KÜRDİSTAN’IN BABASI
İki yıl önce, seksen darbesinde içeriye alınanların pek çoğu ya işkencelerde sakat bırakılmış, ya öldürülmüş ya da doğduğuna bin pişman edilmişlerdi.
M.Şafi EKİNCİ
Beyaz bir Torosla almıştı sivil polisler onu. Hakkında şikâyet olduğunu söyleyerek, kendileriyle emniyete kadar gitmesi gerektiğini söylemişlerdi. Önce Emniyete, oradan da Siirt’e, Askeri Alaya götürmüşlerdi. Birkaç günlük gözaltı süresinden sonra da Diyarbakır Yedinci Kolordu’ya götüreceklerdi.
O gün Siirt’ten Diyarbakır’a askeri bir araçla nakledildiğinde yediği onca tekme, tokat ve hakaretten sonra, içerden kolay-kolay çıkmayacağını anlamış, onca yaşına rağmen kendi kendine direnme sözü vermişti.
İki yıl önce, seksen darbesinde içeriye alınanların pek çoğu ya işkencelerde sakat bırakılmış, ya öldürülmüş ya da doğduğuna bin pişman edilmişlerdi.
Askeri ring aracı Siirt’ten yola çıkalı bir saat olmuştu ama araçta bulunan on tutukluya bir ömür gibi gelmişti. Aracın sarsıntısından ve bunaltıcı sıcaktan, tutukluların dilleri-damakları kurumuş olmasına rağmen kendilerine su verilmemişti. Gözleri siyah bir bezle arkadan bağlanarak kapatılmış, biri birlerini görmeleri engellenmişti. Aralarında konuşmamaları gerektiği, ring aracına bindirilmeden önce sırtlarına indirilen dipçik darbeleriyle bildirilmişti.
Araç, yola çıktığında nereye götürüleceklerini bilmiyorlardı. Ancak uzun bir süre sonra onlara nezaret eden askerlerden birinin diğer arkadaşına yolun kalan mesafesini söylerken duydukları “Burası Üçyol. Diyarbakır - Siirt yolunun yarısındayız.” demesi nerede olduklarını anlamalarını sağlamıştı.
Yaşlı adam Üçyol kelimesini duyar duymaz bir an irkildi. Bu irkilme onu yetim geçirmiş olduğu çocukluğuna, gençlik yıllarına, köyüne ve o dönemlere, yaşadıklarına götürdü. O an arkadan kelepçelenmiş ellerinden de güç alarak dik durmaya çalıştı.
Demek ki Baykan ve Kozluk’u geride bırakmış Üçyol’a yetişmişlerdi.
Burası onun doğduğu, yaşadığı ve büyüdüğü bölgeydi. Bekira aşiretinin birkaç köyünün ardı Rışkota’ydı. Hemen sol taraflarından Batman’a kadar uzanan coğrafya Rışkota Aşiretinin topraklarıydı. Sağ tarafında bulunan köy de Zilan’dı.
Aracın içindeki bunaltıcı sıcaklık ve buralarla ilgili anıları onu ölüm kadar acı olan çocukluk günlerine götürdü.
Şeyh Sait isyanı bastırıldıktan sonra bu yöredeki aşiretler de baskına uğramış, köyleri yakılmış, yıkılmış, isyana katılanlar ya öldürülmüş ya da sürgüne gönderilmişlerdi.
Askerler Zilan Kubbesi’ni topa tutmuş, darmadağın etmişti. Civar Köyleri ateşe verdikten sonra yakaladıklarını ellerinden ve ayaklarından zincirle bağlayıp toplama yerlerine götürmüşlerdi. İsyancı belledikleri yetişkin erkekleri de süngüden geçirmiş cesetlerini köy meydanına taşımışlardı.
Kozluk’ta ise yapılanların, edilenlerin haddi hesabı yoktu. Mala Şeref’lerin isyanlarını duymayan kalmadığı için bütün bir soyun ortadan kaldırılması icap ediyordu. Anlatıldığı kadarıyla Kozluk’un hemen altından geçen Norşin Çayı, yakalandıktan sonra kafası kesilerek öldürülen isyancıların kanıyla kan kırmızı olmuş, kan akıyordu.
Askerler Rışkota Aşiretinin köylerini basmış çoğunu yakarak yok etmiş, Mala Xalo ve Mala Diyo’ların bulunduğu köylerde vahşet uygulamıştı. Osmanê Temo’yu uzun aramalardan sonra yakalamış, on sekiz akrabası ile kurşuna dizmişlerdi.
Ring aracının içindeki sıcaklığa tahammül edebilmek gittikçe zorlaşıyordu. Yaşlı adamın canı gittikçe daha çok acıyor, bu acılar beyninde ve yüreğinde büyüyor, kor halini alıyordu. Gözlerinden akan yaşlar ring aracının içindeki bunaltıcı sıcaktan göğsünde oluşan terle karışıyor, göğsünü bir başka yakıyordu.
Yüzünü bile hatırlayamadığı babasını o isyan günlerinde alıp götürmüşlerdi.
Şeyh Said İsyanı’na katıldığı için babasını da şimdi oğlunun gitmekte olduğu güzergâhtan götürüp Diyarbakır zindanlarına atmışlardı. Babası götürüldüğünde küçücük bir çocuk olan yaşlı adam şimdi de elleri kelepçeli, gözleri bağlı küçücük bir çocuk olmuş, kendine, coğrafyasına, halkına ve hallerine ağlıyordu.
Çocukken de bir keresinde böyle ağladığını hatırladı. Köyleri askerler tarafından ateşe verildikten ve babası alınıp götürüldükten sonrasıydı.
Amcası şehirden dönmüş, anneleri olmayan kardeşleri toplayarak babalarının Diyarbakır’da Şeyh Sait’le beraber asıldığını söylemişti. O günden sonra babasının neden asıldığını merak ederek büyümüş ve bu olayla ilgili duyarlılığını asla yitirmemişti. Zaten yakalanmasının sebebi de benzer bir sebepti.
Diyarbakır’a yetişinceye kadar çocukluğu, gençliği, evliliği, çocukları ve hayat mücadelesi bir film şeridi gibi geçmişti gözlerinin önünden.
Neden yakalandığını elbette biliyordu. Yerine-yurduna, hısım-akrabasına, babasına, Osmanê Temo’ya yapılanları asla unutmamış ve düzenle barışamamıştı. 1960’lı yıllarda doğan kız çocuğuna büyük bir cesaretle Kürdistan adını koymuş ve nüfus dairesine bu ismi kaydettirmişti. Yörede bu olayı duyan herkes onun bu cesaretine hayran kalmış ve ona duydukları saygı katbekat artmıştı.
Yaşlı adam, birilerinin saygısını kazananın, başka birilerinin de nefretini ve düşmanlığını kazanacağını çok iyi bilenlerdendi. O, korkunun çok insani bir durum, cesaretin ise korkuya rağmen doğruda diretmek olduğunu biliyordu. Ama korkunun erdemli ve onurlu yaşamanın bedeli olduğunu da biliyordu. Onun için de korkmaktan korkmuyordu.
O güne kadar bu ülkede kimse cesaret edememişti onun ettiğine. Kimse sahip olduğu onuru ve erdemi bu denli resmileştirmemiş ve şerefini göndere çıkarabilme yetisine sahip olamamıştı. Düzenden intikam alırcasına “İşte bu benim ve ben buradayım!” demişti yerini yurdunu yakan-yıkan anlayışa ve düzene.
Yedinci Kolordu’ya getirilmesinin üstünden iki ay geçmişti. Kötü koşullardan, gıdasızlıktan, pislikten bitmiş, tükenmiş, hastalanarak tüberküloz olmuştu. Bu süre zarfında ona ve oradakilere insanlık dışı muamelede bulunulmuş, her gün işkence edilmişti.
Bir gün askerler tarafından elleri arkadan bağlı bir şekilde yürütülürken bir merdiven başına getirilmiş, sırtına vurulan birkaç dipçik darbesiyle merdivenlerden itilmişti. Bu esnada birkaç dişi ve sağ el bileği kırılmıştı.
O gün, o merdivene yüzükoyun boylu boyunca yatırılmışken, hayatı boyunca haksızlığa ve zulme karşı verdiği mücadelenin ne kadar haklı olduğunu anlamış ve yaşamı boyunca doğru yaşadığının özgüveniyle botlarından kepine doğru bakıldığında gittikçe küçülen askerlere tebessüm etmekten geri kalmamıştı.
Diyarbakır Zındanlarındaki tutukluluk döneminde çok sayıda siyasi tutuklu gençle tanışmış ve onların sevgisini, saygısını kazanmıştı. Bu gençler farklı Kürt örgütlerinden gelen yurtsever “welatparêz” gençlerdi. Her tür işkenceye maruz bırakılmalarına rağmen hala dimdik ayakta durmalarına hayret ediyor, onlara duyduğu hayranlık gün geçtikçe yerini saygıya bırakıyordu.
Sabah içtimasıyla başlayan ve gece geç vakitlere kadar süren, zorla öğretilmek istenen marşlarla, coplarla, hakaretlerle, aşağılanmalar ve işkencelerle geçen ikinci üç ayın sonuna gelmişti. Bugün ilk defa askeri mahkemeye çıkarılacaktı. Ya ceza yiyerek Mazlum Doğan’ların, Ferhat’ların yaşadığı cehennem olan Diyarbakır cezaevine gidecekti ya da beraat edecekti.
Elleri arkadan kelepçeli bir şekilde ağır, aksak adımlarla askerler tarafından mahkeme salonunun önüne getirilmişti.
Yaklaşık bir saat ayakta bekletilmiş, sonra da içeriye itilerek askeri mahkeme heyetinin önüne çıkarılmıştı.
Askeri hâkim yaşlı adamı gözlük altından aşağıdan yukarıya doğru süzdükten sonra ona yerine, karşısına geçmesi için şöyle seslenmişti. “Gel bakalım Kürdistan’ın babası!”
Bunu duyan yaşlı adam bir anda değişmiş, dünyanın en mutlu insanı halini almıştı. Önce omzunu yukarı doğru kaldırarak başını dikleştirmiş sonra kendinden emin adımlarla hâkimin karşısında yerini almıştı.
O güne kadar çektiği acılar bitmiş, bir bayram sabahı uyandığında annesi tarafından başucuna bırakılmış bir çift lastik ayakkabı, yeni bir pantolon veya bir torba şeker görmüş bir çocuğunki kadar sevinçle dolmuştu yüreği.
Hayal-meyal hatırladığı babasının boynuna küçücük kollarıyla sımsıkı sarılıp kokusunu içine çekmiş gibi huzura ermişti.
Ağabeyleri ile beraber Mardin Kapı mezarlığında aradıkları, ancak hiçbir zaman bulamadıkları babalarının mezarını bulmuş, mezar başında okudukları Fatiha kadar yaradana yakın hissetmişti kendini.
Çünkü koskoca devletin mahkeme hâkimi ona “Kürdistan’ın Babası” demişti. Artık ölse de gam yemeyecekti…
Savcının iddianamesinden sonra yargılama yapılmış ve kızına koyduğu adın hemen değiştirilmesi istenmişti ondan. Aksi takdirde adı Kürdistan olan kızının on sekizine geldiğinde içeriye alınacağı tehdidinde bulunulmuştu.
Bir akşam vakti, içinde bir kaç dut ağacı olan ve yağmur yemekten çamur yığınına dönen kerpiç evinin bahçesinden içeri girmişti.
Evinin iki kanatlı demir kapısının önünde durmuş ağlamaklıydı yaşlı adam. Sakalı uzamış ve saçları kısacık kesilmişti. Yaşamı boyunca kendisini bu kadar kirli, bu kadar yalnız hissetmemişti. İç çamaşırlarının içinde gezinen bitleri ve ısırıklarını kaşımak için sadece bir elini hareket ettirebiliyordu. Diğeri kırılmış, sargıdaydı çünkü. Omuzları çökmüş, evinin kapısını göremeyecek denli yaşla dolmuştu gözleri. Ayakta durmakta, evine, yuvasına adım atmakta hiç bu kadar zorlanmamıştı.
Evin çift kanatlı demir kapısının üzerindeki lamba yandı bir an. Kapı açıldı ve elinde sofra beziyle evin küçük kızı Kürdistan belirdi. Göz gözeydi Kürdistan’la şimdi. Gördüğü bütün işkencelere rağmen, hâlâ babasının oğlu ve Kürdistan’ın babasıydı.
Bunun nasıl bir duygu olduğunu anlatamazdı kimseye...
Babası, bir güvenlik görevlisi tarafından Batman-Diyarbakır Caddesinde bir araçla ezilip öldürülünceye kadar bu duyguyu kızı Kürdistan da bilmiyordu…
Êhsanê Malêgir’in aramızdan koparılıp götürülmesinin üstünden otuz üç yıl geçti.
Biz babamızı, Êhsanê Malêgir’i-İhsan Ekinciyi hep yüreğimizde, ruhumuzda ve benliğimizde yaşattık; ve yaşatacağız…
Ruhun şad olsun!
Sen rahat uyu Kürdistan’ın Babası…
M.Şafi EKİNCİ (Ehsanê Malêgir’in oğlu)
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.