Kamil Sümbül

Kamil Sümbül

yazar
Yazarın Tüm Yazıları >

KURDİSTAN GEZİSİ VE 7. KİTAP FUARINDAN İZLENİMLER - 5: DİYARBAKIR’A DÖNÜŞ VE GÜNEY KÜRDİSTAN GÖZLEMLERİM

A+A-

Süleymaniye’den çıkarken yol direklerine asılan şehit Peşmergelerin resmine bakıyordum. Süleymaniye’yi geçince yolun kuzeyindeki bir yerde kale gibi bir bina gördüm. Yusuf Ziya daha önce buraya geldiğinden bana; ‘bu kale gibi olan yer, Saddam’ın karakoluymuş, peşmergeler ağır kayıplar vererek ele geçirdiğini’ söyledi. Kafamda Süleymaniye’yi düşünüyordum. Güneye gelmeden bir iki yıl önce Süleymaniye’deki bir gösteride; ‘’devlet istemiyoruz maaş istiyoruz’’ slogan ve pankartlarını gördüğümde; yurtseverlik, ulusal değer ve vatan Kürdistan konusunda duyarsız oldukları bende hayal kırıklığına neden olmuştu. Ayrıca Mam Celal’in toprağa verildiğinde, tabutuna sarılı olan bayrağın dışında kalabalıkta hemen hiç Kürt bayrağı televizyon ve internet görüntülerinde görememiştim.

DAİŞ Kürdistan’ın Şengal ve Mahmur bölgesine saldırıp kan gövdeyi götürdüğünde, Süleymaniye’den yayın yapan televizyonların sanki hiç bir şey yokmuş gibi dizi filim göstermesini de ayrıca yadırgamıştım. Referandumdan önce de fazla bir hareketlilik yoktu, son günde Mesut Barzani’nin Süleymaniye mitingi, gerek Goran gerek Yekiti Niştiman desteklerini açıklarken Süleymaniye’deki evet oyları Kürdistan genelindeki oy oranının altında çıkmıştı. Hâlbuki referandumda gelinen süreç; tüm parçalardaki Kürtleri birleştirmiş ve ortak tavırlarımızla bir ulus olduğumuzu göstermiştik. Referandum, yüzyıldır Kürtlerin hayali olan bir devlete kavuşmasına açılan bir kapıydı. Bayrak konusunda ise farklı görüntülerle karşılaştım. Süleymaniye’de bolca bayrağımızın dalgalandığını gördüm ayrıca Ezmir dağı eteğinde ise ala renginle süslenmiş büyük bir Kürdistan haritası uzaklardan bile gözükmekteydi.

Kek Hemin arabasıyla Süleymaniye’yi gezdirirken Hero Xan’ın kaldığı köşk mü saray mı, upuzun duvarları ve korumalarıyla, Hewler’deki Neçirvan Barzani’nin sarayından geri kalmamaktaydı. Ortadoğu’daki tüm diktatörler ve totaliter yöneticiler, kendilerini halkından korumak için duvarlarla çevrili büyük mekânlar yapmaktalar fakat bir Ulusal Kurtuluş Savaşı veren Kürt liderler ise daha mütevazı yerlerde kalamazlar mı, sorusu kafamda şekillendi. Hewler’e doğru giderken güneyde yaşanan son 40 yılı düşünmeye başladım. Güney Kürdistan büyük acılar ve travmalar geçirmişti: 1980’lerin başında başlayan Enfal katliamları, 1988’de Halepçe’ye atılan kimyasal bombalar sonucu 6000 civarı Kürd’ün yaşamını yitirmesi ve kadını, çocuğuyla dağlara kaçıp Türkiye ve İran sınırlarına dayanmaları, 1991’de Kürtler Kerkük de dahil tüm güneyi kurtarmalarına rağmen ABD’nin Saddam askerlerini ve helikopterlerini durdurmamasından dolayı, ağır silahlara da sahip olamayınca yeniden dağlara kaçış ve binlerce kayıplar vermişlerdi. Kürtlerin mağdur olan hâlleri tüm dünyaca izlenince BM tarafından 16. Paralelin kuzeyi Güvenlik Bölgesi ilan edilmesi ve Saddam askerlerinin o bölgeye sokulmamasıyla Kürtler kendi topraklarına dönebilmişlerdi.

1990’ların başında Güney Kürtlerinin kendi kendilerini yönetmeye başlaması, seçimlere girip parlamento açıp hükümet kurmaları tüm Kürtler için büyük bir umut olmuştu. Ama ne yazık ki çevresi vahşi çakallarla dolu devletler Kürdistan’ı içten kışkırtıp yine kardeş kavgasına girişip kaç yıl yine birbirini vurmuşlardı. 1996’da Yekiti Niştiman darbe yapıp Hewler’e el koyarken KDP ise yine Irak askerlerini Kürdistan’a sokup Hewler’i geri alınca yine kırılmalar olup yürekler yaralanmıştı. Günümüze kadar ikili yönetim, işlevi sınırlı bir parlamento, iki ayrı ordu, iki ayrı maliye, vergi sistemi yok, petrol paralarını ve gümrük kapılarını denetleyen kurum ve bir bütçe yok, demokratik bir seçim kurumu yok. Partilerin seçim listelerine baktığımızda ne Talabani ailesinden, ne de Barzani ailesinden kimse listede yok fakat listeleri kendileri tayin eden ve sanki ömür boyu sultanmışlar gibi seçilenlere bir memur gibi bakmaları da parlamento sistemlerinin tıkanmasının bir diğer nedenidir. Birkaç yıl önce seçilmiş parlamento başkanını Hewler’e sokmamak nasıl açıklanabilinir. Ekonomik olarak Türk firmaları piyasaya egemen, kaç Türk askeri üssü var bilen yok. Örgüt ve aile çıkarları Kürtlük ve Kürdistaniliğin önüne geçince elbette ki durum böyle olur.

Biz tüm parçalardaki Kürtler tarihimizde son bir kaç yıl içinde iki kez bir ulus gibi davranış gösterebildik. Birincisi, DAİŞ Kobani’ye saldırdığında tüm Kürtler kalbimizle ruhumuzla Batı Kürdistanlılarla birlikte olduk, Güney Hükümeti ve Mesut Barzani’nin özel çabalarıyla bir peşmerge gurubu ağır silahlarıyla, uluslararası güçlerin Türkiye’ye baskısıyla kuzeyden geçerken gösterilen coşku hâlâ gözümün önündedir. İkincisi ise, Referandum hazırlıkları yapılırken Kürtler için atılan ve bağımsızlığa giden meşru yol olan referandum döneminde yine dört parçadan Kürtler tek bir yürek, tek bir ruhi şekillenme göstermiştik. Ardından da iki kez yine ulus olamamanın sendromunu yaşadık. Birincisi, Afrin’i Türk ordusu işgal ettiğinde dünyada yine yalnız kalıp sahipsiz ve dünyada hâlâ anti-Kürt nizamın devamının bizlerde yarattığı travma. İkincisi ise Kürdistan tarihinde bir ihanet olan; Talabani ailesinin bir bölümü, referandumdan birkaç gün sonra kontrol ettiği peşmerge grubuyla İran, Irak hükümeti ve Haşti şabi gruplarıyla Kerkük’e saldırıp Kerkük’ü Kürdistan bölgesinden ayırıp Irak devletine teslim etmesidir. Örgüt, aile, aşiret çıkarları yine ulusal, Kürdistani çıkarların önüne geçmiş, onları düşmanıyla işbirliği yapacak duruma getirmişti. Kerkük’ü Irak’a teslim edenler daha doğmamış Kürt çocuklarının geleceğini bile karartmasıyla tüm parçalardaki Kürtlerde büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Belleklerimizde hâlâ taze olan diğer bir kırılma ve sendrom ise; Şengal bölgesindeki Êzidi Kürtlere DAİŞ saldırmaya başlamasıyla oradaki peşmerge güçleri çarpışmadan yerlerini terk etmesi ve Êzidi kardeşlerimizi kendi başlarına bırakması da ayrı bir hayal kırıklığıdır.

Güney Kürtleri her ne kadar sık sık kararlar alıp ortak yönetim için çabalar gösterse de bana göre hallerinden memnun gözüküyorlar. Özellikle Talabani ailesini götürüp Süleymaniye’de şimdi müze olan Emna Suraka’daki işkence odalarında birkaç gün yatırmak lazım ki, nasıl bu rahatlığı kimlerin sırtından kazandıklarını kafalarına koysunlar. Aynısını Hewler’in giriş çıkışlarındaki şehit peşmerge resimlerinin önünden saçları jöleli başkan Neçirvan Barzani’yi her sabah geçirtmek lazım ki nasıl bu federal statüye kimlerin sırtına basarak geldiklerini, koca saraylarda nasıl oturabildiğini anlatmak lazım. Bizi Süleymaniye’ye götüren şoför ve konuştuğumuz birkaç kişi; ‘Saddam dönemi daha iyiydi, para çok, mal çok’, dediğinde kan beynime sıçramaktaydı. Güney Kürdistan’dan 1990’lardan 2015 yılına kadar binlerce Kürt genci kaçak yollarla, bin bir türlü riskleri göze alarak batı Avrupa’ya gelip iltica etmişlerdi. Bulunduğum şehir olan Kalmar’da yüzlerce iltica eden Kürt gençleri vardı. Güneyde ise; restoran, hotel, temizlik gibi işler için Bangladeşli, Pakistanlı gençler gelip çalışırken Avrupa’ya çıkamayanlar parklar ve kahvehane önlerinde nargile çekip savururken, Avrupa’ya çıkanlar ise en pis ve yorucu işleri yapmaktadırlar. Üretim yapılan yerlerde çalışmak galiba güneyli gençlerimiz için ayıp kaçıyor fakat Avrupa’da ise her türlü zor işleri yapmak ağırlarına gitmiyor demek.

Her ne kadar bir haftalık gezi izlenimiyle Güneyi tam değerlendirmek mümkün olmasa da yıllarca gelişmelerini yakından takip eden, gelen gidenlerle devamlı konuşan biri olduğumdan bu düşüncelerimi yazıyorum. Bir de çok merak ediyorum; ABD ve koalisyon güçleri oraları terk ettiğinde aç kurtlar gibi dişlerini gıcırdatan Türk, İran ve Irak orduları karşısında bu dağınık halleriyle ne yapabilirler? O sırça köşklerini koruyabilirler mi? Günü kurtarma psikolojisi ve Kürdistani amaçlarının zayıflığı, bir ulus gibi tek ruhla düşünememeleri, ben gelecekleri konusunda iyimser düşünemiyorum. Önemli bir şans; Mesut Barzani gibi hedeflerini net koyan, ulus ve Kürdistani duyguları taşıyan, taşıdığı misyonun bilincinde olan bir lider var, umarım uzun bir süre ona bir şey olmaz ve yönlendirme fonksiyonlarına devam eder.

Hewler’e vardığımızda bu düşüncelerim kafamdan geçmekteydi. Bizi getiren şoför ise gideceğimiz yerin ters tarafında bizi indirmek istedi ve beş şeritli yoldan, arabaların vızır vızır işlediği yoldan karşıya geçmemizi söyleyince kızmıştık. Arabadan inip başka bir taksiye binip Famili Mail’e geldik. Orada Yusuf Ziya’nın tanıdığı Bingöllü arkadaşla buluştuk. Gece ise saat 04.00’te uçağımız Diyarbakır’a kalkacaktı. Akşam yeni tanıdığımız birkaç dostla bir yerde oturup uzun uzun sohbet ettik. Güneydeki son gece bana hayatım boyunca unutamayacağım bir anı bıraktı. Kürtlerin bir parçasını tüm aksaklık ve eksikliği ile kendi kendini yönetmelerini görmek benim için gurur duyduğum bir durumdu. Gece 01.00’de Hewler Havaalanına gitmek için kalktık. Yine uzaktaki kapıda inip aramadan geçtik ve otobüs bekledik. Otobüs gelince Havaalanı ana binasına girip pasaport kontrolünden geçip uçağımızı beklerken karışık duygular içerisindeydim. Sabah saat 05.00’te doğduğum şehir olan Diyarbakır’a uykulu gözlerle indik.

 

img-2662.jpg

img-2690.jpg

img-2748-004.jpg

 

Önceki ve Sonraki Yazılar