Mehmet Emin Aslan/ Rusya ile Ukrayna Savaşı’nın Gölgesinde Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkının Değerlendirilmesi
.
Rusya ile Ukrayna savaşı, bağımsız iki ezen ulus devletin kendi çıkarları için yürüttükleri bir savaştır. Rusya’nın bölgesindeki komşu ülkelere müdahalesi ilk değil. Nitekim Rusya 2008’de Gürcistan’a müdahale etmiş ve sonrasında Gürcistan sınırları içindeki Osetya ve Abhazya bölgelerinin bağımsızlığını tanıyarak Gürcistan’dan ayrılmalarını sağlamıştır. Ukrayna’ya bağlı bir yarımada olan Kırım ise 18 Mart 2014’te Rusya tarafından ilhak edilmiş ve Rusya federasyonuna bağlanmıştır. Günümüzde ise Ukrayna’daki Rus ayrılıkçıların etkin olduğu Luhansk ve Donetsk bölgelerini “halk cumhuriyeti” olarak tanımak ve işgal etmekle yetinmeyerek Ukrayna coğrafyasının tümünü işgal hareketine girişmiştir. Bu bölgelerin bağımsızlığını tanıyan Rusya kendi içerisindeki Çeçenistan, Dağıstan gibi federe yapıların kendi kaderini tayin hakkına yol vermemekte ve üstelik bu bölgeler üzerindeki baskıyı daha da artırmaktadır. Aynı şekilde Ukrayna’da Luhansk ve Donetsk bölgelerinde yaşayan halkın taleplerini karşılamaya yanaşmamıştır. Ancak bir küresel güç olmasından ötürü, Rusya farklı ülkelerde çıkarlarını destekleyecek yapıların önünü açmak için her tür girişimde bulunmaktadır.
Bu kısa yazı Rusya ile Ukrayna Savaşı’nın, en azından ideolojik söylemde, gündeme getirdiği yeni bağımsız devletlerin oluşması ve etnik sorunları, bölgesel ve küresel güç mücadeleleri acısından değil fakat değerler acısından, diğer bir deyişle insan haklarının bir boyutu olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı öğretisinin bakış açısıyla ele alacaktır. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Birleşmiş Milletler tarafından ulusların kendi kaderini tayin hakkı, insan haklarının bir boyutu olarak kabul edilmiştir. O zaman kendi kaderini tayin hakkına daha yakından bakalım.
Birleşmiş Milletler Belgelerinde Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Halkların kendi kaderini tayin hakkı; her halkın egemen olmasını yani yasa yapma, bozma ve uygulama yetkisine sahip olmasını ifade eder. Ancak egemen olan bir halk; kendi siyasal statüsünü serbestçe belirleyebilir, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmesini özgürce sürdürebilir. Bu hakkın gerçekleşebilmesi için, sömürgeci ya da ezen ulus-devletin negatif bir tutum göstermesi, müdahaleden vazgeçmesi gerekir. Bu bakımdan devletin negatif tutum takınması gerektiren klasik haklara benzerlik gösterir. Bu hakkın modern uluslararası hukukta düzenlenmesi de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürge halklarının sömürgeci devletlere karşı sürdürülen anti-sömürgeci mücadelelerin sayesinde olmuştur.
10 Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nde kendi kaderini tayin hakkında bir hüküm yoktur. Birleşmiş Milletler Hukuk içinde kendi kaderini tayin konusu, ayrı sözleşme, bildiri ve kararlarla düzenlenmiştir. 16 Aralık 1966 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin (ESKHS) ile Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin (MSHS) birinci maddelerinde halkların kendi kaderini tayin hakkını açık biçimde düzenlemiş ve güvence altına almıştır. Söz konusu iki sözleşmenin birinci maddesi şöyledir:
“1. Bütün halklar kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
2. Bütün halklar, kendi amaçları doğrultusunda, karşılıklı yarar ilkesine dayanan uluslararası ekonomik iş birliğinden ve uluslararası hukuktan doğan herhangi bir yükümlülüğe halel gelmeksizin, kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk hiçbir durumda kendi varlığını sürdürmesi için gerekli kaynaklardan yoksun bırakılamaz.
3. Kendi Kendini Yönetemeyen ve Vesayet Altında bulunan ülkeleri yönetmek sorumluluğunu taşıyan Devletler dahil olmak üzere, bu Sözleşmeye Taraf Devletler, Birleşmiş Milletler Şartının hükümlerine uygun olarak kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesini kolaylaştıracaklar ve bu hakka saygı göstereceklerdir.”[1]
Bu maddede hakkın öznesini “bütün halklar” olarak belirtmekle birlikte, bu halkların kimler olduğunu açıklamamaktadır. Maddede geçen bütün halklar sözü sadece daha dar anlamlı “sömürge halklar” kavramını mı ya da daha geniş anlamlı bir kavramı mı ifade etmektedir? Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin Hazırlık Çalışmaları’na bakıldığında, maddede yer alan “tüm halklar” terimin bilinçli bir tercihin ürünü olduğu görülmektedir. Hazırlık Çalışmaları’nda açıkça belirttiği gibi, “tüm halklar” terimi yalnızca, Birleşmiş Milletler belgelerinde açıkça kullanılan sömürü, yabancı boyunduruğu ya da egemenliği altındaki halkları değil, bağımsız bir devlette yaşayan halkları da kapsamaktadır. Böylece, dünyadaki belirli devletler, halklar veya bir bölge ile sınırlı olmayan evrensel bir hak olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak, Hazırlık Çalışmaları döneminde “halk” kavramını, değişik etnik, dilsel, dinsel ve benzeri grupları içine alacak şekilde genişletilmesine yönelik sunulan öneri, azınlıkların da kaderini tayin hakkının sahibi yani öznesi olmasını sağlayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Herhangi bir karışıklığa yol vermemek gerekçesiyle, maddede geçen “halklar” kavramının azınlıkları kapsamadığı ayrıca düzenlenmiştir. Sovyetler Birliği’nin İnsan Hakları Komisyonuna verdiği, azınlıkların da kendi kaderini tayin hakkı olması gerektiğine dair önerisi kabul görmemiştir.[2] Netice olarak, azınlık hakları Medeni ve Sosyal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesinde ifade edilmiştir. Şöyle ki: “Etnik, dinsel ya da dilsel azınlıkların bulunduğu devletlerde bu azınlıklara mensup kişilerin, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dinlerini açıklama ve uygulama ya da kendi dillerini kullanma hakları engellenemez.”[3]
Peki ama etnik kimlik nedir? Etnik, Yunanca ethnos’tan türetilmiş, anlamı da pagan ya da kafirdir. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra ırksal özellikleri ifade edecek anlamda kullanılmaya başlanır. Dillerin çoğunda etnik toplum kavramını karşılayan bir terim yoktur. Onun için etnik terim yerine belirsiz ya da müphem bir terim olan halk kavramı kullanılır. Aslında egemen durumunda olan uluslar da en az etnik ya da azınlıklar olarak tanımlanan gruplar kadar etniktirler. Ancak devletin şiddet tekeline ve diğer imkanlarına sahip olduklarından kendilerini ulus olarak tanımlarlar.[4] Smith’e göre, etnik kimlik insanın doğuştan edindiği bir nitelik değil, tarihi ve sembolik-kültürel olarak edindiği bir niteliktir. “Anadolu’daki Türkler 1900’den önce ayrı -yani hâkim Osmanlı veya kuşatıcı İslamcı kimliklerden ayrı- bir “Türk” kimliğinin pek ayırdında olmadıkları gibi, köy ya da bölge olarak yerel hısımlık kimlikler çoğu zaman daha büyük önem taşımaktaydı.”[5] Bu çalışmaya göre de etnik kimlik, bir tarihsel- toplumsal inşadır. Yine bu çalışmaya göre, ulus toplumlarını etnik toplumlardan ayıran egemenlik yetkisidir. Egemenlik yetkisine yani yasa yapma/bozma ve uygulama yetkisine sahip olan etnik toplumlar, kendilerini ulus olarak tanımlarlar. Egemenlik yetkisine sahip olmayan toplumları da etnik ya da azınlık toplumlar olarak tanımlarlar. Örneğin, “Çekoslovakya’nın nüfusunun üçte birini oluşturan Slovaklar aslında “halk” veya “ulus” olarak nitelenebilecekken, ancak azınlık olarak görülebilmişlerdi. Öyle ki, bugün Slovaklar bağımsız Slovakya sınırları içinde yaşamaktadırlar.”[6] Onun için günümüzde ulus denilince hemen ulus-devlet anımsanır. Çünkü egemenlik yetkisini kullanabilmek için, bağımsız bir devlet aygıtı gerektirir. Egemenlik yetkisine sahip olmayan etnik gruplar ise, aslında baskı altında olan uluslardır, daha doğrusu ezilen-uluslardır. Başka bir deyimle kendi kaderini tayin edemeyen başka ulus-devlet tarafından yönetilen toplumlardır. Bu nedenle ulus ya da ulusal kimliğin ne olduğuna bakmakta fayda vardır. Ulusal kimlik, modern çağın toplumsal yapısı ve kolektif bilinci olup modern-devleti veya ulus-devleti yani ulusu ifade eder. Demek ki ulus, modern çağa özgü bir siyasal toplum biçimidir. Ulus; belli bir insan topluluğunun belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde egemen olduğu kolektif bir birlikteliktir. Bu kolektif birliktelik ulus-devlet kimliğiyle belirlenir ve tanınır.
Günümüzde Ulusal ve Uluslararası Çatışmaların Çoğu Etnik Sorunlardan Kaynaklanmaktadır
Yaşadığımız süreçte tek bir etnik, dilsel ya da dinsel gruptan oluşan bir devlet yoktur. Devletlerin tümü çok etnikli, çok dinli ve birden çok dilin konuşulduğu nüfusa sahiptirler. Zaman içinde bu çeşitliliğin azalmayacağı ve artacağı öngörülmektedir. Hâlbuki 1980’lerde hiç değilse bir devlet, yani İzlanda, azınlığa sahip olmayan bir ülke olarak örneklenebilmekteydi. İçinden geçtiğimiz sürecin toplumsal değişim dünyası, tek bir siyasal egemenlik altında birleşmiş homojen toplumların sonunu getirmiştir. Oysa devletlerin çoğu çok etnikli, çok dilli ve çok dinli olmaktan kaynaklanan bu çeşitliği hukuki güvence altına almaktan kaçınmaktadırlar. Ne var ki, yapılan incelemelere göre, dünyada 5.000-7.000 değişik azınlık grubu bulunmaktadır. Bu azınlık gruplara mensup bir buçuk milyarlık bir nüfusun yaşamakta olduğu tespit edilmiştir. Demek ki, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini (¼) azınlıklar oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki, günümüzde ulusal ve uluslararası anlaşmazlıkların ve savaşların çoğu etnik sorunlardan kaynaklanmaktadır.[7]
Bu nedenle ulus-devletlerin çoğunda ulusal grupların kendi kaderini tayin hakkını ele geçirmek için farklı düzeylerde mücadelelerini sürdürmektedirler. Gurr tarafından yürütülen ampirik bir çalışmanın sonuçlarına göre,1993 itibariyle, dünyada 233 ulusal grup ve etnik azınlık örgütlenerek kendi topluluklarının çıkarlarını ve kimliklerini korumak amacıyla aktif siyasi mücadelelerini sürdürmektedirler.[8] Günümüzde devletlerin çoğunluğu üniter devlet yapısına sahip olup, bu yüzden egemen ulusun talepleri, meşru olmakta ve devleti temsil etmektedir. Diğer etnik ve ulusal grupların taleplerini zor ve şiddet yoluyla bastırılmakta ya da en fazla özel alanda gerçekleştirilmesine izin vermektedir.
Bu çalışma için etnik kimlikten anlaşılması gereken baskı altında olan ulusal azınlıklar ya da uluslardır. Bugün baskı altında olan ulusların büyük çoğunluğu kendi kaderini tayin hakkını eskiye göre daha çok talep etmekte ve mücadelesini sürdürmektedir. 1946 yılında dünyada 74 devlet var iken, yüzyılın sonunda 193 devlet ortaya çıktı. 1970’lerden sonrası için küreselleşme (neo-liberalizm) ve bölgesel entegrasyon dönemi olarak tanımlanmakta ve ulus-devletlerin zayıflanacağı öngörülmekteydi. Oysa ulus-devletler hala güçlü ve etkili olup ve her ayrılma sonucunda kurulan yeni devletler ulus-devlet ideolojisini yeniden üretilmesine katkıda bulunuyor. Bu nedenle 20. yüzyıl ve içinde yaşadığımız süreçte önde gelen ve baskın ideoloji ulus-devlet ideolojisi olduğunu söylemek bir abartı değildir. Üstelik, günümüzde ki siyasal-toplumsal gelişmelerin yönünü belirleyen neomerkantilist politikalardır. Siyasal, ekonomik ve sosyal altüst oluşların yaşandığı bu kaotik dönemin asıl nedeni, neoliberalizmden neomerkantilizme geçiş süreci ile yükselen ulus-devlet ideolojisinin çakışmasıdır.
21. yüzyıl neomerkantilizmi 1914-1944 döneminin merkantilizmi gibi ekonomi ve devlet milliyetçiği ideolojisini ön plana çıkaracaktır ve sahiplenecektir. Günümüzdeki devlet daha önceki döneme göre çok daha geniş ve güçlü olanaklara sahip olması ise gelecek olan neomerkantilizmi daha öncekinden hem farklı kılmakta hem de daha etkili yapmaktadır. Devlet yöneticilerinin sahip oldukları iletişim, ulaşım, yazılım ve bilgisayar, dijital takip, ileri veri merkezleri ve araştırma yöntemleri, silah teknolojisi vb. olanaklar, toplumu ve toplumsal olayları kontrol etme konusunda oldukça etkilidir. Sürekli gelişen bu olanaklar sayesinde neomerkantilist devlet, insan haklarını ve özgürlüklerini sınırlayacak ve sivil toplumu daha çok kontrol ve baskı altına alacaktır. Peki ama Batı demokrasisi, insan haklarının ve özgürlüklerinin sınırlanmasına izin verecek mi? Bu soruna daha yakından bakalım. Önce şunu belirtmeliyiz ki, Batı demokrasisi katılım demokrasisi, konsensüs demokrasisi değil; temsili demokrasidir. Dolayısıyla Batı dünyasının egemen demokrasi anlayışı demokratik elitizmdir. Batı dünyasında her düzeyde yaygınlaşan farklı demokrasi akımları oluşmakla birlikte, XX. yüzyılda ve günümüzde Batı dünyasının siyaset üretme, yasa yapma ve uygulama ilişkisini belirleyen, demokratik elitizm anlayışıdır. Demokratik elitizm yerine çağdaş demokrasi, liberal demokrasi ve siyasi demokrasi kavramları da kullanılmaktadır. Batı demokrasisini diğer yönetimlerden ayıran en açık özellik, bu demokraside elit kadroların birden çok siyasi partilerde örgütlenebilmeleri ve siyasal iktidar için serbestçe yarışma hakkına sahip olmalarıdır. Bu yarışma sayesinde partilerin vatandaşların çıkarlarını gözeten programlar oluşturduklarını iddia ederler. Böylece vatandaşlar; çıkarlarını gözetmediğini düşündüğü partiyi yani yönetici elit kadroyu, düzenli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla değiştirebilirler. Ülkeyle ilgili siyasal üretim, yasa yapma/bozma ve uygulanması ve bu siyasetlere karşı alternatif programlar ortaya koyması, elit kadroların görevidir. Vatandaşların asıl siyasal görevi ise, kendilerine sunulan siyasal programlardan birini tercih etmeleridir. Zaten elitist yönetim; sürdürülebilir bir ekonomik büyüme, yeni iş olanaklarının oluşturulması, işsizliğin azaltılması, maaş ve fiyatların kontrolü, sosyal güvenlik hakkı, parasız öğrenim ve eğitim görme hakkı, sağlık hakkı, konut hakkı gibi bazı olanakları sağlamaktadır. Demokratik elitist yönetim, yukarıda belirtilen olanaklar sayesinde sivil toplumu çok daha kolay denetleyecek ve manipüle edebilecektir. Otokratik, despotik ve benzeri yönetimler, zaten halihazırda neomerkantilist politikaları, yani ekonomi ve devlet milliyetçiği ideolojisini benimsemiş ve uygulamaya geçirmişlerdir.
İçinden geçtiğimiz bu kaotik süreçte ABD, Çin, Rusya, Britanya, Fransa gibi küresel güçler ve bunların çeperlerinde yer alan bölgesel güçler, ekonomik ve askeri güçlerine denk düşen nüfus alanlarını ele geçirmek için, dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmişlerdir. Süreç içinde bu paylaşım mücadelesi iki blok ya da cephe şeklinde ayrışabilir. Bir tarafta liberal demokrasiyle yönetilen devletler, diğer taraftan otokratik, despotik yönetimle yönetilen devletler şeklinde iki bloka dönüşebilir. Ancak her iki blokta yer alan devletlerin ortak özelliği; kendi egemenlikleri altında olan ulusal toplulukların özgürce kendi kaderini tayin hakkını tanımayışlardır. Evet bu mücadelelerin yanı sıra bir de boyunduruk altında olan ezilen ulusal toplulukların (Güney Kürdistan dışında kalan Kürdistan parçaları, Beluciler, vb.), kısmi egemenlik haklarına sahip olan (Katalan, Bask, İskoç, Quebec, Çeçenistan, Dağıstan, Tibet, Güney Kürdistan Federe yönetimi, Filistin yönetimi, vb.) kendi kaderini tayin hakkına sahip olmak için yürüttükleri mücadeleler vardır.
Ayrıca kısmi egemenlik hakkına sahip olan ulusal grupları bekleyen akıbet de aynı değildir. Gelişmiş liberal demokrasi ve hukuk devleti geleneğine sahip devletler ile liberal demokrasi ve hukuk devleti geleneği olmayan devletlerin, kısmi egemenlik hakkına yaklaşımı farklıdır. Örneğin, bu sırada sözde bir hukuk kurumu olan Irak Federal Devletin Yüksek Yargı Organ’ın, evrensel bir yasa olan “bütün halklar … kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk hiçbir durumda kendi varlığını sürdürmesi için gerekli kaynaklardan yoksun bırakılamaz” hükmüne rağmen aldığı bir kararla, Kürdistan Bölgesel Yönetiminin kendi doğal zenginlik kaynakları üzerindeki mülkiyet ve tasarruf hakkını tanımamakta ve bu kaynaklarından yararlanmasını yasaklamaktadır. Irak Federal Devletinin en üst hukuk kurumu, Kürdistan Bölge halkını açlığa, sefalete sürükleyecek karar alabiliyorsa, gücü yettiğinde bu devletin siyasal ve askeri kurumlarının ne yapacağını geçmişte yaptıklarıyla bilmekteyiz.
Sonuç Olarak
Yukarıda belirtildiği gibi, hemen hemen ulus-devletlerin tümünde ulusal grupların kendi kaderini tayin hakkını ele geçirmek için farklı düzeylerde mücadelelerini sürdürmektedirler. Onun için, sömürülen emekçi sınıfların ve ezilen ulusların kurtuluş hareketi; ezen ve ezilen uluslar siyasi ayrımı, ezen ve ezilen ya da ilerici ve gerici devletler ayrımına dönüştürmek isteyenlerle ayrım çizgilerini çekmelidir. Günümüzde devletlerin büyük çoğunluğunda, güçlü burjuva sınıflar vardır ve küresel güçlerle ya da emperyalist güçlerle eşitsiz temelinde karşılıklı bağımlılık zemininde güçlü devlet aygıtına sahiptirler. Kendi kaderini tayin hakkı talep eden ezilen ulusların karşılarında buldukları güç, ezen ulusun ulusal nitelikleridir. Bunlar ulusal büyük burjuvazi, ulusal ordu, ulusal emniyet, ulusal meclis, ulusal eğitim, ulusal medya, ulusal bürokrasi ve ulusal devlet milliyetçiliği ve benzeridir. Dolayısıyla sömürülen ve ezilenlerin kurtuluş mücadelesi, bu ülkelerdeki iktidar aygıtının sahiplerine karşı yapılacaktır. Kürdistan’ı açık siyasal, askeri, hukuksal, ekonomik, kültürel ve her yönden mutlak egemenliği altına alan Türkiye, İran ve mevcut siyasal istikrarsızlığına rağmen Suriye ulus devletleridir. Bugün için Irak’ın Kürdistan üzerindeki egemenliği nispi egemenliktir. Kürd ulusunun siyasal bağımsızlık mücadelesi, bu ezen ulus devletlerine karşı yapacaktır. Üstelik Ortadoğu ve Orta Asya coğrafyasının imparatorluk geleneğinden gelen Rusya, Türkiye ve İran’ın siyasal-toplumsal zihniyetin motivasyon bağıntısı, modern çağın ürünü olan sermaye birikimi olarak değil, toprakları genişletme olarak kavrama şeklidir. Onun içindir ki, egemenliğinin altındaki ulusların coğrafyasını kendilerine ait coğrafya olarak idrak etmektedir. Hatta geçmişte egemen olduğu coğrafyaları bile, kendilerine ait mülk olarak düşünmektedirler. Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye kalkışmasının esas nedeni de budur. Bu nedenledir ki, sömürülen emekçi sınıfların ve ezilen ulusların kurtuluş hareketi, ezen ve ezilen ya da ilerici ve gerici devletler ayrımı gerekçesiyle, Rusya ile Ukrayna Savaşı’nda birinden yana değil, kendi kurtuluşu için mücadele etmelidir. Yani kendilerinin devletleşmesi için mücadele etmelidir. Başka bir deyişle nesnel koşulları, amaçları doğrultusunda dönüştürmeye yönelik mücadele etmelidir.
Ezilen-ulus statüsünde olan Kürd ulusunun geleceği de diğer ezilen ve baskı altında tutulan uluslar gibi, insan haklarının bir boyutu olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını benimseyen, savunan tüm unsurların kendi aralarında ortak amaç ve ilkeler üzerinde anlaşmaları ve bu doğrultuda kararlı bir duruş ve mücadele azmini sergilemelerine bağlıdır.
01/03/2022
[1] Akbulut, Olgun, Barış İçinde Birlikte yaşamanın Hukuk Zemini, XII Levha Y., 2008, İstanbul s. 262-263
[2] Akbulut, age, s. 262-264
[3] İnanç, Zeri, Uluslararası Belgelerde Azınlık hakları, Ütopya Y. 2004, Ankara
[4] Kalaycı, Hüseyin, Ulus-Devletlerin Başağrısı Ayrılıkçılık, Liberte Y. 2010, Ankara, s.127-128, Smith, Anthony, Ulusların Etnik Kökeni, çevirenler, Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir, Dost Y. 2002, İstanbul, s. 45
[5] Smith, Anthony, Milli Kimlik, çeviren, Bahadır Sina Şener, İletişim Y. 2009, İstanbul s. 41-42
[6] Akbulut, age, s. 288
[7] Akbulut, s. 1
[8] Gurr ve Harff, Ethnic Confticts in World Politics Oxford, 1994, aktaran Balı, Ali Şafak, Çok kültürlülük ve Sosyal Adalet, “Öteki” ile Barış İçinde yaşamak, Çizgi Y, Konya, 2001, s. 196
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.