli bir nedeni olan korkunun, nesnesi belirsiz kaygıya dönüşmemesi için de lâzım.
İsterseniz, “haşyet”le bağlantılı düşünün; kimisi için dinî, kimisi için sekülerleştirilmiş anlamda, bilmeye dayalı, saygıyla karışık korku…
***
Korkuyu tanımaktan söz ediyoruz. Her iki anlamıyla: onun mahiyetini, içeriğini anlamak, öğrenmek - ve onu, varlığını kabul etmek.
Kabul etmek, teslim olmak anlamına gelmiyor. Nilgün (Toker, Nilgün Toker), korkunun insanı ahlâksızlaştıran etkisini anlatıyor konuşmalarında. Eğer eylemimizin ilkesini belirleme iradesinden vazgeçmeye yol açıyorsa, bu gayrı ahlâkîdir çünkü. Psikanalizde korku sonucu iradenin sakatlanması denen durum.
Zaten cesaret, ancak korkuyu tanıyarak mümkün değil mi? Cesaretin ergence korkusuzluktan, veya kollanıyor kayırılıyor, arkalanıyor olmanın verdiği cür’etkârlıktan farkı, korkulacak şeyi bilerek, ‘tanıyarak’ iradî tavır geliştirmek, korkulan şeye karşı öyle veya böyle bir şey yapmak, Yine psikanalizin tarifiyle: “Umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisi.”[11]
***
Korkuya karşılık gelen İngilizce fear kelimesinin etimolojik kökeninde “tehlike, tehdit, pusu, tuzak” anlamları var. İngilizcenin de kökeninde yatan eski Almanca karşılıklar, “darlık, daralma hissi”ne de uzanıyor. Korku kelimesinin eski Türkçedeki kökeni (korkı), daha ‘pro-aktif’ bir anlam taşıyor: korunma güdüsüyle davranma, korunma, saklanma...
Ötüken Osmanlı Türkçesi Sözlüğü’ne göre “korkutma”nın ikinci ve kutsal anlamını not edelim: “Allah’ın emirlerini bildirerek insanları uyarmak.”
***
Buradan korku salma bahsine geçebiliriz. Korku salmak, korkutmak, kadim bir iktidar tekniği. Korku efsanelerinin de güçlü bir üreticisi olarak, en az rıza üretim teknikleri kadar eski ve bizzat rıza üretiminin de muhtemelen en dayanıklı dayanağı. Korkunun yeniden üretimi, “devlet olma zanaatı”nın olmazsa olmazı. Ve “kendi çıkarlarından gözü dönmüş bir devlet, sahiden de büyük bir korku kaynağıdır.”[12] Her zaman…
“Korku rejimi,” “korku kültürü,” “korku iklimi,” “korku habitatı,” Türkiye’nin de ‘başında’ olan korku salma pratiklerinin sosyal teorideki görünümleri, kavramları. Yine Anders’in bahsettiği ‘sahih’ korkudan uzaklaştıran, onun kastettiği anlamda “korkudan korkutan” pratiklerden söz ediyoruz.
Peki, bundan siyasî düzlemde gerçekten yeterince söz ediliyor mu? Korkuyu yenmekten, haklı olarak, yüreklendirmek üzere, söz ediliyor; fakat korkuyu az evvel bahsettiğim her iki anlamda tanıyan bir siyasal gayrete ihtiyaç yok mu?[13]
***
1950’lerin, tek-parti rejimine kahreden liberal-demokratizm söyleminden bir örnek aktaracağım. Demokrat Parti Diyarbakır milletvekili İhsan Hamit Tiğrel’in 26 Mayıs 1954 tarihli Meclis konuşmasından: “Bugün memleketimizde Şark vilayeti halkı da, Ruzvelt’in dediği gibi korkudan kurtulma hürriyetine sahip olmuştur. Korkudan kurtulma hürriyetinin ne demek olduğunu o devir içinde yaşamış olanlar çok iyi bilirler. Bir vatandaş, akşam evine gittikten sonra sabah kalkıp da nereye gidileceğini bilmemezlik gibi bir korkunun, bugün bu demokrasi idaresi sayesinde ve bilhassa son devir icraatının müspet tezahürü karşısında yeri kalmamıştır.”[14] Biliyoruz ki o kadar her şey çok güzel olmadı tabii. Ama hele konu “Şark vilayetleri” olunca, bu naif ve manipülatif söyleme biraz daha hoşgörülü bakabiliriz.
Her halükârda, “korkudan kurtulma hürriyeti”nin altını çizelim. Daha iyisi, az evvel alıntıladığım psikiyatri mütehassısı nasıl söylüyordu: “kendi çıkarlarından gözü dönmüş devlet”in korku salma zulmünden kurtulma hürriyeti, diyelim biz buna. “Vatandaşı korkutma! İnsanları korkutamazsın!” gibi bir şiârla… Ki doğru korkuların üzerine gidebilelim. Çünkü, sahiden korkacak şeyler var.
[1] “İktidardan gitme” korkusunun, bütün korkuların ve ‘en hakiki’ korkuların üzerine çıkan, onları hissedilmez hale getiren ‘temel içgüdü’ haline gelmesini de ekleyelim. Mesela 26 Mart’ta T24’te Mehmet Y. Yılmaz, buna dikkat çekiyordu.
[2] Hakkında yapılan bir çalışma, Kara Ontoloji adını taşır: Rüdiger Lütkehaus, Schwarze Onthologie – Über Günther Anders, Klampen Verlag, 2002. Anders’in, Hannah Arendt’in ilk eşi olarak bilinme ihtimali daha yüksek!
[3] Die Antiquiertheit des Menschen, Münih, Beck 1980, s. 278. Türkçesi: İnsanın Eskimişliği. Çev. Herdem Belen - Hüseyin Ertürk. İthaki Yayınları, İthaki Yayınları, İstanbul 2018.
[4] Konrad Paul Liesmann, Günther Anders, C. H. Beck, Münih 2002, s. 191 ve 151-152.
[5] Eylemin düşünce hızının gerisinde kaldığı, anlama “bozukluğu” da içeren bir araz.
[6] Die Antiquiertheit des Menschen, s. 48-74, 138-139 ve 264.
[7] Konrad Paul Liesmann, Günther Anders, s. 22-23.
[8] Andrew Nikiforuk: Mahşerin Dördüncü Atlısı. Çev. Selahattin Erkanlı, İletişim 2018 (7. baskı).
[9] Emine Gürsoy Naskali, Korku Kitabı (Kitabevi, İstanbul 2014) adlı derlemesinde, ergenlerden yaklaşık 300 sayfa dolusu “korku hikâyesi” derlemiş, bu anlatım oradan (s. 676).
[10] Max Planck Enstitüsü Risk Uzmanlığı bölümü yöneticisi Gerd Gigerenzer’in yazısı:
https://gegenblende.dgb.de/artikel/++co++d741e588-683d-11ea-9092-52540088cada
[11] Rollo May, Yaratma Cesareti, çev. Alper Oysal. Metis Yayınları, İstanbul 2015, s. 40.
[12] Salman Akhtar, Acının Kaynakları. Çev. Elif Okan Gezmiş. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2017, s. 20.
[13] Toplumsal Araştırma ve Özgün Düşün Merkezi’nin 2017 Mart’ında düzenlediği “Politik Korku ve Korku Politiği” konulu küçük bir sempozyum, iyi bir istisnaydı.
[14] akt. Diren Çakmak: Hürriyet Partisi (1955-1958). Libra Yayıncılık, İstanbul 2016, s. 397-8.
Birikim Dergisi
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.