Mustafa Aydoğan: Kürtçeyi savunmak için yalnızca insan olmak yetiyor

Mustafa Aydoğan: Kürtçeyi savunmak için yalnızca insan olmak yetiyor

.

A+A-

Kürtçeyi savunmanın Kürt olmayan her insanın da tarihe karşı bir sorumluluğu olduğunu ifade den dilbilimci, çevirmen Mustafa Aydoğan, “Kürtçeyi savunmak için sadece Kürt olmak şart değil, aydın olmak, daha doğrusu, yalnızca insan olmak yetiyor” dedi.

“Diline ‘küsen/küstürülen’ çocuklar var” diyen Aydoğan, “Çocuklarımıza ana dilini yasaklayan  bu caniliğe karşı haykırmak için, bu vicdansızlığa isyan etmek için Kürt olmak mı gerekiyor? Örneğin; “Kürtçemi istiyorum” diyen Hrant Dink Kürt değildi. İsmail Beşikçi de Kürt değil, ancak bir halkın haklarına, en başta da diline yapılanlara -ağır bedeller ödeyerek- karşı çıktı. Kürt olmayan Orhan Pamuk da Kürtçeyi savunmak için Diyarbakır’a gitti ve Kürtçenin durumuna dikkat çekti, Kürtçeyi korumaya çalışanları desteklemeye çalıştı. Türkiye’de ve Dünyanın çeşitli ülkelerinde Kürt olmadıkları hâlde çok sayıda insanın tutumu, bu vicdansızlığa karşı gelmek için yalnızca insan olmanın yettiğinin kanıtıdır” sözleriyle aydın sorumluluğuna ve insanlık değerlerine işaret ediyor.

‘Kürtçeyi savunmak, sadece Kürt olmanın değil, aynı zamanda aydın olmanın da bir gereğidir’

 Bir yandan Türkçe yazan Kürt yazarların eserlerini Kürtçeye çeviriyorsunuz, öte yandan onlarla ana dili üzerinden yoğun bir tartışmaya giriyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açmanızda yarar var galiba. Örneğin; Metin Aydın’ı neden çevirdiniz? Bununla ne yapmaya çalışıyorsunuz?

Mustafa Aydoğan: Evet, haklısın. Bu konuyu biraz daha açmaya çalışayım. Metin Aydın’ın yazdıklarını okuyan ve onu yakından tanıyan biriyim. Ana diliyle sorunlu olduğunu düşündüğüm ilişkisinin, tartışmalarımızın temel noktası olduğunu söylemem gerekiyor. Sözünü ettiğim bu sorun ve bununla ilgili tartışma yalnızca Metin Aydın’la sınırlı değil kuşkusuz. Yani aynı durumda olan birçok entelektüel insanımız var. Yaşadığı yerin sorunlarını dile getiren, oradan ilham alan, ancak o toplumun entelektüel zenginliğini taşıyan, tarihinin ambarı olan diline mesafeli yaklaşan, onun yerine başka bir dili kullanmayı yeğleyen insanların oluşturduğu bir kategoriden söz ediyorum. Bunun temel nedenleri var. Asimilasyonun kendisi, eğitim dilinin Türkçe oluşu, asırlık baskı, statüden yoksun oluş ve benzeri bir sürü neden sıralanabilir. Buna bu konudaki ulusal ve toplumsal reflekslerin zayıflığının yanı sıra, maalesef gittikçe daha güçlü bir hâlde beliren otoasimilayon eğilimini de eklemek gerektiğini düşünüyorum. Kürtçenin sosyolojik temellerine yönelik bir asır boyunca yapılan müdahaleler ve bu müdahalelerin yarattığı yığınla sorun söz konusu. Kürtçe yoğun bir baskı altında. Teknolojinin olanaklarıyla da dozu tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir biçimde artırılmış korkunç bir asimilasyon sorunu yaşıyor. Bunlar bilinen ve sürekli yinelemeye çalıştığımız gerçeklerdir. Ancak sözünü ettiğim durumun ciddiyeti ve sorumluluğuyla anılan kategorideki aydınlarımızın tutumu arasında bir çelişki var. Burada bir duyarsızlık söz konusu. Burada bir uyuşmazlık var. Burada aydın olma özellikleriyle çatışmalı bir durum var. Yazın serüveninde Kürtçeye karşı gerekli duyarlılığı göstermeyen bu yazarlarımızda, -yinelemek zorundayım- asimilasyon sürecini dolaylı da olsa “beslediğini” düşündüğüm bir tutum söz konusu. Metin Aydın’ın şiirlerinden oluşan eserini (Lalistan) çevirerek aslında Metin Aydın ve onun konumunda olan birçok yazarımıza bir mesaj vermek istediğimi belirtmem gerekiyor. Mandela’nın 21 Şubat Dünya Ana dili Günü nedeniyle söylediği çok önemli bir sözü var. ‘Siz bir adamla bir dilde konuşursanız anlar, çünkü direkt beynine gider. Ama onun dilinde konuşursanız yüreğine gider’. Şimdi ben bu kalemlerin kendi coğrafyalarının sorunlarını şiirle, romanla, benzeri edebi türlerle dile getiren, onu başka biçimlerde gerçekleştiren insanların bu toplumun insanlarının beynine hitap ettiğini düşünüyorum. Bunu yadsımak olanaksız. Ama bu kalemlerin o toplumun insanlarının hem beyinlerine hem de yüreklerine hitap etmelerini, özellikle bu koşullarda Kürtçeye daha çok sahip çıkmalarını öneriyorum. Kürtçe yaşamın değişik alanlarından bir asır boyunca kovulmaya çalışıldı, yoğun bir baskıyla uygulanan asimilasyon sonucunda dilimize birçok yaşam alanının kapatıldığı bir gerçek. Kürtçeyi savunmak, onun bu alanları yeniden fethetmesine yardımcı olmak sadece Kürt olmanın değil, aynı zamanda aydın olmanın da bir gereğidir. Yani bu olayı yalnızca kimlik ve aidiyet üzerinden okumamak gerekiyor. Çünkü bu, aydın olduğu iddiasını taşıyan Kürt olmayan her insanın da tarihe karşı sorumluluğudur. Bunu çeşitli biçimlerde tartışıyoruz. Bu tür çevirilerle tartışmaları beslemeyi denemek istedim. Bunu çevireceğim eserlerle gündeme getirmek, tartışmak, bu konuda gerekli duyarlılığın koşullarını oluşturmam gerektiğine inandığım için yapıyorum. Bizim bu tartışmalarımız ve bu konuda gerekli duyarlılığa sahip değişik aydınların buna yönelik başka biçimlerdeki ilişkileri, eylemleri, çabaları hep bu duyarlılığın koşullarını oluşturmaya yöneliktir. Burada bu kategorideki insanları özellikle bu konuda elbette “rahatsız etmek”, “sarsmak” istediğimiz çok açık. “Kendilerine dönmeleri” en temel amaçlarımızdan biri. Benim gibi düşünsünler demek istemiyorum. Bu bağlamda şiir sanatıyla daha önce Kürtlerin beyinlerine hitap eden Metin Aydın’ın, bu çeviri aracılığıyla artık yüreklerine de hitap ettiğini düşünüyorum. Ve bunu bu çeviri ile gerçekleştirdiğimizi söyleyebilirim. Bunun diğer yazarlarımız için de geçerli olduğunu belirtmeliyim. Bu konuda ilgili kategorideki yazarları ikna edip, çelişkili ve aydın olma özelliğiyle bağdaşmayan tutumlarında bir değişikliğe yol açmaya katkıda bulunabilirsem ya da en azından bu konuyu onların da tartışma gündemine sokabilirsem sevinirim.

‘Diline “küsen/küstürülen” çocuklar var’

 Bu konuyu sadece bir Kürt sorumluluğu olarak değerlendirmiyorsunuz. Kürtçeyi savunmanın Kürt olmayan her insanın da tarihe karşı sorumluluğu olduğunu söylüyorsunuz. Peki, Kürt olmasaydınız da, Kürtçeyi savunmaya çalışır mıydınız?

Mustafa Aydoğan: Kesinlikle... Kürt olmasaydım da, bunu denemeye çalışırdım. Değişik halkların haklarını nasıl desteklemeye çalışıyorsam, eylemlerde bulunuyorsam, çeşitli ilişkiler geliştiriyorsam, bunu yanı başımdaki Kürt toplumu için de yapardım. Öğrenmeye çalışıp sadece destek amaçlı da olsa, her yerde dillendirmeye çalışırdım. Evet, Kürt olmasaydım bile bunu yapmaya çalışacaktım kuşkusuz… Ama Kürdüm ve benim ilk dilim bu. Yine söylüyorum, beni bu dilden uzaklaştırmaya çalıştılar. Şimdi ilk önce kendime sahip çıkmaya çalışıyorum. Kimseye bir minnetim yok. İlk önce kendi kişiliğimi, benliğimi savunmaya çalışıyorum. Beni bu dilden uzaklaştırmaya çalışan aracı da kullanarak bu dile daha çok sarılmaya çalışıyorum. Kürtçeyi savunmak için sadece Kürt olmak şart değil kuşkusuz. Elbette, Kürt toplumunun entelektüel zenginliğini taşıyan Kürtçeyi savunmak, en başta Kürt toplumunun sorumluluğunda. Ancak burada normal bir süreç yaşanmıyor, çok farklı bir durum var. Diline “küsen/küstürülen” çocuklar var. Bilmediği bir dilde testlere tabi tutulup “zeka engelli” olarak damgalanan yavrular var. Altı yaşından itibaren kendi kültüründen yararlanma ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılan kuşaklar var. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin açık bir ihlali var. Kürt çocuklarının asırlık yoğun bir asimilasyon uygulamasıyla Kürtçeden koparılarak başka bir gruba nakledilişi diye tanımlayabileceğimiz bir durumun söz konusu olduğunu hep yineliyoruz. Bu nedenle Kürtçeyi savunmak için sadece Kürt olmak şart değil, aydın olmak, daha doğrusu, yalnızca insan olmak yetiyor. Birleşimiş Milletler Genel Kurulu’nda 1948 yılında kabul edilip 1951 yılında yürürülüğe girmiş olan Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin, “Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.” diyerek soykırımı tanımlayan “Soykırım oluşturan eylemler” başlığını taşıyan 2. Maddesi bu konuda çok açık. Giriş bölümünde, soykırımın/jenositin “uygar dünya” tarafından lanetlendiğinin ve uluslararası hukuka göre bir suç olarak beyan edildiğinin yazıldığı anılan sözleşmenin, gruba mensup olanların öldürülmesi ve benzeri fiziki bakıları ve zararları içeren söz konusu maddenin (a), (b), (c) ve (d) bentleri bir yana, konumuz olan dil ile ilişkisinden dolayı sadece “Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek”ten oluşan (e) bendi bile soykırıma karşı olduğunu, insan olduğunu ileri süren herkesin Kürtçeyi savunarak bu soykırım suçuna, bu lanete karşı bir tutum sergilemek zorunda olduğunu gösteriyor. Demokratlığın dainsanlığın da sınandığı yer burası... Bu nedenle Kürt olmasaydım da Kürtçeyi savunmaya çalışacağımı, bu grubun çocuklarının başka bir gruba zorla nakledilmesine seyirci kalmayacağımı belirtmek istiyorum. Çocuklarımıza ana dilini yasaklayan  bu caniliğe karşı haykırmak için, bu vicdansızlığa isyan etmek için Kürt olmak mı gerekiyor? Örneğin; “Kürtçemi istiyorum” diyen Hrant Dink Kürt değildi. İsmail Beşikçi de Kürt değil, ancak bir halkın haklarına, en başta da diline yapılanlara -ağır bedeller ödeyerek- karşı çıktı. Kürt olmayan Orhan Pamuk da Kürtçeyi savunmak için Diyarbakır’a gitti ve Kürtçenin durumuna dikkat çekti, Kürtçeyi korumaya çalışanları desteklemeye çalıştı. Türkiye’de ve Dünyanın çeşitli ülkelerinde Kürt olmadıkları hâlde çok sayıda insanın tutumu, bu vicdansızlığa karşı gelmek için yalnızca insan olmanın yettiğinin kanıtıdır. Ama burada acı bir gerçeği dile getirmek zorundayım. İlginç olduğu kadar üzücü de olan gerçek, ana dilin durumunu, karşılaştığı tehditleri, yaşadığı sıkıntıları, tehlikeleri ve olası sonuçlarını yalnızca ana dili Kürtçe olmayanlara değil, maalesef bizzat ana dili Kürtçe olanlara anlatmak zorunda kaldığımızdır.

‘İlkel dil savı doğal insan dillerinin özellikleri konusundaki cehaletin bir göstergesi’

Kimi çevreler tarafından Kürtçenin “ilkel”, “zayıf”, “fakir” ya da “yetersiz” olduğu ileri sürülüyor. Bu savlara ne dersiniz?

Mustafa Aydoğan: Gülüp geçerim, ama sorduğun için kısaca yanıtlamaya çalışacağım. Yeniden üretilip “uygun” görülen dönemlerde piyasaya sunulduğuna tanık olduğumuz bu savlar, Kürtçeyi değersiz göstermeye çalışan, aşağılayan bir anlayışın ürünüdür. Kürtçeye karşı olanları, dil olarak Kürtçeden rahatsız olanları, hedef kitleyle, yani ana dili Kürtçe olanlarla Kürtçe arasında uçurumlar yaratmaya çalışanları, kısacası, Kürtçeyi varlığı için tehlikeli bir dil olarak görenleri anlıyorum. Bir dili yok etmek ile ilgili amaçlarına uygun davrandıklarını biliyorum. Ancak bu anlamsız ve ilkel bakış açısının, bizzat hedef kitlenin kimi insanları arasında da “anlam bulmuş” olması ve konuya yaklaşımlarını etkilemiş olması çok ilginç. Kimi aydınların bu anlamsız ve bilimle uzaktan yakından ilişkisi olmayan anlayışı bir biçimde desteklemesine ya da bu konuda sessizliğe bürünmüş olmasına da bir anlam vermekte güçlük çektiğimi söylemek zorundayım. İlkel dil savı doğal insan dillerinin özellikleri konusundaki cehaletin bir göstergesidir. Evet, dünyada ilkel toplulukların olduğu bir gerçek. Ancak ilkel dil savı, dilbilimcilerin gülüp geçtiği ve hiçbir bilimsel temeli olmayan anlamsız bir savdır. Günümüz teknolojisiden nasibini alamamış ya da diğer topluluklara göre daha az almış, hatta çağımız insanı gibi giyinme kültürü olmayan en basit bir kabilenin konuştuğu dil bile daha modern bir aşamada olan toplulukların dillerinden daha basit değildir. Çünkü burada toplumların gelişkinlik düzeyini değil, dillerini karşılaştırıyoruz. Bugün dünyada ilkel dil diye örnek gösterebileceğimiz bir dil yok. Çünkü doğal insan dillerinin günümüzde kompleks ve yüksek düzeyde bir gelişkinliğe ulaştığı gerçeğini yaşıyoruz. Dolayısıyla gelişmiş dil ilkel dil ayrımından kaçınmak gerekiyor. Bu nedenle statüsü olan dillerle karşılaştırıldığında daha önemsiz ve daha az kompleks görmemizin temel nedeni ne olabilir acaba? Bunu düşünürken yeterli bir dilsel övünç ve öz saygıya sahip olup olmadığımızı da kontrol etmemiz gerekiyor diye düşünmekten alamıyorum kendimi. 

‘İlkel dil yoktur, alfabe ve yazı bir dilin varlığı için şart değil’

Alfabesi olmayan ilkel toplulukların dilleri de mi?

Mustafa Aydoğan: Evet, alfabesi de, yazısı olmayan ilkel toplulukların dillerinin de gelişmiş olan modern toplulukların dilleri kadar kompleks ve yüksek düzeyde bir gelişkinliğe ulaştığını iddia ediyorum. Ayrıca alfabe ve yazı bir dilin varlığı için şart değil. Zaten önce söz vardı, yazı ise sözü resmeden kader değiştirici bir olgu olarak insan hayatına çok sonradan girmiştir. Yani insanlığın en temel iletişim sisteminin konuşma dili olduğunu söylemek istiyorum. Yazı dili ise konuşma diline göre ikincil bir konumdadır. Bugün alfabesi ve yazısı olan dillerin daha önce alfabesiz ve yazısız olduklarını unutmayalım. Alfabe ve yazının tarihin belli bir döneminden itibaren bir gereksinimin ürünü olarak ortaya çıktıklarını unutmamak gerekiyor. Bu nedenle yazı dili olup olmamasına bakmaksızın dünyada ilkel dil olmadığını söylememiz gerekiyor.

‘Ana dili konusundaki yetersizliklerini ana dilin kendisine bağlayan bir yetersizlik’

 Kürtçenin “zayıf”, “fakir” ya da “yetersiz” olduğu savına dönersek...

Mustafa Aydoğan: Bunun da belli bir amaç doğrultusunda yaratılan bir algı olduğunu, asimilasyonu beslediğini, yaygınlaşmasını, daha etkili olmasını sağladığını görmemiz gerekiyor. Bu ürkütücü bir durum. Bu nedenle bu konuyu iyice tartışmak ve gerekli aydınlatmayı yapmak gerekiyor. Daha ürkütücü olanı ise söz konusu algının etkisinin ana dili Kürtçe olanlar arasında yaygınlaşmasıdır. Bu algı, ana dili Kürtçe olanlarda Kürtçenin özelliklerinin ve gücünün bildikleriyle sınırlı olduğu gibi bir yanılgıyı, bir dargörüşlülüğü da koşullandırmaktadır. Ana dili konusundaki yetersizliklerini ana dilin kendisine bağlayan bir yetersizlik olduğunu düşünüyorum. Bu yaklaşımın, yani Kürtçenin “zayıflığı”, “fakirliği” ya da “yetersizliği”yle ilgili bu dargörüşlülüğün çoğu zaman iletişimde başka bir dili kullanmanın gerekçesi olarak da gündeme geldiğine tanık oluyoruz. Sözcük dağarcığı açısından olaya yaklaştığımızda, bir dilde kimi dillerdeki ya da farklı toplumsal aşamadaki kimi toplulukların dillerindeki kimi sözcüklerin karşılığı olmayabilir, ancak doğal her insan dilinin, istisnasız doğal her insan dilinin ilkesel olarak yeni dilsel yapılar edinebilme ve toplumun gereksinimlerini karşılayabilecek üretimi yapabilecek, bu gereksinimlere uyarlanabilecek özelliğe ve yaratıcılığa sahip olduğunu söyleyebiliriz. Doğal insan dillerinin yaratıcılığını görmezden gelen bir savdır bir dilin “zayıf”lılığı ya da “fakir”liğiyle ilgili sav. Toplumsal gelişmenin gereksinim duyduğu sözcük dağarcığının değişkenlik gösterebileceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor. (Devam edecek…)

Ali Abbas Yılmaz: Sur Ajans

Kaynak

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.