Moskova Deklarasyonu ve ötesi
Halep’in Esad güçlerinin eline geçmesinin ardından Moskova’da bir araya gelen Rusya, İran ve Türkiye, Suriye’ye ilişkin ortak görüş ve ‘niyetleri’ni kayıt altına alan bir deklarasyon yayınladılar.
Moskova ve İran’da nasıl karşılandığını bilmiyoruz fakat Türkiye’de olduğu gibi değerlendirilmediği açıktır. Çünkü bu deklarasyon, enikonu belli bir davranış birliğinin dile getirilmesinden çok, esas olarak Türkiye’nin tutum değişikliğini kayıt altına alan bir teyid belgesidir. Türkiye açısından, aslında büyük bir hezimetin ve teröre hamiliğin onay belgesi haline gelen bu deklarasyonun büyük bir zafermiş gibi sunulması, yeni ve daha büyük sorunlarla karşı karşıya getirilen halkın gözünün bağlanmasından başka bir şey değildir.
Neden böyle olduğunu anlamak için evvela ‘deklarasyon’a göz atmak gerekir.
Deklerasyonun encamı
Deklerasyon 8 maddeden oluşuyor. Bu maddelerden bir kısmı, tarafları bağlayan ve Suriye savaşının çözümü konusunda temel yaklaşımlarını kayıt altına almakta, örneğin 1 ve 8. Madde gibi, bir kısmı daha önce imza attıkları uluslar arası anlaşmalara atıf yapmaktadır. Örneğin BMGK’nın 2254 No’lu kararına göndermede bulunan 2 ve 6. Madde gibi. Diğer bir kısmı ise, özelde Halep’in boşaltılması, genelde ise ‘Suriye savaşının barışçıl yollardan çözülmesi’ için tarafların bağlayıcılıktan uzak niyetlerini ifade etmektedir.
Bu deklarasyonun her bir taraf bakımından farklı anlamlar içerdiği açıktır. Türkiye ile ilgili sonuçlarını aşağıda ele alacağım. Rusya ve İran bakımından ise durum şudur: Suriye Savaşı’nın çözümü yolunda ciddi engellerden birinin sınırlandırılması konusunda önemli bir mesafe kat ettikleri söylenebilir. Fakat bunun kalıcı, güvenilir ve beklentileri tatmin edecek düzeyde olduğunu söylemek için zaman henüz çok erken. Çünkü Türkiye, bugün olmasa bile yarın, işgal altında tuttuğu bölgelerde istediği türden bir yapının oluşması için bütün imkanlarını kullanmaya devam edecektir. Fakat bugün, netice itibariyle gerek Rusya ve gerekse İran Suriye topraklarında yürürken artık daha az arkalarını kollayacaklar. Çünkü Türkiye, bu konuda bir tehlike olmayacağının garantisini vermiş görünüyor fakat bunu sağlayıp sağlayamayacağı hususunda ciddi soru işaretleri olduğu da açıktır.
Ancak daha önemlisi, eğer sorun Suriye Savaşı’nı sona erdirmek ise, ABD’nin tutumunu beklemek gerekecek. Deyim yerindeyse Rusya, kendi ‘sath-ı mail’inde nispeten bir kararlılık oluşturdu ve buna ilave olarak Koalisyon güçlerinde yer alan Türkiye gibi en önemli Esad karşıtı bir gücü de kendi saflarına katmayı başardı. Türkiye’nin bu politika değişikliği hem IŞİD ve El Nusra gibi etkin cihadist gruplar ile olan ilişkilerini, hem de bunlara karşı kısmi tutum değişikliğini içeren ikili bir kararkteri ifade etmektedir. Fakat bu tablo Suriye savaşının sadece bir cenahını ifade etmektedir, ABD cenahı hala sessizliğini korumakta ve ne yapacağı konusunda ise bütün gözler Trump’ın göreve başlayacağı 20 Ocak’a yönelmiş bulunmaktadır. O günden önce söylenecek her şey ancak bir öngörü olabilir.
Kaldı ki deklarasyon, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 2254 sayılı kararı’na atıfta bulunmakta, yapılan ve yapılacak olan olası anlaşma ve somut gelişmeyi bu karara bağlı ele almaktadır. Bu, ABD ve diğer ilgili güçlerin olmadığı bir çözümün gerçekten çözüm olamayacağını peşinen kabul etmek anlamını taşımaktadır.
Peki BMGK 2254 sayılı karar ne içeriyor?
BMGK 2254 sayılı kararı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 18 Aralık 2015'te oy birliği ile kabul ettiği bir karar. Kararda, Suriye'de acil bir ateşkesin sağlanması ve ülkede siyasi çözüme ulaşılması çağrısı yapılmaktadır.
Karar, sivil hedeflere yönelik saldırıların acilen son bulması ve Ocak 2016'da siyasi dönüşüme ilişkin bir ateşkes ve resmî görüşmelerin başlatılması çağrısı yapmaktadır. Ancak, 'terörist' olarak görülen Irak ve Şam İslam Devleti ve El-Nusra Cephesi dışarıda bırakılmıştır. Bu gruplara yönelik saldırı ve savunma amaçlı eylemler devam edecektir. Sağlanacak olan ateşkesi, bir Birleşmiş Milletler misyonu gözlemleyecektir.
6 ay içerisinde, 'güvenilir, kapsayıcı ve bir mezhebe dayanmayan' bir hükûmet oluşturulacaktır. 18 ay içerisinde ise, bağımsız ve adil seçimler, BM denetimi altında gerçekleştirilecektir.
Görüldüğü gibi bu karar, bugün Rusya ve Türkiye tarafından sağlandığı söylenen ateşkes sürecinin daha önce denenip de başarılamayan bir niyeti yansıtmaktadır. Şu anda Türkiye ve Rusya hiç değilse kısmen, çünkü deklarasyona imza atan İran bile bu ateşkes konusunda yükümlülük üstlenmemektedir, yol aldıklarını söylemekte ve diğer etkili taraflardan katkı beklemektedirler.
Gelelim Türkiye’ye
Hemen belirtelim: Moskova Deklarasyonu, doğru şekilde anlaşıldığı haliyle Türkiye’nin, Suriye politikasını değiştirdiğinin ve kayıt altına aldığının belgesidir. Esas olarak Esad yönetiminin devrilmesi üzerine kurulan Türkiye’nin politikası, Moskova deklarasyonu ile birlikte resmen değişmiş ve Esad karşısında desteklediği her türden para militer gücü, bir başka zamanda yapacaklarından bağımsız olarak, artık eskisi gibi desteklemeyeceğini, kısmi değişikliklere yöneleceğini kayıt altına almıştır. Dahası, sadece askeri olarak değil, politik olarak da birçok tezinden vaz geçmiş ve Suriye’nin çağdaş değerler temelinde yeniden kurulması gerektiği konusunda açık teminatta bulunmuştur. Bunun açık göstergesi deklarasyonun 1. Maddesidir ki bugüne kadar söylediklerini geçersiz hale getirmekte, Türkiye’yi uluslararası düzeyde yeni yükümlülükler altına koymaktadır.
Moskova mutabakatıyla IŞİD ve El Nusra’yı resmen de terörist olarak tanımlamış olmasına rağmen Türkiye, Halep’in boşaltılması sırasında görüldüğü gibi, oradaki terörist grupların hamiliğini ve garantörlüğünü üstlenerek şehri terk etmelerini de sağlanmıştır.
Evet, Türkiye, bilinmezler ve olası gizli anlaşmalar hariç, iki veçhede darbe almıştır. Suriye’de birlikte hareket ettiği güçler ile ilişkilerini sınırlandırmak zorunda kalmış, içerde ise, kendi tabanında ciddi ve gelecekte politik sonuçları olacak bir tepkinin oluşması için her türlü zemini hazırlamıştır.
Bir başka önemli sonuç, Türkiye, El Bab gibi IŞİD tarafından ciddi şekilde tahkim edilmiş bir mayın tarlasına sürülmüş ve böylece hem ilk kez IŞİD ile doğrudan karşı karşıya gelmiş ve hem de ilk kez içerde ciddi tepkiler oluşturan ciddi kayıplar vermiştir. Olası sonuçlarından hariç mevcut durum, bu siyaseti izleyen hükümetin yeni siyasetinin de sorun üretmeye devam edeceği ve bu nedenle bir açmazdan bir diğer açmaza sürükleneceğinin göstergesidir.
Vasilikten garantörlüğe
Bunlar belki işin önemli kısımlarıdır fakat daha önemlisi Türkiye, resmen, Suriye’de bugüne kadar desteklediği güçleri tümüyle terk etmek zorunda bırakılmamış, onların kontrol altında tutulması için adeta ‘vasi’ tayin edilmiş, Türkiye’de bunu sevinerek kabul etmiştir. 31 Aralık günü hayata geçirilen ateş-kes bunu gösteriyor.
Bu şu anlama gelir: Moskova ve İran, adeta Türkiye’ye ‘kendi yarattığın sorunu kendin çöz’ denmiştir. Bu güçlere dayanarak oyun bozucu tutum takınan Türkiye şimdi, yine aynı güçlere dayanarak/kontrol altında tutarak, Suriye meselesinin hal yoluna konulmasında zorunlu görev üstlenmiştir. Moskova ve Türkiye arasında ilan edildiği belirtilen ‘ateş-kes’ sürecinin garantörlerinden biri Türkiye’dir. Yani Esad güçleri Moskova tarafından garanti edilmiş, karşıt güçler ise Türkiye tarafından… Bu da Türkiye’nin, bugüne kadar inkar ettiği Suriye’deki yıkıcı rolünü resmen kabul ettiği anlamına gelmektedir.
Daha beteri var
Türkiye bakımından bir başka hezimet, adeta varoluş sebebi haline getirdiği anti-Kürt siyaseti kapsamında PYD/YPG konusunda kabul etmiş olduğu tutumdur. Bir kısım diplomat, Türkiye bakımından ‘teslimiyet’ anlamına gelen Moskova Deklarasyonu’nun kabul edilmesinde Rus Diplomat Karlov’un aynı gün öldürülmüş olmasını göstermektedir. Bu konu ciddi bir psikolojik faktör olmuştur fakat normal şartlar altında olsa dahi Türkiye’nin fazla bir seçeneğe sahip olduğu söylenemez. Bu deklarasyonun ortaya çıkması, esas olarak, Halep yenilgisi ve Türkiye’nin oynadığı atın kesin bir yenilgiye uğratılmasıdır. Bu nedenle Türkiye, kendi esas görüşlerini unutmamak kaydıyla, Deklarasyonda belirtilen ‘terörist gruplar’ içinde yer almayan YPG/PYD’yi, istemese de ‘silahlı muhalif güç’ kapsamında kabul etmiştir. Sık sık hedefe konan bu güçlerin artık kolayca ateş altına alınamayacağı açıktır.
‘’Kuzey Suriye’de hiçbir devletin kurulmasına izin vermeyeceğiz’’ diyerek tüm siyasetini anti-Kürt bir eksene yerleştiren Türkiye, bu kör ve sonuçsuz yaklaşımın ürünü olan birçok dengesiz, istikrarsız ilişkilere girmektedir.
Nihayetinde Türkiye, bölgedeki önemini kullanarak büyük güçleri Kürtler karşısında kendi safına çekmek için geliştirmiş olduğu ‘giderim ha’ siyaseti neticesinde heveslendiği her türden belanın içine doğru hızla giriyor. Hiçbir öngörüsü gerçekleşmeyen yöneticilerden de ancak bu beklenir: Türkiye, uluslar arası alanda artık ‘kullanışlı bir araç’tır! El Bab’dan sonra Münbiç ve Rakka’yı hedef gösteren Erdoğan’ın açıklamaları bunu gösteriyor. Kürt düşmanlığına dayalı Türk siyaseti şimdi O’nu, sonu belirsiz büyük bir maceranın belirleyici aktörü haline getiriyor. Bugüne kadar tavizler vererek Büyük güçleri yanında tutan Türkiye, anlaşıldığı kadarıyla, artık bizzat hizmet ederek ayakta kalmaya çalışacak. Bunu başaracak mı? Hep birlikte göreceğiz!
01.01.2017
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.