Kürt direnişinin ve hafızasının mekânı olarak mezarlıklar
.
Bitlis ve Dersim örnekleri, karşı hafızanın titizlikle inşası, neden yeni mezarlıklar? Barajlar ve mezarlar; hafızayı suya gömmek? Dünden bugüne bir mücadele hattı: yas. Ekolojik yıkım ve nekropolitika.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan 2021'de başlayan panellerin altıncısı "Yas, Hafıza ve Politika" idi.
"Yas, Hafıza ve Politika" paneli 22 Ocak 2022'de gerçekleşti. Nesrin Uçarlar moderetörlüğündeki programa Murat Çelikkan, Gülsüm Elvan, Derya Aydın, Aslı Zengin katıldılar. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
"Türkiye'de ölülere yönelik şiddet", "Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor", "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" , "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" ve "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" başlıklı panelleri de buradan okuyup, izleyebilirsiniz.
1990'larda çatışmalarda hayatını kaybetmiş kişilerin yaslarından söz edeceğim. Orayı kısa tutarak, 2013 itibariyle Kürdistan'ın farklı kentlerinde inşa edilen, farklı tarihlerde hayatını kaybetmiş kişilerin defnedildiği mezarlıkların neden birer hafıza mekânı olduğunu anlatacağım.
Dünden bugüne bir mücadele hattı: Yas
Öncelikle, inisiyatif (Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi) olarak uzun zamandır bu konuda çalışma yürüttüğümüz için, yasların tutulamamasını epey dile getirdik ama bugün çok kısaca Kürdistan'da yas pratiğinden söz etmek istiyorum.
Kürdistan, 80'lerin ortasından sonra özelikle 90'larda yoğun biçimde şiddet coğrafyası haline geliyor. Çok fazla kayıp, çok fazla ölüm yaşanıyor. Bunlar çeşitli biçimlerde meydana geliyor. Hiçbiri normal seyrinde gerçekleşen ölümler değil. Bir taraftan zorla kaybetmeler, diğer taraftan işkencelerde hayatını kaybedenler, infazlarla öldürülenler var.
Ama bütün bunlarla beraber belki de en geniş skalayı oluşturanlar çatışmalarda hayatını kaybedenler. 90'ların ortasında çok yoğun bir biçimde yaşanıyor bu ölümler. Fakat bunlar uzun süre konuşulmuyor.
2000'lere kadar ve hatta günümüze kadar, ne çeşitli biçimlerde devam eden bu ölümler ne de PKK gerillalarının cenazelerine yapılan eziyetler konuşuluyor. Bu eziyetler de çok çeşitli, ama konuşulmuyor, gündeme gelmiyor.
Bunun en yoğun biçimi yasların tutulamaması meselesidir. Yasların kesintiye uğraması, definlerin, törenlerin yasaklanması, cenazelerin alınamaması. Kimi durumlarda uzun süre, üstelik yerleri bilindiği halde aileler gidip cenazeleri alamıyor. Yaptığım görüşmelerde çok çarpıcı bazı örnekler vardı.
Sason 1999, 2013
Örneğin 1999'da Sason tarafında toplu şekilde hayatını kaybeden gerillaların olduğu bir hikâye çok çarpıcı. Bir grup PKK’li 1999'da toplu biçimde hayatını kaybediyor. 18-20 kişi olduğu biliniyor.
Bölgenin de neresi olduğu belli, biliniyor, ancak çatışmalardan kaynaklı daha doğrusu “buralar güvenlik bölgesi” denildiği için cenazelerin alınması engelleniyor.
2007'ye kadar kimse buraya gidemiyor. 2007’de İnsan Hakları Derneği (İHD) ile beraber çeşitli kurumlar toplu mezarlarla ilgili bir çalışma yapıyor. Kurumlar ailelerle beraber oraya gidiyor ve kemikleri görüyorlar; çoğu defnedilmemiş, açıkta kalmış. O cenazeler de 2013’e kadar orada kalıyor. 2013’te bu kemikleri oradan toplayıp bu mezarlıklara taşıyorlar.
Definler
Bazı durumlarda cenazeler köylüler tarafından gizli biçimde defnediliyor. Bazen yine ailelere verilmediği için belediyeler bunları alıp defnediyor. Ama defnedilmeyip açıkta kalan örnekler de çok fazla. Yine ne yazık ki birçok yerde cenazelerin çöplüklere atılması söz konusu.
Kimi durumlarda dere kenarlarına defnediliyorlar. Yani bu şekilde ailelerin cenazelerini alıp defnedemediği epey uzun bir dönem var. Aileler uzun yıllar cenazelerin peşine düşüyor.
Tabii homojen bir toplumdan söz edemeyiz. Bütün aileler cenazelerinin peşine düşmüyor; kimi güvenlik kaygılarından dolayı ya da bir şekilde artık bağları koptuğu/kalmadığı için bu mücadeleyi yürütmüyorlar.
Örgütleniyorlar
Ama ısrarlı bir biçimde yıllarca çocuklarının cenazesinin peşine düşen insanlar var. Bunlar bir araya gelip örgütleniyorlar. Çeşitli kurumlar kuruluyor.
Bunlardan biri tabii Barış Anneleri. 1996'da kuruluyor, bir inisiyatif şeklinde. Ondan sonra, 2007’de MEYA –DER (Mezopotamya Yakınlarını Kaybedenlerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) kuruluyor. MEYA-DER’in yaptığı iş hayatını kaybedenleri tespit etmeye çalışmak, ailelere ulaşmak, cenazeleri layıkıyla defnedebilme ve yas tutmanın olanaklarını yaratmaktı. 2016’da dernek kapatıldı.
Şunun için bunu söylüyorum aslında, Kürdistan'da yas bir mücadele hattına dönüşüyor. Kayıplarının peşine düşenler -ki buradaki kayıp iki yönlü, hem hayatını kaybeden anlamında hem de cenazelerin kaybı manasında- mobilize oluyor. Çünkü insanlar cenazelerini alabilmek için bir araya geliyorlar, örgütleniyorlar. Cenazelerini almak için mücadele ediyorlar. Tabii bu süreçte devletin şiddetine de maruz kalıyor.
Yas hiyerarşisi
Bu dönemde, bugün de Türkiye kamusal alanında konuşulmayan çok ciddi bir mücadele var. Şöyle de bir durum var. Biliyorsunuz, Cumartesi Anneleri 1995’ten itibaren İstanbul'da zorla kayıplara ilişkin bir araya gelip Galatasaray Meydanı’nda taleplerini dile getiriyorlar. Ancak kamusal alanda PKK’lilerin ölümlerini konuşmak adeta bir tabu. Kamusal alanda bir yas hiyerarşisi söz konusu.
Aynı çatışmada hayatını kaybetmiş insanlar; bir tarafta askerler, diğer tarafta PKK'liler var. Askerlere ait ölümler şehitlik miti etrafında Türkiye'de kamusal alanda kutsanırken diğer tarafın ölüleri zaten ölümden sayılmıyor ve konuşulmuyor. Zaten kullanılan dil de çok açık biçimde bu ihmali ortaya koyuyor.
Öldürülen PKK’liler için “etkisiz hale getirildi” deniliyor. Yaşayanlara “terörist” deniyor. Öldürme fili yerine “etkisiz hale getirme” ifadesi kullanılıyor. Bakın hala “inlerine girme” ifadesi kullanılıyor. Bu ölü bedenler de “leş” olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla açık biçimde Türkiye kamusal alanında Butler’ın deyimiyle bir “yas hiyerarşisi” kurumsallaşmış.
Öte taraftan, Cumartesi Anneleri’nin mücadele deneyimi özelinde de bir yas hiyerarşisinden söz etmek mümkün. Örneğin Cumartesi Anneleri eyleminde zorla kayıplar dile geliyor, ama o eylemde de -kimi durumda hem çatışmada hem de zorla kaybetme sonucu çocuklarını kaybetmiş aileler var ama- zorla kayıp konusu dile gelirken PKK'li yakınların kaybı ya da kayıp cenazesi meselesi dile getirilmiyor.
Burada şunu görüyoruz: Katı bir yasak, tabu ve yas hiyerarşisi var. Yasa dayalı ciddi ve katmanlı bir ayrımcılık, hiyerarşi ve ihmal söz konusu -ki yas merkezli bu eylemde dahi PKK’lilerin ölümleri dile gelmiyor.
Ancak şöyle düşünüyorum, her ne kadar kamusal alanda açık bir biçimde bu mesele konuşulmamış olsa da Kürt toplumunda bu ölümler ve tabii söz konusu olan politik ölümler ciddi bir hafıza oluşturuyor. Politik ölümlere dair anlatılar ve mücadele bir hafıza oluşturuyor ve bu hafıza çeşitli kurumların etrafından kümeleniyor.
İşte MEYA-DER ve daha sonra kurulan MEBYA-DER (Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Aileler ile Yardımlaşma Dayanışma Birlik ve Kültür Derneği) ve ANYAKAR-DER (Anadolu Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) gibi kurumlar doğrudan cenazelere ulaşmaya, defnetmeye çalışan, ölülerin yakınlarına, ailelerine ulaşmaya çalışan, bu ölümleri kayıt altına almaya çalışan kurumlar.
Yani ihmal edilmiş bir grubun, bu ölülerin haysiyetini yeniden tayin ermeye çalışıyorlar. İşte 2013 yılı itibarıyla inşa edilen mezarlıklar bütün bu mücadele sonucunda inşa edilen mezarlıklar.
Barajlar ve mezarlar
Hafızayı suya gömmek
2013'te, biliyorsunuz, Türkiye devleti ile PKK arasında müzakerelerin sürdüğü bir dönemde Kürdistan'da mezarlıklar inşa edildi. Söz konusu mezarlıklar PKK'lilere ait mezarlıklar. Birer hafıza mekânına dönüşen mezarlıklar bunlar. Çoğunlukla sanki merkezi bir kararla bu mezarlıklar inşa edildi diye düşünülüyor.
Yine sanki cenazeler bir yerdeydi ve herhangi bir yerden bu mezarlıklara taşındı. Hayır, böyle değil, böyle olmadı. Bu mezarlıkların inşa edilmesi sürecini biraz anlatmak istiyorum. Yine bu mezarlıkların Kürt toplumsal hafızasında ne anlama geldiğini anlatmak istiyorum.
90'lar boyunca, Vedat Aydın'ın cenaze töreninde görülebileceği gibi, öldürülen siyasetçilerin veya direnişçilerin cenaze töreninde Kürt toplumsal hafızasının nasıl şekillendiğini görmek mümkün. Bu açıdan yas, esasen Kürdistan’da mücadele ve direniş hattına eklemleniyor.
Bu mezarlıklar da doğrudan hem fiziksel yapıları itibarıyla hem de o mekânlarda olup bitenler birer hafıza mekânına dönüştürüyor. Mezarlıkların yapısıyla, oraya giden insanların ziyaret etmesi ve oradaki sürdürülen faaliyetlerle o yapılara baktığımızda birer hafıza mekânı olarak okumak mümkün.
Sîsê/Yolçatı
İlk olarak Lice örneğinden söz etmek istiyorum. 2013 yılı Mayıs ayında Lice'de, Lice’ye bağlı Sîsê köyünde, Türkçeleştirilmiş ismiyle Yolçatı yakınında bir mezarlık inşa ediliyor.
Buralara kimlerin defnedildiğini belirtmek istiyorum: 90'lardan önce, 90'ların sonuna kadar farklı çatışmalarda hayatını kaybetmiş, belli yerlerde kalmış cenazeler toplanıp buraya getirilip bu mezarlıklara yeniden defnediliyor.
Kimi durumda ikinci defa defnediliyor, kimi durumda uzun yıllar açıkta kalmış kemikler ilk defa defnediliyor. Sîsê'deki mezarlığın kurulma nedeni esasen anlatılarda şöyle öne çıkıyor.
Bu dönem burada bir baraj inşa edilecek: Silvan Barajı. Bu barajın 2012'de yapımı başlıyor.
Hatta o dönem baraj çalışmaları başladığında buna karşı mücadeleler olmuştu. Lice ve yöre halkı “biz burada barajın olmasını istemiyoruz” şeklinde protestolar yapmıştı. Çadırlar kurulmuş ve eylemler yapılmıştı. Hatta baraj ve kalekol yapımını protesto eylemlerinin birinde, 28 Haziran 2013’te, Medeni Yıldırım hayatını kaybediyor. 2014’te de bu mezarlıkta dikilmiş Mahsun Korkmaz heykelinin yıkımı sırasında Mehdi Taşkın hayatını kaybetmişti.
Silvan barajı
Mezarlığın inşasına dair anlatılar Silvan Barajı’nın inşasıyla bağını ortaya koyuyor. Bu dönem burada olan PKK'liler, PKK’lilere ait bazı mezarların yerini biliyor. Bu barajın kurulmasıyla bu alanlardaki mezarların su altında kalacağını biliyorlar. Bu cenazelerin sular altında kalmaması için cenazeleri buradan alma, taşıma kararı alıyorlar.
Anlatılarda öne çıkan ve kaydettiğim kadarıyla, bu mezarlığın inşası böyle başlıyor. Yani merkezi bir karar olarak ortaya çıkmıyor. Daha sonra diğer kentlerde de benzer mezarlıklar kuruluyor. Hatta cenazeleri merkezi bir alana taşıma kararı alanlar barış sürecinin devam ettiği bir dönemde bunu riskli de buluyorlar.
“Bir barış süreci var, yeni başlamış, acaba biz böyle bir iş yaparsak süreci olumsuz etkiler mi?” kaygısı da taşıyorlar. Ancak bu riski göze alarak bu işe girişiyorlar. Yine anlatılarda şu ön plana çıkıyor.
Buradaki bir kişi, sorumlu olan bir PKK'li olduğu belirtiliyor, abisinin de içinde olduğu çatışmalarda hayatını kaybetmiş kişilere ait mezarların orada olduğunu biliyor ve bu cenazeleri alıp getirme kararı alıyorlar. Yani bu riski o kişinin göze aldığı anlatılarda öne çıkıyor.
Diyarbakır'ın Lice Sîse (Yolçatı) köyü yakınında PKK'lilerin mezarlarının bulunduğu "Şehit Hevidar ve Şehit Amed Şehitliği" olarak adlandırılan mezarlık. |
2012 yılında yapımına başlanan Silvan Barajı'nın etki alanının uydudan alınmış harita görüntüsü. (Agit Özdemir) |
2012 yılında yapımına başlanan Silvan Barajı'nın etki alanının uydudan alınmış harita görüntüsü. (Agit Özdemir) |
Neden yeni mezarlıklar
Tabi burada şu soru önemli: Bu cenazeler neden halk mezarlıklarına değil de merkezi bir yere yani yeni bir mezarlığa taşınıyor? Çok önemli bir soru. Ancak burada şöyle bir şey var, o cenazeleri halk mezarlığına defnedebilmek için resmi sürecin işlemesi gerekiyor.
Hangi cenazelerin kimlere ait olduğunun tespit edilmesi, DNA testlerinin yapılması gerekiyor. Ancak ne cenazelerin doğrudan kimlere ait olduğu belli ne de ailelerin kim olduğu. Bu nedenle esasen bir ara formül olarak bu cenazeleri bir yere getirip defnediyorlar.
Baraj meselesinin şu açıdan çok önemli bir mesele olduğunu düşünüyorum. 70'lerden sonra Kürdistan'da birçok barajın inşa edildiğini biliyoruz. Birçok yerde. Örneğin, Hasankeyf’i herkes biliyor, 12 bin yıllık bir tarih burada su altında kaldı. Sadece Kürtlere ait değil, tarih boyunca burada yaşamış toplulukların maddi değerleri ile mezarların su altında kaldığını biliyoruz.
Ermenilerin, Êzidîlerin, Arapların, Kürtlerin ve diğer toplulukların mezarları bunlar. Özellikle 2000'lerden sonra her ne kadar çoğunlukla bu barajların neoliberal politikaların bir sonucu olarak belli şirketlerin para kazanması amacıyla kurulması şeklinde okunuyorsa da aslında barajların Kürt coğrafyasında bir hafızayı yok ettiğine dair çokça kanıt var önümüzde.
Ilısu barajı
Bir de burada küçük bir ayrıntı da paylaşmak istiyorum. Örneğin Ilısu Barajı’yla su altında kalan bölgeler, mesela Dargeçit, Beşiri, Silvan ve Hasankeyf gibi yerler aynı zamanda Hizbullah'ın 90'lar boyunca çok fazla faili meçhul cinayet işlediği merkezler aynı zamanda.
Barajlarla bu suç merkezleri de su altında kalıyor. Bu açıdan buralarda sadece buradaki mezarlıklar yok edilmiyor. Yani barajlarla sadece bu bölgede katledilen kişilerin cenazeleri bir daha bulunmamak üzere yok edilmiyor, buraların su altında kalmasıyla aynı zamanda suçun izi de ortadan kaldırılmış oluyor.
Bu açıdan çift yönlü bir saldırı söz konusu; mekân yok edilerek hem cenazeler ortadan kaldırılıyor hem de suçun izleri yok ediliyor.
Ekolojik yıkım ve nekropolitika
Yine çok önemli bulduğum bir diğer önemli ayrıntı da burada gizli. Şu an gördüğünüz haritadaki[1] barajların inşasıyla mezarlıkların su altında kalması başka bir meseleyi de akıllara getiriyor. Uzun süredir ekoloji mücadelesi yürüten Agit Özdemir ile barajların uydu görüntülerini kaydederken şunu fark ettik.
Ekoloji mücadelesinde her zaman “insan ve yaşam merkezli bir mücadele” şeklinde söylemler oluşturuluyor; ekosistem tarifinde, endemik türler özelinde tanımlanıyor; ekolojik yıkım “yaşama ve yaşam alınlarına karşı bir tahribat” şeklinde tanımlanıyor, “kurda, kuşa, hayvanlara ve yaşama karşı bir yıkım” deniliyor, “yaşam ve canlılar yok ediliyor” deniyor, “insan yaşamı yok ediliyor” deniliyor.
Ama bu söylemde ölüler yok. Aslında buralarda ölülere dair haklar görmezden geliniyor. Ancak yok edilen bu mekânlarda ölüler de var. Murat Çelikkan da ölülerin hakkına vurgu yaptı. "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" adlı panelimizde ölülerin hakkını dile getirmiştik.
Ölülerin hakkının hukukta tanımlanmadığı ve “ölülerin hakkı konusunda bir yasa inşa etmek mümkün mü?” diye önemli bir tespit yapmıştık.
Burada da yani barajların inşasıyla meydana gelen ekolojik tahribatta da bir nekropolitikanın, ölülere karşı da bir şiddetin söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu açıdan ekoloji mücadelesinde ve söylemlerinde de bunun yer alması gerektiğini ifade etmek bence önemli bir ayrıntı.
Karşı hafızanın titizlikle inşası
Bu mekânların neden birer hafıza mekânı olduğunu ortaya koyan bir diğer nedene geçmek istiyorum. Bu mezarlar az önce dediğim gibi 90'lardan 2000'lere kadar farklı yerlerde kimi zaman dağ başında, dere kenarlarında, bir köyde, bir ağacın dibine defnedilmiş cenazeler. 2013 ila 2015 yılları arasında toplanan cenazeler. Tam da bir arşiv çalışması yapılarak bu cenazeler ortaya çıkarıldı.
Bunlar kimi zaman eski korucularla görüşmeler sonucunda, kimi zaman itirafçılara ulaşılarak kayıt altına alındı. Kimi zaman aynı çatışmada hayatını kaybetmiş PKK'lilerin günlükleri tarandı.
Bazı durumlarda aynı çatışmada hayatta kalan cezaevindeki kişilerle görüşmeler yapıldı. Köylülerle görüşmeler yapıldı. Haritalandırmalar yapıldı. Bu yöntemlerle aslında tam bir hafıza ve arşiv çalışması yapılarak cenazelerin yerleri tespit edildi. Bu süreçte tabiri caizse bir tarihçinin hassasiyeti, bir antropoloğun duyarlılığıyla araştırmalar yapıldı.
Çok ince araştırmalar yapılarak bu mezarlıkların yeri tek tek arandı. Bu araştırma sonucunda bu yerler tespit edildi ve bu süreç sonunda bu cenazeler getirilerek bu mezarlıklara defnedildi.
Cenazelerin taşınması da muazzam bir süreç, çok zahmetli bir süreç. O kişiler yani o kayıt altına alınmamış, uzun süre arazide kalmış cenazeler bu şekilde toplandı. Bu anlamıyla bütün süreci tam bir hafıza ve arşiv çalışması olarak okumak mümkün. Böylece bu cenazeler ilk defa kayıt altına alınıyor.
Bakur
Bu kaydı hem Dersim’deki hem de Lice’deki mezarlıkta açık biçimde görmek mümkün. Örneğin Bakur belgeselinde bir gerilla anlatıyor. Dersim’deki her mezara kişilere ait (Tabii belirledikleri isimler, çünkü hepsi belli değil.
Biliyorsunuz, önemli bir kısmı anonim mezarlar) künyeleri bir şişenin içine koyarak mezarlığa koyuyorlar.
Diyor ki O PKK’li belgeselde, “eğer bir gün bu mezarlar tahrip edilirse ya da biz gidersek, zarar görürlerse hangi mezarın hangi kişilere ait olduğu bilinsin”.
Yine benzer şekilde Lice’de yer alan Sîsê mezarlığında her mezarın kenarına ilgili kişiye ait bir kemik parçası mezarın duvarının yan tarafına konuyor ki, ileride DNA testleri yapılabilsin.
Adli tıp panelimizde de bunu gündeme getirmiştik aslında. Ümit [Biçer] hoca, Şebnem [Korur Fincancı] hoca da bağımsız ya da özerk bir Adli Tıp Kurumu'nun (ATK) kurulması meselesini dile getirmişti.
DNA bankası
Bu dönem de, yani 2013 ve 2014'te bu mezarlıklar inşa edilirken PKK’lilere ait cenazelerin önemli oranda kime ait oldukları belli olmadığı için “bir DNA Bankası'nın kurulması mümkün mü?” acaba diye düşünülüyor.
Çünkü adli tıp kurumlarındaki sonuçlar çoğu zaman çok geç çıkıyor. Bazı durumlarda karışabiliyor. Aileler çok zorlanıyorlar bu süreçte. Bir eziyete dönen bir süreç. Bu nedenle “acaba bağımsız ya da özel bir DNA Bankası kurmak mümkün mü?” gibi bir düşünce de var orada.
Tam da bununla bağlantılı olarak, bu mezarlıkların neden hafıza mekânı olduğunun bir diğer sebebi de ortaya çıkıyor. O mezarlıklara defnedilen insanların önemli bir kısmı anonim. Bitlis’teki Garzan Mezarlığı kamusal alanda bilinen bir örnek. Garzan Mezarlığı’nda 300'e yakın cenaze çıkarılıyor.
Garzan’dan İstanbul'a gönderiliyorlar ama şimdiye kadar üzerinden iki buçuk yıl geçtiği halde yalnızca 22 kişinin cenazesi ailelerine teslim edildi. Çünkü cenazelerin önemli çoğunluğu anonim. Başka sebepleri var elbet teslim edilmemesinin ama bu da önemli bir sebep.
Anonim mezarlar?
Bu cenazelerin anonim olması şöyle: Mesela 10 kişinin nerede hayatını kaybettiği biliniyor. O 10 kişinin kim olduğu da biliniyor ama cenazelerin kimlere ait olduğu bilinmiyor, çünkü ya tahrip edilmiş ya zamanında cenaze alınamamış.
Bazı durumlarda mezar taşına sadece hangi yıl hayatını kaybetmiş olduğu yazılıyor. Kimi durumda kadın ya da erkek olduğu. Bazen sadece “falan komutanın ekibindeydi” diye yazılıyor.
Bunu şunun için söylüyorum, hafızayla önemli bir bağı var bunun. İnsanlar bu mezarlıkları ziyaret ettiklerinde mezarlıkların kime ait olduğunu bilmiyorlardı.
Mezarların anonim olması onları bütün topluma ait kılıyordu sanki. O mezarlıklara ziyaretler yapılıyordu ve bize sanki sadece oraya defnedilen kişilerin aileleri gidiyordu gibi geliyor. Hayır, böyle değildi. Şöyle düşünüyorum; devlet de bu kadar yoğun ilginin olacağını tahmin etmiyordu muhtemelen.
Bazı günler yüzlerce ve hatta binlerce kişi oluyordu, özellikle törenler yapıldığında. Batı’dan, İstanbul'dan Mersin'den, İzmir'den yazın Kürdistan'a giden insanlar da gidip oraları ziyaret ediyorlardı.
Bu süreçte orada yeniden o kişilerin anlatıları dillendiriliyordu. Dolayısıyla burada 90'lar boyunca birikmiş bir hafızanın patlaması söz konuydu bana sorarsanız. Bu açıdan da aslında canlı birer hafıza örneğiydi bu mezarlıklar.
Yine çok bilinen bir şey, törenlerle her zaman hafızanın bir bağı var. Ulus devletler bunu çok iyi bilir. Yapılan törenlerde her zaman tarihi anlatılar olur ve bu bir kimlik oluşturur. Bu mezarlıklarda yapılan defin törenlerinde de bu söz konusu. Bu açıdan bu mekânların inşası karşı hafızanın oluşumu açısından çok önemli bir deneyimdi.
Mesela kişilerin oraya defnedilmesi orayı ziyaret eden insanların huzurunda oluyor. Her gün yeni cenazeler geliyor bu mezarlıklara. Mesela bir gün iki kişi defnediliyor, diğer gün bulunup getirilen beş kişi defnediliyor. Orada o kişilerin defin töreninde cenaze namazı kılındıktan sonra bu kişilerle ilgili anlatılar dile geliyor.
Defnedilen kişi kim ya da nerde hayatını kaybetmiş, nerden getirilmiş, anlatılıyor. Oradaysa ailesi bu kişi hakkında konuşuyor. O anlatılar aslında bütün oradaki o topluluk üzerinden her yere yayılıyordu.
Kürdistan'a ait bir anlatıya dönüyordu. Bu anlamıyla aslında mücadelenin tarihi de canlı biçimde dolaşıma giriyordu. Bu anlatılar sadece Kürdistan coğrafyasında değil, bütün Türkiye’ye yayılıyordu.
Mezarlıklar, hafıza ve kent
Bitlis ve Dersim örnekleri
Bu mezarlıkların hafıza ile bağını Bitlis ve Dersim’deki mezarlıklar örnekleriyle anlatarak bitirmek istiyorum. Bitlis’in özel bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Bitlis aslında Kürt Siyasal Hareketi’nin çok güçlü olduğu merkezlerden biri olmadı.
Yani 90'lardan sonrası uzun süre böyle olmadı. Savaşın 90'ların ortasında patladığı bir kent. PKK’nin diğer kentlere göre geç girdiği bir kent. 90’lar ortasında şiddetli çatışmalar yaşandı burada. Kent ikiye yarıldı. Göç edenler ve korucu olanlar. Çok fazla korucunun olduğu kent oldu. Faili meçhullerin yoğun olduğu kentlerden biri.
2000'lerde mesela toplu mezarlara yönelik çalışmalar yapılınca burada çok sayıda toplu mezar bulundu. Şöyle bir şey var, kentlere kimliğini veren aynı zamanda o kentlerin hafızasıdır. Yani hafıza o kent kimliğinin oluşmasında etkilidir.
Kürdistan'da ikili kimliklerin çatışma halinde olduğunu düşünüyorum. Biri Kürt Siyasal Hareketi’ne eklenen yurtseverlik ve Kürtçe üzerinden süregiden direniş kimliği. Diğeri devletin kimliği. Bu kimlikler her zaman çatışır ve zaman zaman biri üstün gelir. Bitlis uzun süre devlet kimliğinin çok domine olduğu kentlerden biriydi.
Belediyeler
2000'lerden itibaren özellikle Kürt Siyasal Hareketi’nin güçlenmesiyle birlikte Bitlis'te devlet kimliğine karşı çok ciddi bir güç birikti. Örneğin 2014 yerel seçimlerinde belediyeleri Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) almaya başladı.
Mutki gibi koruculuğun merkezi olan bir yeri BDP kazandı; Hizan’ı aldı, merkezde belediyeyi yine aldı. Aynı dönem 2014'te Ekim ayında Kobanî protestoları süregiderken Bitlis'in birçok yerinde sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Bu aslında bir ilkti, Bitlis’in çok da alışkın olduğu bir şey değildi. Bu dönem ciddi bir direniş ortaya çıktı.
Bunları niye anlatıyorum? Tam da bu dönemde Bitlis'teki o mezarlık inşa ediliyordu. Bitlis'teki bu mezarlık bir mabede dönüşmüş durumdaydı. Örneğin bayramlarda, bayram akşamları insanlar gidip orayı ziyaret ediyordu. Bir örnek özelinde bu mezarlığın Bitlis kimliği ile bağına değinmek istiyorum.
Dilan Bingöl
Dilan Bingöl 90'larda ailesi koruculuğu kabul etmediği için İstanbul'a taşınmış bir aileden. Dilan Bingöl, İstanbul'dan Rojava'ya gidip IŞİD'e karşı mücadele ediyor. Burada hayatını kaybediyor. Getirilip Bitlis'teki bu mezarlığa defnediliyor.
Bir kadın olarak Rojava'da IŞİD’e karşı mücadele ederek hayatını kaybeden Dilan’ın kimliği Bitlis’in devlet kimliğine karşı bir kimlik. Bu kimlik bana sorarsanız devletin Bitlis kimliğini altüst ediyor. O açıdan ilk olarak Bitlis’teki mezarlıktan cenazelerin çıkarılıp İstanbul'a gönderilmesi tesadüfi bir seçim değildi.
O yeni inşa edilen hafızanın buradan kazılıp atılması anlamına geliyordu. Bu bilinçli bir süreçti, öyle rastgele gerçekleşen bir şey değildi.
Zaten Erdoğan bu dönem, hemen bir ay sonra Bitlis’teki Adalet ve Kalkınma (AKP) kongresine gidiyor ve şey söylüyor: “O sahte mezarlar şimdi nerede? İla cehenneme zümera” diyor. Yani “O sahte mezarlar nerede?” diye soruyor ve devamında “kâfirler cehenneme grup grup sürülür” diyor.
38 Dersim katliamından
Son örnek olarak Dersim’i anlatacağım çok kısaca, Dersim’deki mezarlığı. Buranın neden bir hafıza mekânı olduğunu anlatacağım. Diğer yerlerdeki mezarlıklar belki bir sonuç olarak hafıza mekânlarına dönüştü ama bence Dersim tam bir hafıza mekânı olarak kurgulanmıştı.
Şöyle ki, burası hem fiziksel yapısı itibariyle hem de mekânın kurgulanışı ve coğrafyası itibarıyla bir hafıza mekânıydı. Örneğin Pülümür yolu üzerinde inşa edilen bu mezarlığa 38'e ait kemikler getirilip defnedilmişti.
38'de Dersim Katliamı’nda öldürülen, Dedeman ve Haydaran aşiretlerine ait kemikler Laç Vadisi gibi yerlerden toplanıp buraya getirilmişti. Bu kemikler mezarlığın içinde bir cam mekân içerisinde sergileniyordu. 38 Katliamı’nın canlı ifadesiydi bunlar. 38 Katliamı’na dair hafıza burada sergileniyordu.
Bir diğeri, buraya TİKKO gerillaları da defnedilmişti. Dersim’deki gerilla mücadelesinin bileşkesi gibi olmuştu mezarlık. Mezarlığın duvarlarında Türkiye devrimci hareketi önderlerine ait fotoğraflar vardı. Deniz Gezmiş'in, İbrahim Kaypakkaya’nın, Mahir Çayan'ın, yine PKK öncülerinin, Kemal Pir’in resimleri vardı.
Aslında bu açıdan burada sadece devletin Dersim'deki şiddetinin sürekliliğini değil bu şiddete karşı mücadelenin sürekliliğini de görmek mümkündü. Bu açıdan bence çok çarpıcıydı. Tam bu anlamıyla bir hafıza mekânıydı burası. Aynı zamanda orada bir cami, Cemevi ve kilise olarak düşünebilecek bir yapı inşa edilmişti.
Müze
Kendi deyimleriyle, tepeden baktığınızda hem camiye hem Kiliseye hem de Cemevine benzetebileceğimiz bir yapıydı bu. Bu da Dersim’in çok inançlı kimliğine vurgu yapıyordu. Bu bina, “bu üç inanca aynı mesafede inşa ettik” söylemi üzerine kuruluydu. Dersim'de farklı kimliklerin burada bir araya gelmesinin sembolüydü bu yapı.
Bu yapı müze şeklinde kullanılıyordu. Gerçek anlamda bir müze. PKK'lilere ait eşyalar burada sergileniyordu. Hem mezarlarda bulunan eşyalar -örneğin bir gerillaya ait günlük, bir toka, bir giysi, bir kıyafet gibi- burada sergileniyordu. Ama aynı zamanda oraya giden kişiler de kendi çocuklarının eşyalarını götürüp bırakıyorlardı.
Örneğin Diyarbakır'dan bir kadın, PKK’li çocuğunun Dersim’de hayatını kaybettiğini biliyor ama cenazesine ulaşamıyordu. Kızına ait eşyaları götürüp oraya bırakmıştı. Yine bir aile, Zeynep Kınacı’ya ait olduğunu söylediği bir dürbün getirip bırakmıştı. Bu anlamıyla aslında gerçek anlamda zaten bir müze olarak kurgulanmıştı.
Burası karşı hafızanın inşa edildiği bir mekândı. Yani aslında uzun süre, yıllarca, belki 30-40 yıl boyunca tamamen ortadan kaldırılmaya çalışan, yok edilmek istenen imgenin ve hafızanın inşa edildiği bir mekândı. Yani Kürtlere ait, direnişe ait imgenin/hafızanın yok edilmesine karşı böyle bir mekân özelinde bir karşı direniş hafıza sahnesi ortaya çıkıyordu.
Bir şey daha söyleyerek bitireceğim. Burada şu soru çok ilginç: Devlet neden bu mekânların kurulmasına izin verdi? Bunun cevabı neye, ne kadar izin verdiğiyle ilgili.
Mesela Lice'de mezarı belli olmayan Mahsun Korkmaz, “Agit” kod adlı PKK'linin heykeli mezarlığa dikildiğinde devlet müdahale etti. Buna izin vermedi. Yine Dersim'de Zeynep Kınacı’ya ait heykel götürülüyor. Mezarlığın ortasına dikilecek. Ama heykele yolda kolluk el koyuyor ve izin verilmiyor. Bence orada da o sembollerin resmileşmesine devletin izin vermemesiyle alakalı.
Sonuç yerine
Sonuç itibariyle bu mekânların Kürt toplumsal hafızasının ve direnişinin sembol birer mekânı haline gelmesi, büyük bir çabayla o cenazelerin oralarda toplanması, Kürtlerin burada bir araya gelmesi sadece kesintiye uğramış yas sürecinin toplu biçimde tutulmasına ve bunların kaydedilmesine yol açmadı.
Kürt toplumunda ciddi bir hafıza oluşturdu. Ama aynı zamanda, uzun süre kayıt altına alınmayan suçun da aslında kayıt altına alınmasını beraberinde getirdi. Yani oralarda işlenmiş suçların da ortaya çıkarılması açısından çok önemli bir deneyimdi.
Çünkü önümüzdeki dönemlerde, çatışmaların son bulacağı, belki çözümün konuşulacağı bir dönemde, eğer yüzleşme ve adaletten söz edeceksek bütün bu insanların nerede öldüğünü, nerelerde açıkta kaldığını, başlarına ne geldiğini, nerelerde ne şekilde defnedildiklerini ve geride kalanların bu süreçte nasıl bir şiddete maruz kaldıklarını konuşmamız gerekecek. Bu açıdan da çok önemli bir deneyimdi.
Sorular/katkılar
Soru: Çok ince, biraz duygulandırıcı bir konuşma oldu. Yani benim için. Eminim çoğunuz için öyledir. Çok ağır mevzular, yani yakıcı. O yüzden ben şeyi merak ediyorum: Bir araştırmacı olarak bütün bu konuları konuşan yani saha çalışması yapan biri olarak sizin hisleriniz nasıl oldu?
Yani tüm bunlarla nasıl başa çıkabildiniz? Çünkü çok ölüm var. Ne bileyim, cenazesini alamayan aileler, DNA’lar, bir sürü travmalar, kötü tecrübeler… Yani bunları yaşayanlar için zaten çok ağır. Örneğin az önce Gülsüm Elvan’a bir soru sormak istedim, sonradan vazgeçtim.
Yani siz bir araştırmacı olarak konuşurken de aynı zamanda çok şey dile getiriyorsunuz. Mesela her cümle çok ağır olabilecekken siz arka arkaya sıraladınız. Belli ki üzerinden çok fazla geçtiniz, bilmiyorum. Mesela, belki de yabancılaştınız, ama siz ne hissettiniz? Yani mesela hiç böyle çok çöktüğünüzü, altında ezildiğinizi falan hissettiniz mi? Bunu sormak istiyorum.
Aklıma Bakur belgeselinden bir anekdot geldi. Orada bir PKK'li, “bu kadar ölüm var, nasıl baş ediyorsunuz?” şeklindeki bir soruya cevaben muhtemelen, diyor ki: “Biz aslında ölüm üzerine durup düşünemiyoruz, çok fazla ölüm var ve hayatta kalmak zorundasın. Sürekli bir biçimde hayatta kalmaya çalışıyorsun. Mücadele etmen gerekiyor. Hayatta kalman gerekiyor. Üzerine çok fazla düşünmeye fırsatımız olmuyor, dolayısıyla hayatın içinden geçiyoruz” diyor.
Tabii aynı şey değil, onların yaşadıkları ile bizim yaşadıklarımız bambaşka ama sorunuz aklıma onu getirdi. Yedi yıldır bu konu üzerine çalışıyorum. 2014 yılında konu üzerine düşünmeye başladım. 2015-2016 yıllarında da sahada araştırma yaptım. 2017’de yazdım. Şöyle bir şey var mesela, akademide değilim ama konu üzerine düşünmeye çalışmaya devam etmeye çalışıyorum.
Bir yıldır Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’ni kurmaya çalışıyoruz. Burada inisiyatifin içerisinde olan arkadaşlar var, birlikte bir yıldır hatta bir buçuk yıldır da bu inisiyatifi kurmak için çalışıyoruz. Ben aynı zamanda tam zamanlı bir işte çalışıyorum, yani siyasetin içerisindeyim. Ama ölülere yönelik şiddete karşı bir mücadelenin içerisindeyim.
Öyle okuyorum. Örneğin bu çalışma üzerine düşünmeye başladığımda barış süreciydi. Saha çalışmasına karar verdikten sonra kentlerde çatışmalar başladı. O dönem eş zamanlı olarak, biliyorsunuz, 2015-16 kışında Kürdistan’da kent çatışmaları yaşandı. O dönem de Sur’un bir raporunu yazmak üzere Sur’da hayatını kaybeden kişilerin yakınları ile görüşmüştüm, “HDP Sur Raporu” hazırlamak üzere.
O dönem Sur’da hayatını kaybedenlerin yakınlarının cenazelerini alamayan kişiler açlık grevine girmişlerdi. Bir kısmını çok sonra aldılar, bir kısmı daha erken alınabilmişti. Ama çoğu cenaze şiddete maruz kalmıştı. O dönem o ailelerle tek tek görüşmüştüm. Aslında son yedi yılda o kadar çok şey yaşadık ki, Türkiye'de olanlar olarak. Bir şekilde bu çalışma içerisinde olan kişiler olarak çok fazla şiddete tanık olduk. Ben sadece onlardan biriyim.
Ailelerin yaşadıkları süreçlere tanık olan biriyim. Ailelerin yaşadıklarıyla karşılaştırılamaz. O kadar çok ağır süreçler yaşanıyor ki! Kendi araştırmamda da mesela sormuştum, benim açımdan temel sorulardan biriydi: “Bu kadar şiddetin yoğun yaşandığı bir coğrafyada ölümün üstesinden nasıl geliyorsunuz?” diye sormuştum. “Nasıl bu acılarla baş edebiliyorsunuz?” diye sormuştum.
Bir görüşmecim bana şu cevabı vermişti, yani şey demişti: “Biz üstesinden gelebiliyor muyuz acaba, emin değilim! Binlerce, belki 20 bine yakın insanın hayatını kaybettiği bir coğrafyada ne kadar anne, baba yaşıyor, ne kadar yaşlı insan yaşıyor bilmiyorum.” demişti. “Çok erken yaşta, sağlık sorunlarından kaynaklı hayatlarını kaybettiler.” demişti. “Yine şu an yaşlıların yaşadığı ciddi sağlık sorunları var.” demişti.
Ben görüşmelerden sonra transkripsiyonları yaptıktan sonra -ki zaten aynı gün içerisinde transkripsiyonları yapamıyordum, hem güvenlikten dolayı hem de üzerine tekrar düşündüğümde devam edemiyordum- transkripsiyonlardan sonra bir süre pek o mesele üzerine düşünemiyordum, araştırma ile ilgili bir süre bir şey yapamıyordum.
Ama hep şu, muhtemelen ayakta tutan, birçok kişi gibi ben de bunu sadece bir araştırma olarak görmüyordum. Bunu sadece bir araştırma meselesi olarak değil, bunu bir dert olarak okuyordum. Bu sürecin bir parçası olarak görüyorum kendimi. Bu toplumun bir parçası, bu şiddetin tanığı. Antropolojide bunu öğrendik açıkçası. Antropolojinin araştırma yöntemi buna alan açıyor; araştırmacı datanın, sahanın bir parçası oluyor.
Elbette mesafe de koymak gerekiyor, ama o toplumda büyümüş olmak, o süreçlere tanıklık etmiş olmak… O sahada sen kendin de aslında o alanın ve araştırmanın bir parçası oluyorsun. Bu kadar yaşanan şiddetin bir şekilde kaydedilmesi ve aktarılması gerektiği konusunda kendini ikna ediyorsun. Bu, araştırma için kolay olmuyor ama bir yerde aslında o süreçte insana güç veriyor ve devam etme konusunda çok ciddi bir motivasyon oluyor.
Burada böyle çok sıkışık bir zaman içerisinde bunu aktarmak belki biraz zor, o duygu farklı, ama gerisinde aslında bunu aktarmayı, yazmayı, bir şekilde devam etmeyi sağlamak o kadar kolay değil. Ama tabi bu türden, Aslı'nın da vurguladığı gibi bir inisiyatifi kurarak bu şiddetin önüne geçme çabasının bir parçası olmak ve bir arada olmak muhtemelen hepimize güç veriyor. Ben de buradan güç alıyorum. Teşekkürler. (DA/Lİ/APK/KU)
* 22 Ocak 2022'de webinar olarak gerçekleşen “Yas, Hafıza ve Adalet" paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı bianet'te yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: [email protected]
** Haritaları hazırlayan sevgili arkadaşım Agit Özdemir’e teşekkür ederim.
Ölüye Saygı ve Adalet Paneli VI
Yas, Hafıza ve Politika/ Nesrin Uçarlar
İnsan hakları ölülerin haklarını da kapsamalı/ Murat Çelikkan
Bana hakaret edenlerle uzlaşmamı istediler/ Gülsüm Elvan
Kürt direnişinin ve hafızasının mekânı olarak mezarlıklar/ Derya Aydın
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.