Recep Maraşlı’nın kitabı üzerine düşüncelerim
Değerli dost Recep Maraşlı’nın yazmış olduğu; DİYARBAKIR YA DA SODOM’UN 5 NO’LU ZİNDANDAKİ BİN GÜNÜ isimli kitabı okuduğumda hafızam beni 40 küsur yıl gerilere götürdü. Kitaptaki işkence türlerini okurken defalarca kitabı okumayı bırakıp nefes almak, biraz ara vermek zorunda hissettim kendimi. Bir günde okunacak kitabı üç gün içinde ancak bitirebildim.
Dünyanın hemen her köşesindeki işkencecilerin seçtikleri kurbanlar üzerinde denedikleri işkence yöntemleri, kitabı okuyup 5 Nolu’da yapılanları hatırlayınca ne kadar da birbirine benzediklerini gördüm. Değerli arkadaşım Recep şimdiye kadar 5 Nolu hakkında yazılan kitaplardan farklı olarak işkencelerin insan üzerindeki sadece bedensel değil ruhsal olarak, psikolojik, cinsiyet ve sosyal olarak yapılan tahribatları, mazoşist direnmeyi uygulamalarla karşılaştırıp bizlere sunmaktadır.
İşkencenin birçok tanımı olmasına rağmen ortak kanı; İşkence insanlık dışıdır, deyimine Sartre karşı çıkıp şöyle diyor; “İşkence insanlık dışı değil, insanlar tarafından başka insanlara yapılan ve diğer insanlar tarafından ortadan kaldırılması gereken utanç verici ve iğrenç bir suçtur” der. Recep’in Sartre’den aldığı bu alıntı bana da mantıklı gelmektedir.
Gerek Diyarbekir 5 Nolu’daki, gerekse Salo ya da Sodom’un 120 Günü filmindeki uygulamalara baktığımızda, dünyadaki tüm işkencelerde görev alan kişilerde bir ortak yan bulunmaktadır. İşkence yapmak için seçilen kişilerde ortak özellikler: Ruhları ezilmiş, aşağılık duygusuna sahip, ya çocuk bakım evlerinde büyümüş ya da anne baba sevgisinden yoksun, toplum dışına itilmiş kişilerdir. Kurbanları acımasızca ezmek isteyen bu kişiler bu yöntemle kendilerini kabul ettirmek duygusuna sahiptirler. 5 Nolu’da yattığım yıllarda işkenceci gardiyanların bu tür kişilerden seçildiğini görmüş ve tanımıştım.
Recep de belirttiği gibi; işkence uygulamalarının yaygın olduğu ülkelerde iki tür işkence uygulanmaktadır. İlki polis ve askeri karakollarda uygulanan işkence; kurbanın bedenine acı vererek teslim alıp bilgi almaktır ve süresi bellidir. Diğeri ise; cezaevlerinde uygulanan işkencenin süresi belli olmadığı gibi kurbanların bedenini önce teslim almak ardından ruhunun, bilincinin, beyninin, düşüncelerinin, kişiliğini belirleyen değerlerin teslim alınıp her söyleneni yapan bir robota dönüştürmek amaçlanmaktadır. Bedeni teslim alınan kurbanlar işkenceci kurallara pratikte uyarken ruhlarını, beyinlerini, değerlerini korumak istemektedir. Diyarbekir 5 Nolu’da tutukluların çok büyük bir bölümü fiziki olarak kurallara uyarken içlerinde küfürler etmekte, ruhlarını, beyinlerini teslim etmemek için kendi iç dünyalarında direnmekteydiler.
Ruhları, beyinleri teslim alınan tutuklular da 5 Nolu’da azımsanmayacak sayıda vardı ve sonuçlarını da yaşadık. İtirafçılar ve onlar için açılan koğuş, koğuşlardaki ispiyoncular gardiyanların her istediklerini, dışarıda en yakını olan arkadaşını bile ispiyonlamaktan kaçınmayan, ilk başlarda bir cop yememek için, sonrasında da ruhlarını teslim ettiklerinden her denileni yapmaktaydılar. İşkenceciler biz tutukluların bedenlerini 1981 ortalarına kadar teslim aldıktan sonra esas uygulamak istedikleri işkence programlarını başlatmışlardı. Bizler bir HİÇ’tik, onların gözünde insanlıktan ve yoldan çıkmış yaratıklardık. Programla ya bizi yeniden yola getirip insanlığa döndürmek için ruhumuzu, beynimizi teslim alıp bir robota dönüştürecekler ya da yok edeceklerdi.
Recep’in de haklı olarak vurguladığı gibi Diyarbekir bu program için boşuna seçilmemişti. Tüm Kürt dava dosyalarının Diyarbekir’de yargılanmasını karar altına alınmış ve özel bir programla Kürt ulusal hareketini gruplar nezdinde bitirmek için bu program hazırlanmıştı. Bu programla 12 Eylül darbesi ile birlikte tutuklanan Kürt lider ve kadrolarını önce fiziki işkencelerle bedenlerini teslim almayı hedefledi. Bedenler teslim alnınca Kürtlüğü bitirmek için ruhumuzu, beynimizi düşünsel anlamda da ele geçirmek, tutuklu liderlerin gururlarını kırmak, her türlü hakaretleri kadrolar ve sempatizanların önünde yapıp cevap olarak “emredersiniz komutanım” cümlesini duyurmak istemekteydiler. “Ulusal taleplerini, örgütlenme dinamiklerini kırıp yok etmek, ulusal ve politik kimliği ortadan kaldırmak için uygulanan özel bir programdı.”
Bu özel programın tutuklular bünyesinde yarattığı en önemli tahribat kişiliklerinin parçalanmasıydı. Tahliye olduktan sonra ilk yıllar fark edememiş, İsveç’e geldikten sonra fark etmiş ve beni günlük yaşamımda ilk yıllar zorlamıştı. 12 Eylül darbesi ile başlayan baskılar Kasım ayından itibaren fiziki işkencelere dönüşmüş, Aralık, Ocak ve Şubat 1981’e kadar koğuşlarda direnişle birlikte sürmüştü. 1981 Mart başında direnen koğuş kalmamış, işkenceler bu tarihten itibaren de hücrelere kapatılanlar üzerinde her türlü baskı ve şiddeti Mayıs ayına kadar sürmüştü. 1981 Mayıs ayından sonra cezaevinde yatan tutukluların bedensel olarak direnişini kırmışlardı. Ardından da özel programı başlatmışlardı.
Biz tutuklular bedenlerimize yapılan işkencelere teslim olmuştuk fakat teslim olmanın ne demek olduğunu bilemiyor ya da kestiremiyorduk. Sanıyorduk; İstiklal Marşı, Türklük Andı, yemek duası okununca, sayımlarda esas duruşa geçilince ve havalandırmada askeri yürüyüşle her şey biterdi. Okullarda da okumamış mıydık rehavetine kapılmıştık. Bizler teslimiyetin nelere mal olacağı konusunda kalan bir mirasa da sahip değildik. 1940’a kadar süren Kürt ulusal direnişlerinde cezaevlerinde neler olmuş bilemiyor, 40 yıllık bir arayla aramızda bir kopukluk oluşmuş, neler yapıldığı konusunda ciddi bir bilgiye sahip değildik. Recep’in yazdığı gibi, 12 Mart askeri hapishaneleri üniversite kantini ile kışla yatakhanesi gibi bir yapıdaydı. Onlardan da bizlere kalan bir direniş mirası yoktu.
Özel program uygulamaya konulup devamı sürecinde başımıza neler geleceğini kestirmeye başlamıştık ama geç kalmıştık. Yapmamız gereken ise bedenen onların uygulamalarını yaparken ruhumuzu, beynimizi, sahip olduğumuz değerlere girmelerine, teslim almalarına izin vermemeye çalışmak önemli bir durumdu. Eğer 5 Eylül 1983 direnişi patlak vermişse ruhumuzu, beynimizi, değerlerimizi korumanın, kendimize ve inançlarımıza duyduğumuz saygının bir sonucuydu. 5 Eylül direnişi sonucu bedenlerimizi de kurtarmıştık fakat bizlerde bıraktığı beden hasarlığının yanında ruhi hasarları ne derecede kurtarmıştık bilemiyorduk. 5 Eylül direnişi öncesi yenilgi psikolojisi ile tahliye olan tutukluların ruhsal durumu nasıldı, bir inceleme konusudur. Üzerlerinde bir araştırma yapılıp yapılmadığını, bıraktığı ruhsal hasarları nasıl giderebildiklerini, o hasarlarla nasıl yaşama ayak uydura bildiklerini merak etmekteyim. 5 Eylül direnişi sonrası tahliye edilenlerde bir zafer duygusu, teslim olmama, yenilgiyi zafere dönüştürme duygusu olduğundan ruhsal hasarların biraz daha az olacağını tahmin ediyorum.
Bu güne kadar 5 Nolu ile ilgili çokça kitap yazılmasına, röportajlar yapılmasına rağmen hâlâ yazılmamış durumların olduğunu, ne yazılsa da mutlaka bir şeylerin eksik kalacağı duygusunu vurgulayan Recep önemli bir noktayı belirtiyor: “İçeriyi yaşamayan birisinin bu özel kapatma ve sürekli zulmü yazması zordur.” 5 Nolu’da yenilginin tutuklular üzerindeki diğer bir olumsuz etkisi de moral ve psikolojik olarak dışarıdan bir destek görememesidir. 12 Eylül generalleri darbeden kısa bir süre sonra dışarıdaki muhalefet edebilecek Kürt ve Türk politik hareketlerini sindirmiş olup cezaevleri üzerinde, özellikle Diyarbekir’de rahatça her zulmü denemişti. Cezaevi kapılarında analarımız, ailelerimiz dışında bizlere sahip çıkan kimse kalmamıştı. 5 Eylül direnişinin başarısının bir nedeni de ailelerimizin kahramanca bizlere sahip çıkıp 5 Nolu’nun kapısından ayrılmamalarıydı.
Recep’in kitabının şimdiye kadar yazılan kitaplardan farklı yanı, hiç kimsenin yazıp ta formüle edemediği Mazoşist direnmedir. Dünyada başka bir örneği var mı bilemiyorum. İşkencelere karşı direniş yapanlara saldırarak değil de tutukluların ölümü kutsayıp kendi canlarına kıyma cesaretidir. Psikologların, sosyologların, toplum bilimcilerinin araştırması gereken bir durumdur. Bir yanda sadist ruhlu kişiler, diğer yanda ise kendi bedenine acı çektirip direnenler, bu ilginç durum 5 Nolu’da yaşandı.
Recep’in de belirtiği gibi, faşizmin tüm dünyada yeri geldiğinde bazı sanatçıların ve dini görevlilerin desteğini alıp onları da kendine ortak etmesini 12 Eylül döneminde 5 Nolu’da yaşadık. Her ne kadar imamların cezaevine gelip bizlere vaaz vermesini fırsat bilip marş söylemeden oturabilsek bile İslam dinin faşizmin, Kemalizmin hizmetinde kullanılan bir araç olmasını görmemezlikten gelemeyiz.
5 Nolu’dan tahliye olup da bedensel ve ruhsal rahatsızlık yaşamayan yok gibidir. Üzücü olan Kürt politik grupların bu durum karşısında, rehabilite konusunda bir hazırlıkları olmaması, ilgisiz kalması büyük bir eksiklikti. Benim de bazılarını yakından tanıdığım tutuklular bu rahatsızlıklarıyla baş başa kalıp içe kapanık yüzlercesi bulunmaktadır.
İşkencelerin tüm vahşetine, zulmüne rağmen bireyin inançları, haysiyeti görmüş olduğu acılardan daha güçlüyse insanoğlu direne bilir. Umarım Kürtler ve insanlık bir daha 5 Nolu gibi bir duruma izin vermezler! Kalemine ve yüreğine sağlık Recep!