Sabri Atman: Nasturi Kaliamının 180’inci Yılında

Sabri Atman: Nasturi Kaliamının 180’inci Yılında

.

A+A-

Sabri Atman

Asurların ana vatanı Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Mezopotamya’dır. Bu coğrafyadaki tarihleri binlerce yıl öncesine dayanır. Kilise tarihindeki bölünmeler nedeniyle birçok ayrı isimle anıldılar. Nasturiler de bunlardan biridir! M.S. 431’de toplanan Efes Konsili’nde, teolojik görüş ayrılıklarının hâkim olması nedeniyle bir kesim, Nastur’un İsa’nın doğası üzerine olan görüşlerinin reddedilmesi üzerine taraftarlarına yeni bir yol çizdiler. Bu düşünceleri kabul edenler Nasturiler olarak adlandırıldılar. Kısaca Nasturilik, aynı etnik kökenden gelen halk arasında Hristiyanlığın çeşitli yorumlarına inananların kendilerine farklı bir yol çizmelerine verilen isimdir. Ayrıca Doğu ve Batı Kilisesi olarak da adlandırılırlar.

19. yüzyıl boyunca, Nasturiler İran-Urmiye ve Osmanlı topraklarının sınır bölgelerinde yaşamışlardır. Bu iki bölgede yaşayan Nasturilerin önemli bir çoğunluğu, Osmanlı topraklarında Van ve Hakkâri arasında aşiretler olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı ve aynı zamanda tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlıyorlardı. Bu bölgedeki nüfuslarıyla ilgili farklı rakamlar vardır. Yetmiş beş bin rakamını telaffuz edenler olduğu gibi yüz elli bin rakamını verenler de vardır.

Sene 2007 olmalı. ”Assyrians, Kurds, and Ottomans” gibi birçok kitabın yazarı olan Hırmıs Aboona ve ben Firodil Enstitüsü tarafından Londra’da bir konferans için çağrılmıştık. Aboona, 1843 ve 1846’daki Nasturi katliamlarına; ben ise 1915 soykırımına odaklanacaktım. Aboona iki konuya vurgu yapmıştı. İlk olarak, Asur ulusal bilincinin yetersizliği ve halkın aşiretler tarafından yönetilmesi önemli bir sorun teşkil ediyordu. Dışarıdan gelen saldırılara karşı birlikte hareket edemiyorlardı. İkinci olarak, on binlerce Asurlunun katledilmesi ve bu katliamlardan hesap sorulmaması 1915 soykırımının alt yapısını hazırlamıştı. Sonuç olarak, Hakkâri bölgesindeki yerli Nasturi halk tamamen temizlenmişti. Demografi tamamen değişmişti. Nasturiler, sadece on binlerce insanlarını kaybetmekle kalmamış, ayrıca mallarını ve topraklarını da kaybetmişlerdi. Hayatta kalanlar, başka diyarlara göç etmek zorunda bırakılmışlardı. Açıkçası, katliamı yapanlar kazançlı çıkmıştı.

Sağ kurtulanlar, 1914 yılı Ekim ayında Talat Paşa’nın Van valisine gönderdiği bir kararnameyle tehcir edilmelerini emretmesi sonucu, İran’ın Urmiye ve diğer bölgelerinde yeni bir hayat arayışına girdiler. Geri dönmek istemelerine karşı, bu defa Musul Valisine, 1915, Ekim ayının 30’nda gönderdiği telgrafta ‘Vatanlarına dönmesinler’ emrini vermişti.

Talat Paşa’nın Türkleştirme politikasını devam ettiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa da etnik temizliğe son noktayı koyarak Nasturilerin vatanlarına dönüşlerine izin vermedi. Hakkâri, on binlerce Asur’un yaşadığı bir yerdi, ancak bugün yerlilerinden yoksun. Orada sadece bazı kilise harabelerinin izleri bulunabilir. Sağ kurtulanların çocukları ise Amerika Birleşik Devletleri’nin Arizona eyaletinde, Chicago’da, Avustralya’da ve Kanada’da yaşamlarını sürdürmektedirler.

2013 yılında Rusya’nın Saint Petersburg şehrinde tanıştığım ve dedeleri Hakkâri asılı olan Petros Gwargis, bana yaşamındaki en büyük özleminin dedesinin ayak izlerini sürmek ve ölmeden önce Hakkâri’yi ziyaret etmek olduğunu söylemişti. Bu amaçla iki defa Türkiye’ye gelmiş ancak her geldiğinde Hakkâri’ye gitmenin güvenli olmadığı söylenmişti. Haftalar önce kendisine haber gönderdim. Bedir Han Beg’in torunu Ahmet Kardam’la arkadaş olduğumu ve kendisiyle dedesinin Nasturilere yaptığı katliamlar konusunda söyleşi yaptığımı söyledim. Bunun üzerine Petros Gwargis’in soruları arkası kesilmeyen bir şekilde devam etti. İlk sorusu “dedesi gibi mi düşünüyor?” oldu. Hayır, Ahmet Kardam katliamların soykırım olduğunu ve bunların “asla olmaması” gerektiğini söyledi, Kürtlere çağrı yaptığını ve soykırımla yüzleş ilmesi gerektiğini söylediğimde, çocuklar gibi sevindi. Peki şimdi Hakkâri’ye gidebilir miyim, oraya gitsem Kürtler beni düşman görürler mi, çocuklarımı yanıma alırsam başımıza bir şey gelebilir mi, şeklinde soruların ardı arkası kesilmedi.

Dileğim, Ahmet Kardam’la yaptığım bu söyleşinin en azından Asurlar ve Kürtler arasında yapıcı bir diyaloğun oluşmasına vesile olması ve bu yönde yapılacak bir tartışmaya katkıda bulunmasıdır.

Lütfen kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız?

1945 yılında İstanbul’da doğdum. İlkokulu Ankara’da bitirdim. Orta ve lise öğrenimimi Tarsus Amerikan Koleji’nde tamamladım. 1964’te Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin [Middle East Technical University – METU] öğrencisi oldum. 1969’da üniversitenin İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldum ve aynı bölümde ekonomi asistanı olarak çalışmaya başladım. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonucunda üniversitedeki görevimden ayrılmak ve Hollanda’da siyasi sığınmacı olmak zorunda kaldım. 1974 sonbaharında genel af ilan edilince Türkiye’ye döndüm. Çeşitli yayın evlerinde çevirmenlik ve redaktörlük yaptım. 1976’da Cumhuriyet Halk Partisi üzerine yaptığım bir çalışmam kitap olarak yayımlandı. 1980’de İstanbul’da yayımlanan Politika gazetesinde genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalışmaya başladım. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra polis tarafından aranmaya başlayınca siyasi sığınmacı olarak Federal Almanya’ya gitmek zorunda kaldım. Batı Berlin’de yayımlanan Türkiye Postası gazetesinin genel yayın yönetmenliğini ve köşe yazarlığını yaptım. 1989 sonbaharında Türkiye’ye döndüm, havaalanında polis tarafından gözaltına alındım, Nisan 1991’e kadar, bir buçuk yıl tutuklu kaldım. 1993-1998 yıllarında bir kamuoyu araştırma şirketinin Ankara bürosu müdürlüğünü ve bilgi işlem merkezi sorumluluğunu yaptım. Bir arkadaşımla birlikte yazdığımız Türkiye’de Siyasi Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları başlıklı çalışmamız 1998’de yayımlandı. 1999-2008 yıllarında bir yayınevinde çevirmen ve yazar olarak çalıştım. Ünlü sufi Mevlana hakkında yazdığım kitap 2007’de yayımlandı. 2008’de emekli oldum. Osmanlı arşivlerindeki Bedirhan Bey’e ilişkin belgeler üzerinde yaptığım beş yıllık çalışmam iki cilt halinde yayımlandı (2011 ve 2013). Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve ilk başkanı Mustafa Suphi üzerine yaptığım dört yıllık çalışmam 2020’de yayımlandı. Eşimle birlikte, 2014 yılından beri İzmir’in Foça ilçesinde yaşıyoruz. Batı Berlin’de yaşayan bir oğlumuz ve iki torunumuz var.

Toplumsal olaylara duyarlılığınız ne zaman nasıl başladı? Siyasi mücadelenizden bahsetmek ister misiniz?

Toplumsal olaylara duyarlılığım Ankara’da, Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencisi olmamla başladı. Üniversite’ye giriş tarihim 1964 yılının sonbaharı. 1960’lı yılların ikinci yarısı, Dünya’nın belli başlı ülkelerinde gençlik hareketlerinin yükselişe geçtiği yıllardır. Türkiye’de de öyleydi. Sosyalist ve komünist görüş ve faaliyetlerin uzun yıllar boyu en ağır bir şekilde cezalandırıldığı Türkiye’de, 1960 yılında kabul edilen görece liberal anayasanın yarattığı özgürlük ortamından yararlanan bir grup işçinin Türkiye İşçi Partisi adıyla bir parti kurmasıyla ve kapılarını ilerici, demokrat, sosyalist aydınlara açmasıyla Türkiye siyasi yaşamında yepyeni bir hava esmeye başladı. Bu partinin 1965 genel seçimlerinde parlamentoya sokmaya başardığı 15 milletvekili parlamentoda çok etkili bir muhalefet odağı oluşturmuşlardı. İşçilerin sendikal mücadelesi yükselmeye, sosyalist ve komünist düşünceler yaygınlaşmaya başlamış, üniversitelerde de bu gelişmelere paralel olarak, gittikçe güçlenip yaygınlaşan bir gençlik hareketi ortaya çıkmıştı. Öğrencisi olduğum Orta Doğu Teknik Üniversitesi yükselmekte olan bu gençlik hareketinin önemli bir parçasını barındırıyordu. Türkiye’nin bu genel atmosferi ve öğrencisi olduğum üniversitedeki sosyalist öğrenci örgütlenmesi 1966 yılından itibaren beni de etkiledi. Üniversitenin Sosyalist Fikir Kulübüne üye oldum. Beş bin dolayında öğrencisi olan üniversitenin 1967 yılında yapılan Öğrenci Birliği’nin yönetim kurulu seçimlerini benim de aday olduğum liste kazandı. Böylece, Türkiye’de gençlik hareketinin doruğa çıktığı o yıllarda gençlik hareketinin önemli organlarından birinde sorumluluk üstlenmiş oldum.

Kıbrıs sorunun tekrar alevlendiği 1967 sonbaharında, o sıra ABD Başkanı olan Lyndon Johnson, Türkiye ile Yunanistan arasında arabuluculukla görevlendirdiği Cyrus Vance’ı 22 Kasım 1967’de Türkiye’ye göndermişti. ABD’nin Kıbrıs sorununa müdahalesini protesto etmek üzere ODTÜ Öğrenci Birliği olarak üniversite öğrencilerinden epey kalabalık bir grubu otobüslerle Vance’ın uçağının ineceği havaalanına taşıyarak havaalanını işgal etmiş, ardından kent merkezinde yer alan Amerikan Haberler Merkezi önüne giderek büyük bir protesto gösterisi yapmıştık. Polis göstericilere saldırmış ve bazılarını gözaltına almıştı. Gözaltına alınanlar arasında ben de vardım. Gösteriyi örgütleyenler arasında yer aldığım suçlamasıyla yargılandığım mahkeme beni 9 ay hapse mahkûm etti. Bu karar, ancak dört yıl sonra, 1971 ilk baharında kesinleşti. O sırada ODTÜ’den mezun olmuş, ekonomi bölümünde asistanlık yapmaktaydım. Tam da o tarihlerde, 12 Mart 1971’de bir askeri darbe olmuş, ordu ülke yönetimine el koymuştu. Bu koşullarda üniversite yönetimi derhal benim asistanlık görevime son verdi. Dokuz aylık cezamı çekmek üzere Anadolu’nun küçük bir kasaba cezaevine kondum. Ceza sürem tamamlandığında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı tahliye edilmeyip Ankara’ya gönderilmemi emretti. Ankara’da askeri cezaevine konuldum. Çıkartıldığım nöbetçi askeri mahkeme tutuksuz yargılanmama karar vererek beni tahliye etme gafletinde bulundu. Bu bana, sahte bir kimlik kartıyla gerçek bir pasaport alarak Hollanda’ya kaçma fırsatını vardı. Beni gıyabımda yargılayan askeri mahkeme kararıyla 10 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldım.

Hollanda’daki sürgün yaşamım sırasında Türkiyeli göçmen işçilerin haklarını savunacak bir örgütün kurucuları arasında yer aldım. Bu işçi birliği, kuruluşundan 50 yıl sonra, Hollanda’nın resmî kurumları nezdinde saygınlığı olan yığınsal bir örgüt olarak çalışmalarını bugün hâlâ sürdürmektedir.

1974 yılında askeri rejimin son bulmasıyla çıkartılan af yasasından yararlanarak Türkiye’ye döndüm. 1920’deki kuruluşundan itibaren yasal çalışmasına asla izin verilmediği için faaliyetlerini illegal olarak yürütmekte olan Türkiye Komünist Partisi’ne üye oldum. Partinin 1977’deki illegal konferansının belgelerini yayımlayarak yasal olarak dağıtılıp satılmasını sağladım. Hakkımda derhal, “komünizm propagandası yapmaktan” dava açıldı. Tutuksuz yargılanıyordum. Yargılanmam sürerken, 12 Eylül 1981 günü, ordu bir darbe yaparak ülke yönetimine el koydu ve tüm muhalefet çevrelerine yönelik polis takibatı başlatıldı. Polis hem benim hem de eşimin peşine düşmüştü. Partinin temin ettiği sahte pasaportlarla Berlin’e kaçıp siyasi iltica başvurusunda bulunduk. Hakkımda sürmekte olan dava devam ediyordu. Gıyabımda 7.5 yıla mahkum edildim.

Eşim, oğlum ve ben Batı Berlin’e yerleştik. Önce, Türkiye Komünist Partisi’nin Türkiyeli göçmen işçiler arasında faaliyet gösteren Batı Berlin örgütünün sekreterliğini üstlendim. Daha sonra tüm Batı Avrupa komitesinin üyesi oldum. 1987 yılında partinin Merkez Komitesi üyeliğine getirildim O yılın sonbaharında Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri ile Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Brüksel’de düzenledikleri ortak basın toplantısında iki partinin Türkiye Birleşik Komünist Partisi adı altında birleşme kararı aldıklarını ve bu partinin 1988 yılında yapılacak kongreyle son şeklini alacağını, amacın komünist parti üzerindeki yasağı delerek bu partiyi yasallaştırmak olduğunu açıkladılar. Kısa bir süre sonra, iki partinin genel sekreteri, Komünist Partisi üzerindeki yasağın kaldırılması ve Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni legal olarak kurmak üzere Kasım 1987’de Türkiye’ye döndüler. İndikleri Ankara havaalanında derhal gözaltına alındılar, ağır bir işkenceli sorgu sürecinin ardından tutuklanıp yargılanmaya başladılar. Hem Türkiye’de hem de Avrupa’da, iki komünist genel sekreterin serbest bırakılmaları ve komünist partisi üzerindeki yasağın kaldırılması için çok yaygın ve güçlü bir dayanışma hareketi yükseldi.

İki genel sekreterin Türkiye’ye dönüşlerinin ikinci yılında, 1989 sonbaharında, verilen yasallık mücadelesini daha da güçlendirmek amacıyla benim de aralarında yer aldığım dört kişilik Merkez Komitesi heyeti Türkiye’ye döndü. Havaalanına iner inmez dördümüz de derhal gözaltına alınarak tutuklandık. Bu ikinci “dönüş hareketi” de hem yurt içinde hem de dışında epey bir yankı uyandırdı. Verilen mücadelede ilk başarı, bizden önce dönmüş olan iki genel sekreterin başlattıkları ölüm orucu sonunda serbest bırakılmaları oldu. Benim için de tahliye kararı verilmiş olmasına rağmen, hakkımda kesinleşmiş 7,5 yıllık ağır hapis cezası nedeniyle serbest bırakılmadım.

Başlattığımız “yasallık mücadelesi”, Türkiye Cumhuriyeti rejiminin 1991 nisanında komünist partisi üzerindeki 70 yıllık yasağı kaldırmak zorunda kalmasıyla amacına ulaşmış oldu. Ben de böylece özgürlüğüme kavuştum.

Yasal kuruluşunu gerçekleştiren Türkiye Birleşik Komünist Partisi topladığı ilk yasal kongrede üyelerini, diğer sosyalist ve komünistlerle birliğini sağlamak amacıyla, yeni kurulmuş olan Sosyalist Birlik Partisi’ne katılmaya davet ederek kendi faaliyetine son verdi. Ben, kongrenin aldığı bu kararı doğru bulup desteklemekle beraber, aktif siyasi yaşamdan çekildim.

Anadolu coğrafyası çok etnik kimlikli bir coğrafya olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte her şey homojenleştirilmeye çalışılıyor. Herkes ‘Türk olmaktan’ mutluyum dedirtilmeye zorlanıyor. Sizin etnik kimliğiniz nedir? Türk olmaktan ‘mutlu musunuz?’

Çok etnisiteli, uluslu Anadolu topraklarının homojenleştirip Türkleştirilmesi cumhuriyetin kurulmasından (1923) önce başlamıştır. Osmanlı egemenliğinin son dönemlerinde iktidarı ele geçirmiş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti liderliği imparatorluğun dağılmasını önlemenin tek yolunu Türkçülükte görüyordu. Balkan savaşlarının kaybıyla yaşanan büyük toprak kaybı sonucunda İttihat ve Terakki liderliği, Kafkaslardan ve Balkanlardan gelmekte olan Müslüman nüfusla birlikte, Küçük Asya’yı (Anadolu’yu) Türklüğün sığınabileceği en son toprak parçası yapmak, “Türk yurdu” haline getirilmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Ama Küçük Asya’nın demografik yapısı problemliydi. Bu topraklarda yaşayan Rum, Ermeni, Kürt ve Asuri gibi toplulukların sayısı milyonları buluyordu; Türkler azınlıktaydı. O nedenle, demografik yapıyı temizleyerek homojenleştirmeye yöneldi. Bu amaçla “Ermeni soykırımı”nın gerçekleştirilmesini sağlayan Tehcir Yasası Birinci Dünya Savaşı sırasında, Mayıs 1915’te çıkarıldı. Böylece başlayan “temizlik hareketi” sadece Ermenileri değil, Rum ve Musevi, Asurlu (Nasturi, Süryani, Keldani) ve Kürt Ezidîleri gibi Müslüman ve Türk olmayan halkları da hedef tahtasına koydu. Onların sürülüp katledilmeleriyle boşalan topraklara göçmen ve sığınmacı Türkler ve diğer Müslüman halklar yerleştirildi. Osmanlı imparatorluğunun o günkü nüfusunun üçte birinin yerleri değiştirildi. Kürt, Arap, Laz, Arnavut, Çingene, Çerkez, Gürcü, gibi unsurlar birbirine karıştırılarak, Küçük Asya’nın “Türk yurdu” haline gelmesinin önünde bir tehdit olmaları engellenmeye çalışıldı.

Mustafa Kemal İttihat ve Terakki’nin, özellikle onun en önde gelen lideri Talat Paşa’nın “Türkçü” programını devam ettirmiştir. Bir farkla ki, Mustafa Kemal İttihat Terakki’nin Asya’ya doğru yayılmacılığını reddederek daha gerçekçi bir yol izlemiştir. Tıpkı İttihat ve Terakki liderleri için olduğu gibi Mustafa Kemal için de, elde kalan son toprak parçası Küçük Asya, yani Anadolu’ydu. “Türk Devleti’nin yurt edinebileceği bir başka coğrafya yoktu.” Nitekim, “milli mücadele hareketi”ni başlatmak üzere 19 Mayıs 1919’da Karadeniz’in sahil kenti Samsun’a ayak basar basmaz ilk icraatı, o bölgede yaşayan Hıristiyan Rum azınlığın (Pontus Rumlarının) temizlenmesine devam etmek olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar uzanan ve kuruluştan sonraki süreçte de dayandığı kadronun ana gövdesini İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “B-Takımı” oluşturmuştur.

1923 yılında Yunanistan’la imzalanan mübadele anlaşmasıyla Anadolu’daki 1.200.000 Ortodoks Hristiyan’ın hepsi “Rum” sayılarak Yunanistan’a; Yunanistan’daki 500.000 Müslüman da Türk sayılarak Anadolu’ya göç etmek zorunda bırakılmıştır. Mübadelede kullanılan kıstas ırk ya da dil değil din olduğu için, Anadolu’daki Hıristiyan Türkler Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslüman Rumlar ve diğer bazı etnik gruplar da Anadolu’ya göçertilmiştir. Böylece İttihat ve Terakki liderliğinin başlattığı demografik Türkleştirme ve Küçük Asya’yı “Türk yurdu” haline getirme projesini tamamlayan Mustafa Kemal olmuştur.

1924’te kabul edilen Anayasa’nın 88. Maddesi’yle, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin, din ve ırk ayrımı yapılmaksızın Türk olduğu” ilan edilerek, toplumsal ve siyasal bir kimlik olan milliyet kanun yoluyla belirlenen bir kimlik haine getirildi.

Ben bu koşullarda ve ortamda, bir “Türk” olarak yetiştirildim. Ailemin bütün fertleri de fiilen [de facto] “Türk”tü. Aile tarihi üzerine hiç konuşulmazdı. Biz çocuklar da bu durumu hiç sorgulamazdık. Bu konuyu sorgulamayı ancak 50 yaşımdan sonra akıl edebildim. Vardığım sonuç olağanüstü şaşırtıcıydı: Ailemizde hiç “Türk” yoktu! Ama biz hepimiz yine de “Türk”tük. Babamın baba tarafı muhtemelen Arap ve/veya Sudanlı; anne tarafı Kürt ve Rum’du. Anemin baba tarafı Boşnaktı; anne tarafı ise Abhaz [Abkhas]. Niye Ermeni yok diye merak ettim. Meğer o da dolaylı bir biçimde varmış: Babaannem 1915’teki Ermeni katliamı sonucu beş yaşındayken ailesini yitirdiği için yetimhaneye konmuş Erzurumlu bir kız çocuğunu evlatlık edinince o eksiklik te tamamlanmış oldu! (Bu kız çocuğunun Ermeni olduğunu devletin nüfus kayıtlarına girmeyi başararak keşfettim.) Yani ailemde Türk’ten başka “herkes” varmış! Ama biz hepimiz her şeye rağmen yine de “Türk” ve “Müslüman”dık!

“Türk” olduğumu sandığım çocukluğumda ve gençliğimde bile kendimi bu nedenle “mutlu” hissettiğimi hiç hatırlamıyorum; aile içinde böyle bir atmosfer zaten yoktu. Gençlik yıllarımdan itibaren ise, siyasi tercihlerim itibariyle, zaten kategorik olarak milliyetçilik karşıtıydım.

Siz Bedirhan Bey’in torunusunuz. Kürt olduğunuzu, hem de Bedirhan Bey’in torunu olduğunuzu nasıl ve ne zaman öğrendiniz? Bunun sizin iç dünyanızda nasıl bir etkisi oldu, ne hissettiniz? Daha önce Bedirhan Bey hakkında ne biliyordunuz?

Her şey, baba-bir-anne-ayrı ablam Ekin (Kardam) Duru’dan aldığım 24 Aralık 1992 tarihli mektupla ve ekindeki Arap harfleriyle yazılmış bir defter ve bu defterin daktilo edilmiş transkripsiyonuyla başladı. Ablamın mektubunda yazdığına göre, Babaannemiz ölümünden kısa bir süre önce, yani 1974 -1976 arasında bir zaman, ablama bu zarfta gönderdiği el yazması defteri vererek, “Bu defterde aile büyüklerimizin biyografisi var, bunu sen sakla” demiş. Ablam, el yazması Arap harfleriyle yazılmış olduğu için okuyamadığı bu defteri başka evraklarını da içinde sakladığı bir kutuya atmış ve bir daha da dönüp bakmamış, ta ki bu mektubu kaleme aldığı 1992 yılına kadar. Arap harfleriyle yazılmış o defteri koyduğu kutudan çıkartıp transkripsiyonunu yaptırmış (Latin harflerine dönüştürtmüş) ve şimdi hem o defteri hem de Latin harflerine dönüştürülmüş halini bana yılbaşı hediyesi olarak gönderiyordu.

Defterin yazarı, babaannemin babası Ali Galip Paşa’ydı. Ben doğduğumda çoktan ölmüş olan, hakkında adından başka hiçbir şey bilmediğim babaannemin babası (yani babamın dedesi) Ali Galip’in 59 yıl önce (1933’te) yazmış olduğu bu soluk sayfalara dokunmak bile kendi başına yeterince heyecan vericiydi. Ama beni asıl heyecanlandıran, aile tarihine ilişkin hiç bilmediğim bir şeyi öğrenmem oldu: Ali Galip Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk nüvesi olan Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Türklerle iş birliği yapmış olan Bizans tekfuru Mihal Kosses’in [Michael Kosses] sülalesinden geliyordu; yani Rum’du. Bu yetmezmiş gibi, 1882’de, Kürt Bedirhan Bey’in en büyük ikinci oğlu Necib Bey’in kızı Sariye ile evlenmişti. Yani babaannem baba tarafından Rum [Greek], anne tarafından Kürt’tü!

Türkçe de “Köse Mihal olarak anılan Michael Kosses’in kim olduğunu lise yıllarımdaki tarih derslerinden çok kabaca da olsa biliyordum. Fakat Bedirhan Bey hakkında bir Kürt beyi olması dışında hiçbir bilgim yoktu. Babaannem, babam ve amcam artık hayatta değillerdi; onlara soramazdım. Annem henüz yaşıyordu, ama kayınvalidesinin (babaannemin) ne babası ne de annesi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Hatta, kocasının Kürt olduğundan bile haberi yoktu; benden öğrendi! Hayatta olan ablam Ekin ile kuzenim Nükhet, Bedirhan adlı bir Kürt beyi ile bir şekilde ilişkimiz olduğunu duymuşlardı ama hepsi bundan ibaretti. Bedirhan Bey kimdi, bizim onunla akrabalık ilişkimiz nasıl bir şeydi – hiçbir fikirleri yoktu.

O zaman fark ettim ki, aile içinde kendimi bildim bileli, babaannemin babası ve annesi hakkında hiçbir şey konuşulmazdı. Babaannem, babasının adının Ali Galip olup Abdülhamid’in paşası olduğundan çok ender söz ederdi, hepsi o kadar. Bedirhanî olan annesi Sariye hanımdan söz ettiğini hiç duymadım. 12 Mart 1971’deki askeri darbeden sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştım. Polis tarafından arandığım son günümü İstanbul’da babaannemle birlikte geçirdim. O gece bana Sultan Abdülhamid’in Kürtlerden oluşturduğu Hamidiye Alayları’ndan söz etti. Anlatırken gözleri parlıyordu. Ama benim aklım ertesi gün yapacağım tehlikeli yolculuktaydı; üstelik Hamidiye Alaylarının ne olduğundan tümüyle habersizdim. Hiçbir şey soramadım. Ben oralı olmayınca o da kısa kesti. Sorsaydım, belki babamın gizli tutulan aile tarihçesi hakkında her şeyi anlatacaktı. Ertesi gün vedalaştık, bu onu son görüşüm oldu. Babamın adı da Ali Galip’ti. Demek ki ona dedesinin adını vermişlerdi; ama dedesinin adını bir kez olsun andığını duymadım; aynı şekilde, şimdi artık Kürt ve Bedirhan olduğunu bildiğim anneannesi Sariye Hanım ise sanki hiç var olmamıştı. Bu işte, ne olduğunu açığa çıkartmam gereken bir gariplik vardı! Babaannemin anne tarafından Bedirhanî olduğunu öğrenmiştim. Ama bu nasıl bir akrabalıktı? Dedesi Necib, Bedirhan Bey’in nesi oluyordu? Ben kimdim?

Gelgelelim, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından terk ettiğim Türkiye’ye ancak 1989’da dönebilmiş, bir buçuk yıl hapis yatmış ve Nisan 1991’de Ceza Yasası’nın 141. ve 142. maddelerinin kaldırılmasıyla özgürlüğüme henüz kavuşmuştum; eşimle birlikte hayatımızı sıfırdan başlayarak yeniden kurmaya çalışıyorduk. Aile sırlarını açığa çıkarmakla uğraşma lüksüne sahip değildim.

Yeni bir hayat kurabilme uğraşısı içinde yıllar su gibi akıp gitti. Nihayet 1998 yılında, yeni çalışmaya başladığım yayınevindeki Kürt iş arkadaşıma ablamın altı yıl önce göndermiş olduğu defterden söz ederek, Bedirhanîlerle nasıl bir akrabalık ilişkisi içinde olduğumu merak ettiğimi ama bunun öğrenmenin yolunu bulamadığımı söyledim. İsveç’te yaşayan bir Kürt tarihçisi olan arkadaşının Bedirhanîler üzerine araştırma yaptığını söyleyerek kendisine başvurmamı tavsiye edip telefon numarasını verdi. Bu Kürt tarihçisinin yazmış olduğu Cızira Botanlı Bedirhaniler [Bedirhanis of Cizira Botan] adlı kitabı henüz Türkiye’de yayımlanmamıştı. Hemen telefona sarıldım. İsveç’te yayımlanmış olan bu kitabından söz ederek bir nüshasını [copy] gönderebileceğini söyleyince dünyalar benim oldu.

Çok geçmeden kitap elimdeydi. İkinci bölümünde yer alan “Bedirhanilerin soyağacı”na bakıp babam ile amcama kadar uzanan aile ağacını görünce gözlerime inanamadım: Babaannemin babası Ali Galip Paşa’nın damat olduğu Necib Bey, Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan’ın en büyük ikinci oğluydu. Necib Bey’in üç kızından biri Sariye hanımdı. Ali Galip Paşa bu Sariye hanımla evlenmişti. Bu evlilikten üç kızı olmuştu. Bu üç kızdan biri benim babaannem Nazire (Kardam) idi. Yani ben, Bedirhan Bey’in beşinci kuşak torunu oluyordum!

Hem yaşamına ve mücadelesine ait ilk ayrıntılı bilgileri bu Kürt tarihçisinin kitabından öğrendiğim Bedirhan Bey’e ilişkin arşiv belgelerine dayalı bir araştırma yapabilmek, hem de Bedirhanlarla olan ilişkimiz konusundaki aile içi suskunluğun sırrını çözebilmek en büyük arzum haline gelmişti. Ama bunun için kendimi emekli ederek tüm zamanımı bu işe ayırmam gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebileceğim maddi imkânlara ancak dokuz yıl sonra, 2007’nin sonunda kavuşabildim.

2008 yılında Osmanlı Arşivi’ne girerek Bedirhan Bey’e (1806-1869) ilişkin, Arap harfleriyle el yazması 800 sayfa kadar arşiv belgesine ulaştım. Bunların Latin harflerine dönüştürülmesi için hem neredeyse bir servet hem de 19. Yüzyıl Osmanlıcasını anlayabilmek için epey zaman harcayıp, beş yıllık bir çalışmayla iki cilt kitap yazdım: Birinci cilt Bedirhan Bey’in Osmanlı’ya karşı 10 yıllık direniş ve isyanı, ikinci cilt 22 yıllık sürgün yaşamı.

Bu çalışma sonucunda ailenin Bedirhan Bey konusundaki suskunluğunun sırrını da çözebildiğimi sanıyorum: Babaannemin dayısı, Bedirhan Bey’in torunu Abdürrezak ailenin Osmanlıya isyan edip bağımsız bir Kürdistan için mücadele etmiş ünlü bir ferdiydi. 1906’da İstanbul Belediye Başkanını öldürttüğü iddiasıyla önce ömür boyu hapse mahkûm olmuş, 1910’da affedilince Rusya’ya iltica ederek Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık Rusya’nın desteğiyle Osmanlı’dan ayrılıp bağımsız bir Kürdistan kurmak amacıyla Rus ordusuyla birlikte hareket eden silahlı bir Kürt gücü oluşturmuştu. İttihat ve Terakki hükümeti onu yakalamak veya öldürtmek üzere Rusya’ya gizlice özel suikastçılar göndermiş, 1917 Sosyalist Devrimi’nin ardından Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine Osmanlı ordu mensupları tarafından Tiflis’te yakalanarak veya dönmeye ikna edilerek 1918’de Şam’a getirtilmiş ve orada zehirlenerek öldürülmüştü. Osmanlı İmparatorluğu dağılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, 1927’de, Mustafa Kemal’in mecliste okuduğu ünlü Nutkunda Bedirhanîleri rejim için bir tehdit olarak anması üzerine, babaannemin ailesinin (anne ve babasının, kendisinin ve eşinin), sonraki kuşakları koruyabilmek endişesiyle, ailenin Bedirhanî kökenlerini gizleyerek onları birer “Türk” olarak yetiştirme kararı aldığı sonucuna vardım.

Bu şekilde, ailemin baba tarafının, onları Kürt düşmanlığından koruyabilmek amacıyla, yeni kuşakların iliklerine kadar asimile edilip Türkleştirilmesine razı olmak zorunda kalmış olması beni derinden etkiledi ve çok öfkelendirdi. Ama en önemlisi, ben böylece, Türkiye’nin yaşadığı hukuksuzluğun, demokrasi ve temel insan hakları yoksunluğunun tarihsel kökenleri konusunda iliklerime kadar işleyen derin bir aydınlanma yaşadım.

Büyük dedeniz Bedirhan Bey üzerine bize ne anlatmak istersiniz?

Bedirhan Bey, 16. Yüzyılda Osmanlı Sultanı Selim’in Kürdistan’a tanıdığı özerkliğin 1830-1840’lı yıllarda geri alınmasına karşı sergilediği direniş ve isyanla ve diğer Kürt beyleriyle kurduğu ittifakla daha ileri tarihlerdeki Kürt ulusal uyanışına ve mücadelesine esin kaynağı olmuştur. Ayrıca, 1937’den 1847’ye kadarki on yıllık iktidarı döneminde Cizre-Bohtan beyliğini kurduğu “danışma meclisi” eliyle “adil” bir şekilde yönetmesiyle, sağladığı ekonomik refah düzeyiyle ve uyguladığı adil vergi politikasıyla, Osmanlının atadığı bölge valilerinin hem kendisine ve hem de müttefiki diğer beylere müdahalelerine karşı koymasıyla, Cizre-Bohtan beyliğinde örneği görülmemiş bir asayiş ve güven ortamı yaratmış olmasıyla, sosyal dayanışma uygulamalarıyla efsaneleşmiştir. Bu efsane tazeliğini hâlâ korumaktadır. Buna karşılık sicilinde maalesef bir de özellikle Hıristiyan dünyasının asla unutmadığı, belleklerdeki tazeliğini hâlâ koruyan “Nasturi katliamı” vardır ki, bu Bedirhan Bey’in yaşamının en karanlık sayfasını oluşturur.

Asurlar, Hakkari’de yaşayana Nasturiler olarak tarihe geçtiler. Nasturiler hakkında ne biliyorsunuz?

Kürdistan coğrafyasının en eski yerleşik halklarından olan Asurluların bir dalı olan Nasturiler hakkında bildiklerim Bedirhan Bey’in onlara yönelik katliamlarını araştırırken öğrenebildiklerimle sınırlıdır. Bedirhan Bey’in katliamına hedef olan Nasturilerin yaşam alanı Hakkari’nin Irak sınırının yakınında bulunan bugünkü Çukurca ilçesinin Zap Suyu boyunca uzanan köyleriydi. Bu bölgede altı Nasturi aşireti yaşıyordu: Adlarını yaşadıkları yerlere veren bu aşiretler şunlardı: Tiyari, Thuma, Cilo, Istazin, Baz ve Diz.

Nasturilerin patriklik merkezi Hakkari’nin Koçanıs köyüydü (bugünkü Konak köyü). Mar Şamun namını taşıyan patrik, “malik” namını taşıyan aşiret beyleri ile piskoposların ortak toplantısında seçiliyordu. 1840’lı yıllarda Nasturilerin Hakkâri bölgesindeki toplam nüfusu 100 bin kadardı. İttihat ve Terakki iktidarının 1915 yılında düzenlediği Ermeni soykırımının hedefine Nasturiler de dahil edildiler ve böylece Hakkâri bölgesi Asurilerden tümüyle “temizlenmiş” oldu.

Siz büyük dedeniz Bedirhan Bey’in gerçekleştirdiği Nasturi katliamını çok net bir şekilde Soykırım olarak değerlendiriyorsunuz. Bunu bize biraz açar mısınız? Ne tür olaylar meydana geldi? Yaptığınız araştırmalara dayanarak katledilen Nasturilerin sayısı ne kadardı?

Bedirhan Bey’in Nastur katliamı, biri 1843 yılında diğeri 1846 yılında olmak üzere, iki etapta gerçekleşir. Birinci etap 1843 haziran ayında başlayıp ağustos ayının ortalarına kadar sürer.

İkinci etap üç yıl sonra, 1946 eylülünün son günlerinde başlayıp, ekim ayı içinde sonlanır. Her iki saldırıda da Bedirhan Bey’in askeri gücü yaklaşık 10.000’dir. Birinci harekatta katledilen Nasturi nüfusu yaklaşık 10.000, ikinci harekatta ise bunun iki katı, yani yaklaşık 20.000’dir. Gabriele Yonan’ın belirttiğine göre, 19. yüzyılın ortalarında bu bölgedeki toplam Nasturi nüfusu 100 bin dolayındaydı. Eğer öyleyse, Bedirhan Bey’in bu iki katliam seferiyle Nasturi nüfusunun üçte birini yok ettiği anlaşılıyor. Bu bile, tek başına, bu katliamın bugünün kıstaslarıyla eksiksiz bir soykırım olduğunu söylemeye yeter. Ama kanımca, bu olayı “soykırım” yapan sadece yaşamını yitiren Nasturilerin sayısı değildir.

1843 yılındaki birinci katliam, Bedirhan Bey’in Nasturilere saldırmak için hazırladığı Kürt ordusunun ilk bölüğünün Diz bölgesine doğru hareketiyle başlar. On binlik Kürt ordusu, Bedirhan Bey’in askerlerine ilaveten Hakkâri beyi Nurullah’ın, Amêdiyeli İsmail Bey’in, Otaşı aşiretinin ve Tatarhan Ağa’nın askerlerini de içermektedir. Nasturilerin askeri gücü Kürtlerinkinden daha fazladır: 15 bin. Fakat Nasturiler arasında birlik yoktur. Bunun nedeni patrik Mar Şamun’un İngiliz ve Amerikalı misyonerlerle işbirliği yapmasına ve misyonerlerin Nasturileri eski inançlarından döndürücü faaliyetlerine karşı duyulan tepkidir. Özellikle Thuma bölgesindeki Nasturiler arasında Mar Şamun’a karşı güçlü bir muhalefet vardır – o kadar ki, bu bölge katliam sırasında Kürtlerin tarafında yer alır. Nasturilerin Bedirhan Bey kuvvetleri karşısında yenilmelerinin nedeninin bu “bölünmüşlük” olduğu anlaşılıyor.

Kürt kuvvetleri ilk hedef olan Diz’e 6 Haziran 1843 günü varır. Büyük Zap suyunu geçerken güçlü bir dirençle karşılaşsalar da, sayıca daha az olan Nasturiler geri çekilir. Kürtler üç gün boyunca, çocuk, yaşlı, kadın, erkek ayrımı yapmadan Nasturilere ağır kayıplar verdirir. Diz, Patrik Mar Şamun’un evinin bulunduğu bölgedir, ama kendisi saldırı sırasında Aşita’da olduğu için katliamdan kurtulur. Fakat annesi ile erkek kardeşlerinden biri öldürülür; üç erkek kardeşi ile kız kardeşi esir alınır. Diğer iki kardeşi kaçarak canlarını kurtarırlar.

Kürt ordusunun Diz’e saldıran bu ilk birliği Bedirhan Bey ile Nurullah Bey’in getirecekleri takviye kuvvetlerini beklerken, alınan esirler Bohtan dağlarına götürülür. Bedirhan Bey Bohtan’dan Tiyari bölgesinin kuzeybatısına ilerlemekteyken, Musul valisi Mehmed Paşa da 800 kişilik bir Osmanlı birliğini Tiyari bölgesinin güneybatısına konuşlandırır. Bu birlik, patrik Mar Şamun’a verilmiş olan yardım sözüne rağmen Nasturilere yardım etmeyip, bir tehdit ve şantaj unsuru olarak katliama seyirci kalır. O arada, bazı Kürt birlikleri de doğudan herhangi bir yardım gelmesin veya o tarafa kaçılmasın diye, Tiyari’nin doğusundaki geçitleri tutarlar. Böylece Tiyari Nasturileri kuzeyden Bedirhan Bey, güneyden de Mehmed Paşa kuvvetleri tarafından, doğuya da kaçamayacakları şekilde kuşatılmış olurlar. Aynı tarihlerde, Revanduz’dan hareket eden bir Kürt birliği de Bedirhan Bey ile Nurullah Bey’e yardımcı olmak, “din uğruna savaşmak” amacıyla Tiyari’ye doğru ilerlemeye başlar.

Tiyari’ye kuzeyden giren Bedirhan Bey’in ilk hedefi Çamba köyü olur. Katliamdan sağ kurtulup esir düşenler arasında Melik İsmail’in karısı da vardır. Melik ise savaşırken aldığı bir gülle yarasıyla, kalçası kırık olarak bir mağaraya saklanırsa da, Kürtler onu orada bulup sürükleye sürükleye Bedirhan Bey’in önüne getirdiklerinde bir kılıç darbesiyle bizzat Bedirhan Bey tarafından öldürülür.

Çamba’dan sonraki hedef, hemen güneydeki Serspidion olur. Köy yerle bir edilir, bahçe ve tarlalar mahvolur. Zap Suyu geçilip Mar Sava kilisesi ateşe verilir; büyük kemer ve duvarları yıkılır. Ardından Bedirhan Bey Zap Suyu boyunca güneye, Aşita’ya doğru ilerler. Yol üstündeki Minyaniş köyünde 12 aile dışında herkes katledilir.

Tiyarili Nasturiler Bedirhan Bey’i iki saat ileride karşılarlar. İki kuvvet arasında sabahtan ikindiye kadar süren savaş sonunda Nasturiler geri çekilip Zap suyunun öteki yakasına geçerlerken köprüyü yıkarlar. Zap suyunu küçük sallarla geçen Bedirhan Bey kuvvetleri kaçanlarla iki gün süren bir çatışmaya girerler ve sonunda Nasturiler bozguna uğrar. Aşita’dan kaçamayanlar cizye [poll tax] ödeyeceklerine ve Hakkâri beyi Nurullah’a itaat edeceklerine söz vererek aman dilerler [ask for mercy]. Bunlardan 50.000 kuruş toplanır. Amerikalı misyoner Dr. Grant’ın orada inşa ettirdiği misyon binasının bir kulesi dışında kalan kısımları yıktırılır, üç bin kadar koyuna el konulur. Bedirhan Bey koyunları askerlerine yedirir ve postlarıyla da küçük sallar yaptırarak askerlerini Zap Suyu’ndan geçirir. Aşita’dan ayrılırken, Zeynel Bey adında bir müttefikini bir miktar askerle birlikte Aşita’ya yönetici tayin eder. Çarpışmalarda 870 adet tüfek ele geçirilmiştir. Bedirhan Bey, daha sonra, bu tüfeklerin kundak ve çakmaklarını sökerek, demirlerini Erzurum valisine gönderecektir. Katliam sırasında Nasturilerin dağlara sakladıkları veya emin yerlere gömdükleri elyazması kutsal kitaplar, onları gizleyen papazların çoğu öldürüldüğü için bir daha bulunamaz.

Aşita’daki katliamın haberi Lizan vadisi boyunca duyulmaya başlayınca, Aşita’nın güneybatısında, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu Lizan halkından bin kişi, ancak dağ keçilerinin tırmanabileceği yüksek ve erişilmesi neredeyse imkânsız bir platforma çıkarak kendilerini korumaya çalışırlar. Onları oradan güç kullanarak indiremeyeceğini anlayan Bedirhan Bey etraflarını kuşatarak beklemeye başlar. Erzak ve suları biten Nasturiler üç gün sonra teslim olmak zorunda kalırlar. Bedirhan Bey’den canlarının bağışlanacağı sözünü aldıktan sonra silahlarını teslim etmeye razı olurlar. Platforma girmelerine izin verilen Kürt kuvvetleri, Nasturilerin silahlarını toplayıp hepsini kılıçtan geçirmeye ve yorulunca da geri kalanları uçurumdan aşağı atmaya başlarlar.

Katliamın başladığı günlerde Aşita’da bulunan patrik Mar Şamun yanına aldığı bir kardeşi ve Aşitalı papaz Abraham ve ailesi ile birlikte 27 Temmuz 1843 günü Musul’a ulaşır ve orada İngiltere’nin Musul konsolos vekili Rassam’a sığınarak Musul valisi Mehmed Paşa’dan Bedirhan Bey’in satmak amacıyla aldığı esirlerin serbest bırakılmasına, yağmalanan mal ve eşyaların iadesine ve hâlâ sürmekte olan katliamın durdurulmasına yardımcı olmasını ister. Vali Mehmed Paşa, Nasturilere yardımcı olabilmesi için Mar Şamun’un ve tüm Nasturilerin önce kendisine biat etmelerini [pay homage to] şart koşar, ama Mar Şamun bu koşulu kabul etmez. Kaldı ki, katliamı yapan Kürt kuvvetleri Erzurum valisinin maiyetinde oldukları için, katliama müdahale onun yetkisi dışındadır. İngiltere’nin Musul konsolosluğu da esirlerin yerlerine iadesini Musul valisinden talep eder. Fakat aldığı yanıt, “Bu konuda devletten herhangi bir emir gelmediği” şeklinde olur.

Anlaşıldığı kadarıyla, katliam 1843 ağustos ayı ortalarına kadar sürer. Canlarını kurtarabilen Nasturiler yığınlar halinde güneydeki Musul’a sığınmaktadırlar. Fakat eğer yolları Berwari’den geçiyorsa, oranın beyi (ve Aşita’ya yönetici tayin edilmiş Zeynel Bey’in amcası) Abdülsamet Bey’in emriyle öldürülmektedirler.

Aşitalı Nasturiler, başlarına yönetici olarak bırakılmış Zeynel Bey’in zalim yönetimine karşı Kasım 1843’de ayaklanırlar. Bir sabah, gün doğarken, Zeynel Bey’in ve adamlarının kaldığı, kısmen yıktırılmış misyonerlik binasına saldırarak Zeynel Bey’in 20 adamını rehin alıp, beşini de öldürürler. Zeynel Bey ve diğer adamları yıkık binada aç susuz mahsur kalırlar. Bunun üzerine Bedirhan Bey Aşita üzerine tekrar asker sevk eder ve 500-600 dolayında nüfusu katlettirir.

Kendisiyle işbirliği yaptıkları için dokunmadığı Thuma bölgesi hariç, Bedirhan Bey’in Diz ve Tiyari bölgesinde yaptığı katliamın bilançosu çok ağırdır. Gabriele Yonan’a göre, bu bölgede Timur’un Moğol akınları sırasında bile bu kadar korkunç bir katliam yaşanmamıştır; Tiyari’deki toplam Nasturi nüfusun beşte biri katledilmiştir.

Layard’a göre, katliamın ölü bilançosu 10.000’dir. Çok sayıda kadın ve çocuk esir alınmış, bir kısmı esir pazarlarında satılmış, bir kısmı da hatırlı [esteemed, respected] Müslümanlara hediye edilmiştir. Canlarını kurtarıp Musul’a yığılan Nasturiler arasında ise, bir süre sonra Tifüs salgını başlar, birçoğu da böyle ölür. Tifüsten ölenler arasında Musul’daki evini Nasturi sığınmacılara açmış olan Amerikalı misyoner Dr. Ashael Grant da vardır (25 Nisan 1844).

Üç yıl sonra, 1946’da, Bedirhan Bey Nasturilere yönelik ikinci bir katliam hareketine daha girişir. Birinci katliamın ardından Nasturiler arasındaki her türlü misyoner faaliyeti durmuştur. Patrik Mar Şamun bile bölgeye gidip ruhani işlevlerini yerine getirememektedir. Birinci katliam sırasında yaşanan felakete ilişkin bütün haberlerin kaynağı esas olarak Mar Şamun ve misyonerlerdi. Bu kaynak artık mevcut olmadığı için bu ikinci katliamın ayrıntılarına ilişkin bilgilerimizin kaynağı sadece, o tarihlerde Ninova harabelerinde arkeolojik kazılar yapmakta olan Austen Henry Layard’dır. 1846 ağustosu sonlarında bölgeyi gezen Layard, üç yıl önceki katliamdan kurtulduklarına sevinen Thumalı Nasturilerin artık büyük bir endişe içinde, Bedirhan Bey’in ramazan ayının bitimiyle birlikte kendilerine karşı bir saldırıya hazırlandığını öğrenmişlerdir. Kadınlar takılarını ve mutfak eşyalarını emin yerlere gömmekle, erkekler de silahlarını hazırlamakla, barut imal etmekle meşguldür. Baz yöresindeki Nasturiler de kilise kitaplarını ve eşyalarını saklamaya başlamışlardır. Musul’a giden yol Kürtlerin egemenliği ve kontrolü altında olduğu için dış dünyayla bağlantıları kopuktur.

Bedirhan Bey Ramazan’dan hemen sonra, 23-26 Eylül 1846 tarihleri arasında bir gün, 10 bin kişilik bir kuvvetle Tiyari dağlarından geçerek Thuma’ya saldırır. Yol boyunca önüne gelen aşiretleri talan edip haraca bağlar. Meliklerin öncülüğünde savaşan Thuma bir süre direnirse de sayıca üstünlük karşısında yenik düşer. Kimse ayırt edilmeden yeni bir katliam daha yapılır. Üç yüz kadar kadın ve çocuk Baz’a kaçmaya çalışırken kılıçtan geçirilir. En güzel köyler, bahçeleriyle birlikte yakılıp yıkılır, kiliseler yerle bir edilir. Hemen hemen nüfusun yarısı öldürülür. Bunlar arasında melik Kaşa Bodaka adlı papaz, Nasturi ruhban sınıfının en bilgili insanı Kaşa Oraha ve Kaşa Kana da vardı. Bedirhan Bey Thuma’dan çekildikten sora, nasılsa sağ kalmış birkaç köylü harap olmuş köylerine döndüklerinde, bu sefer de üzerlerine, gizlenmiş para ve altınların yerini bildiklerini düşünen Nurullah Bey çöker. Çoğu işkence altında can verir, diğerleri serbest kalır kalmaz İran’a kaçar. Layard’ın deyişiyle, “bu güzel topraklar işte böyle yok edilir.”

Fransa’nın Musul konsolosluğunun İstanbul’a bildirdiğine göre, “Bedirhan Bey erkek, kadın ve çocuk 20.000’den fazla insan katletmiştir.”

Nasturi katliamı kısa erimde, Bedirhan Bey’e Osmanlı karşısında önemli bir avantaj sağlar. Bu saldırıyla elde ettiği “başarı” ona Kürdistan’da, belki kendisinin bile beklemediği kadar büyük bir prestij kazandırır; diğer Kürt beyleri ve ulema üzerindeki otoritesini pekiştirip perçinler. Ünü Osmanlı sınırlarının ötesine taşar. Osmanlının yüzyıllardır egemenliği altına alamadığı ve bulunduğu bölgede önemli bir güç odağı olan Nasturileri ezip itaat ettirmesi özellikle İran nezdindeki ağırlığını artırır. Ama bunlar kalıcı, yürüte geldiği [ongoing] özerkliğini koruma mücadelesini başarıya ulaştırıcı kazanımlar değildir. Tersine, önce 1843’teki birinci katliam, ardından 1846 sonbaharında düzenlediği ikinci katliam 1847 yılındaki yenilgisinin belirleyici vesilesi [pretext] olur. Hem birinci ve hem de ikinci katliamın ardından İngiltere ile Fransa’nın Bedirhan Bey’in derhal tasfiye edilmesi konusunda Osmanlı üzerindeki ağır baskıları, Osmanlı yönetimini, tersi durumda belki de çok daha uzun bir süre göze alamayacağı bir askeri operasyona girişmek zorunda bırakır. Nasturi katliamlarının sonucunda, Bedirhan Bey’in liderliğinde yürüyen Kürt direnişi bütün Hıristiyan dünyasının hedef tahtası haline gelir. Bu durum Kürt hareketinin ezilmesi açısından Osmanlı yönetiminin eline arayıp da bulamadığı fırsatı verir.

Söz konusu soykırımda Osmanlı yönetimi nasıl bir tavır almıştı? Yapılan soykırımın hazırlığının farkında mıydı? Osmanlı yönetimi önlem almış mıydı yoksa “Bunlar birbirlerinin başını yesinler” tavrında mıydı?

Evet, durum söylediğiniz gibiydi.

Bedirhan Bey Nasturilere karşı girişeceği birinci saldırı konusunda Osmanlı yönetimini bilgilendirmemiş, herhangi bir izin istememişti. Nitekim, katliam sonrasında kendisiyle görüşen İngiltere’nin Samsun konsolos vekili Setevens’a, “Bu adımı hükümetime danışmadan attığıma pişmanım. Avrupa hükümetlerinin bu insanları korumak için ortaya atılacaklarını bilemedim” demiştir. Ama, öyle olmakla birlikte, Osmanlı yönetimi için Nasturi katliamı asla beklenmedik bir şey değildi. Hem Erzurum hem Musul hem de Diyarbekir valileri katliamdan en az üç ay önce Bedirhan Bey’in böyle bir saldırıya hazırlanmakta olduğunu Sadrazamlığa [grand viziership] rapor etmişlerdi. Erzurum valisi İstanbul’a gönderdiği raporunda bir yandan Bedirhan Bey’in Nasturilere saldırı hazırlığı içinde olduğunu haber verirken bir yandan da “Nasturleri terbiye etmeyi düşünüyor olmasının yanlış olmadığını” belirtmektedir. Sadece, bu saldırının zamanlamasının iyi olmadığını belirterek, ertelenmesinin daha yerinde olacağını, Sadrazamlığın Bedirhan Bey’e saldırısını ertelemesi konusunda ikna amaçlı bir yazı göndermesini önermektedir. Ama böyle bir yazıya rağmen gene de saldıracak olursa, Bedirhan Bey’e buna rağmen sertlik gösterilmemesi, kendisinden yararlanmaya çalışılması tavsiyesinde bulunmaktadır. Ama Sadrazamlık ne Erzurum valisinin bu görüşlerine karşı çıkmış, ne de Bedirhan Bey’e herhangi bir “sadrazamlık uyarısı” göndermiştir. Böylece, Erzurum valisinin önerdiği bu politikayı fiilen destekleyerek ve Bedirhan Bey’i de uyarmayarak, Nasturi katliamının önünü alabildiğine açmıştır.

Bedirhan Bey’e karşı sertlik politikası izlemeye zaten karar vermiş olan Osmanlı yönetiminin, Bedirhan Bey’in onay almadan Nasturilere saldırmasından rahatsızlık duyması için herhangi bir neden yoktu. Böyle bir saldırı Bedirhan Bey’i sıkıştırmak için Dersaadet’in eline yeni bir bahane daha vermiş olacaktı. Osmanlı yönetiminin, ayna zamanda misyonerler tarafından kışkırtıldığını düşündüğü Nasturilerin Bedirhan Bey tarafından ezilmelerine de bir itirazı olamazdı. İstanbul’un bölgedeki misyoner faaliyetinden rahatsızlığından haberdar olan Bedirhan Bey’in saldırı için Sadrazamlıktan izin isteme gereği duymaması da anlaşılabilir bir durumdu. Erzurum valisinin kendisini bu saldırı konusunda teşvik edici olması Bedirhan Bey açısından yeterliydi. Nitekim Bedirhan Bey, Nasturi katliamı konusunda “Erzurum valisi tarafından görevlendirildiğini” açıkça söylemekte ve Osmanlının, Nasturilerin kendisi tarafından katledilmesini devlete yapılmış bir hizmet olarak göreceğini sanmaktaydı.

İkinci saldırısını ise muhtemelen, İngiltere ve Fransa’nın baskısı karşısında kendisine saldırı hazırlığı içinde olduğunu haber aldığı Osmanlı yönetimine gözdağı vermek amacıyla düzenlediği için, Sadrazamı haberdar edip izin istemesi zaten söz konusu olamazdı.

Telefon görüşmemizde, Nasturi Soykırımının 170’inci yıl dönümünde, Kürt kurum ve liderlerine yaptığınız bir öneriden söz etmiştiniz. Lütfen söz konusu bu önerinizi açar mısınız, öneriniz niye gerçekleşmedi, halen bu önerinin arkasında mısınız?

2013 Haziran ayı Nasturi soykırımının 170’inci yıldönümüydü. Birkaç ay öncesinden, o sırada Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) üyesi olduğum Danışma Kurulu’nun bir toplantısında, bu yıldönümü vesilesiyle yapılabilecek bir eylem önerisinde bulundum. 2013’ün haziran ayında, 170 yıl önce Zap Vadisi boyunca yaşanmış Nasturi katliamının gerçekleştiği bölgede, “Bir Daha Asla!” sloganıyla bir anma etkinliği düzenlenmesinin uluslararası ölçekte de büyük ses getirecek çok anlamlı bir eylem olabileceğini dile getirdim. Bu önerim herhangi bir itirazla karşılaşmadı ama o konuda bir adım da atılmadı. Bu önerimin niye gerçekleştirilmediği konusunda herhangi bir bilgim yok. Üzerinden artık 180 yıl geçmiş olan bu Asuri soykırımının şu ya da bu şekilde anılarak “Bir Daha Asla!” denmesinin güncelliğini hiç yitirmeyeceğini düşünüyorum.

O tarihlerde Hakkâri’deki Nasturiler arasında oldukça yoğun bir misyoner faaliyeti vardı. Müslüman Kürtler bu faaliyeti nasıl karşılıyorlardı? Nasturi soykırımında bu misyonerlik çalışmalarının da rolü olduğu söylenebilir mi?

Misyonerlerin 1830’lu yılların sonlarında doğru ve 1940’lı yılların ilk yarısında Nasturiler arasında yürüttükleri faaliyetlerin bu soykırımda belli bir “rolü” olduğu söylenebilir. Ama bu rol, soykırıma bir bahane [pretext] yaratmakla sınırlı olup, bu insanlık suçunu haklı çıkartacak bir mazeret olarak gösterilemez. Nasturi katliamının suçlusu Bedirhan Bey ve onu bu suça teşvik edip yandaşlığını yapan Hakkâri beyi Nurullah, Amediye beyi İsmail ve diğer Kürt beyleri ile bu katliamı seyretmekle yetinen Osmanlı yönetimi ve Bedirhan Bey’i cesaretlendiren Osmanlının Erzurum ve Musul valileridir.

1830’lu yılların sonlarına kadar, Hakkâri emirliğinde yaşayan Nasturi aşiretleri ile komşuları Kürtler arasındaki ilişkinin düşmanca olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Nasturi katliamı sırasındaki patriğin ölümünden sonra bu görevi üstelenen Mar Şamun Bünyamin’in kız kardeşi Surma Hanım’ın (Surma d Bayt Mar Samcun), 1843 katliamı öncesi Nasturi-Kürt ilişkileri konusundaki tespiti şöyledir:

“Bizim Kürtler ile ilişkilerimiz genel olarak dostça idi. Bu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Doğal olarak [bazı] çatışmalar ve anlaşmazlıklar da ortaya çıkıyordu. [Ama 1843’te] tamamen yerel bir çatışma büyük bir felâkete dönüştü.”

Konuyu inceleyen hemen bütün araştırmacılar da tıpkı Surma Hanım gibi, 1843 öncesinde Kürtler ile Nasturiler arasında zaman zaman yaşanan anlaşmazlıkların olağanüstü bir durum olmadığını, bu gibi durumlarda tarafların liderlerini bir araya getiren bir meclis oluşturulduğunu, uzun görüşmeler sonunda söz konusu anlaşmazlığın genellikle bir şekilde halledildiğini belirtmektedirler. İki halk arasında kurulmuş yüzlerce yıllık güç dengesini bozan ve “tamamen yerel bir çatışmayı büyük bir felakete dönüştüren” iki faktör olduğu anlaşılıyor. Bunlardan biri, Osmanlının, 1939 yılında Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ile Nizip’te giriştiği savaşta aldığı ağır yenilgiden sonra, Kürdistan’da Kürt beylerinin ve o arada Asurilerin de sahip oldukları özerkliklerine son verip “merkezileşmeyi” temel meselesi haline getirmiş olmasıdır. İkinci faktör ise, aynı tarihlerde Amerikalı ve İngiliz misyonerlerin Nasturiler arasındaki faaliyetleri olur. Kürt beylerinin egemenliği altında yaşayan Nasturilerin misyonerlerle olan ilişkileri sayesinde güçlenmeleri, Kürt beylerinin misyonerleri kendi iktidarlarını tehdit eden bir öncü kuvvet olarak görmeye başlamalarına neden olur. Böylece, Kürt beyleri ile Nasturiler arasında gerginleşen ilişkilerin çatışmaya dönüşmesi Osmanlı yönetiminin her iki tarafın da üzerine yürümesine imkân veren bir fırsat haline dönüşür. Amerikalı misyoner Dr. Asahel Grant ile İngiliz misyoner Percy Badger’in Kürtler ile Nasturiler arasındaki ilişkilere müdahalelerinin Nasturi katliamına nasıl vesile [pretext] yaratığını kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1936-1840 yıllarda Urmiye’de çok etkili bir misyon faaliyeti örgütlemiş olan Amerikalı misyoner Dr. Asahel Grant 1841’de tekrar Kürdistan’a döner ve Nasturi patriği Mar Şamun’la birlikte, o bölgede bir misyon kurmak üzere Nasturi köylerini dolaşmaya başlar. Hakkâri beyi Nurrallah’ı atlayarak Mar Şamun’la ilişkilerini derinleştirmesi ve o tarihlerde Nurullah Bey ile yeğeni Süleyman arasındaki iktidar mücadelesinde, Mar Şamun’la birlikte Süleyman’dan yana taraf tutması, her ikisinin de Kürt beyi Nurullah ile olan ilişkilerini gerginleştirir. Mar Şamun Süleyman’a, eğer Nasturilerin bağımsızlığını destekleyecek olursa, Nurullah Bey yerine Hakkâri beyi olmasını sağlayacağı sözünü verir. Buna tepki olarak, Nurullah Bey de Nasturiler’e yeni vergi yükümlüğü getirir. Mar Şamun, hem Nasturi aşiret liderlerinden hem de Dr. Grant’tan aldığı destekle bu vergiyi ödemeyi kabul etmez. O sırada Dr. Grant, Tiyari’nin en büyük kenti ve bölgenin başkenti sayılan Aşeta’ya hâkim olan stratejik bir tepede devasa bir misyonerlik binası ve okul inşa etmektedir ki, Bedirhan Bey, Nurullah Bey ve diğer Kürt beyleri bunu kendilerine karşı kullanılacak müstahkem bir kale olarak algılarlar.

Gene aynı tarihlerde (1942), Nasturi yurdunun güneyinde yer alan Amediye’nin emiri İsmail Bey, Bedirhan Bey’le ittifak halinde, Osmanlıya karşı bir isyan başlatmıştır. Başlangıçta İsmail Bey’e bu isyanında destek olma sözü vermiş olan patrik Mar Şamun Musul valisinin uyarısı üzerine bu desteğinden vazgeçince hem İsmail Bey’i hem onunla ittifak halindeki Bedirhan Bey’i ve diğer Kürt beylerini karşısına almış olur.

Gene aynı tarihlerde (1942), İngiltere’deki Canterbury Başpiskoposluğu, İngiliz misyoner Percy Badger’i Narsturiler arasında faaliyet yürüterek orada bir Anglikan misyonu kurması için Musul’a gönderir. İngiltere, Katolik Keldaniler arasında örgütlenmiş Fransa ile Kürdistan’a komşu Rusya’nın etkilerine karşı, bölgedeki kendi nüfuz alanını Nasturiler üzerinden kurma planları yapmaktadır. Henüz Avrupalı Hıristiyan bir devletin koruyuculuğu altına girmemiş olan Nasturiler İngiliz çıkarlarının öncü müfrezesi olmaya uygun görülmektedir. İngiltere’nin amacı, Katolikliği kabul etmemiş Nasturileri bir araya getirip, patrik Mar Şamun’un liderliğinde “yeni bir Doğu Milleti” kurmaktır. Badger’in ilk işi, Mar Şamun’u ziyaret edip ona Canterbury Metropolitinin kendisine İngiltere’nin koruyuculuğunu vadeden bir mektubunu sunmak ve başında Mar Şamun’un olacağı “yeni bir Doğu Milleti” vadinde bulunmak olur.

Nurullah Bey ile Mar Şamun arasındaki yerel gerginliğin 1842 yılından itibaren tırmanıp her an patlamaya hazır bir bombaya dönüşmesi bu gibi olayların birikmesiyle olur.

Son olarak, bu tabloya bir de, Nasturilerin misyonerlerin faaliyetlerinden ve İngiltere’nin verdiği güvencelerden aldıkları cesaretle, Hakkâri beyi Nurullah’a karşı artan itaatsizliklerini ve Müslüman Kürt köylerine karşı giriştikleri saldırıları eklemek gerekir.

Başta Nurullah Bey olmak üzere, Bedirhan Bey’in liderliğini yaptığı Kürt ittifakı ve Osmanlının Erzurum valisi, Nasturilerin uzun bir süredir vergi vermeyi reddetmelerinden, Müslüman köylerinden bazılarını yağmalamalarından, köyleri yakıp yıkmalarından, Dr. Grant’ın tahrikiyle mescitleri kiliseye çevirmelerinden, İslam peygamberinin soyundan gelen 16 Müslümanı öldürmelerinden yakınarak, bu eylemlerin “tahammül edilmez” boyutlarda olduğunu söylüyorlardı. Dr. Grant da, Missionary Herald’a gönderdiği mektuplarından birinde, Diz bölgesindeki Nasturilerin Çölemerikli Kürt komşularına iki kez büyük boyutlu saldırıda bulunduklarını yazıyordu.

Kürt beylerinin Nasturilere karşı düzenledikleri katliamın bahaneleri özetle bunlardı.

Bedirhan Bey, Nakşibendi tarikatına mensuptu ve etrafındaki insanlar ve aşiretler de kendisinden “gavurları yok etmesini” istiyorlardı? Sizce yapılan bu soykırımda din faktöründen söz edilebilir mi?

Bu soruyu, birincisi Bedirhan Bey açısından; ikincisi maiyeti açısından olmak üzere, ayrı ayrı yanıtlamaya çalışayım.

Bedirhan Bey’in nüfuz alanı olan orta kuzey Kürdistan 1840’lı yıllara gelindiğinde Nakşibendi tarikatının etkisi altına girmiş bulunuyordu. Sizin de belirttiğiniz gibi, çok dindar bir insan olan Bedirhan Bey de bu tarikatın sadık bir müridiydi. Bununla birlikte, Bedirhan Bey’in, bu koyu Sünni-Şafî [sunni -shafiite] inancından ötürü Hıristiyanlara veya Yahudilere karşı salt dinsel kimliklerinden ötürü düşmanca davrandığına dair herhangi bir bulguya rastlamadım. Ama aynı şeyi Êzidilere [Yazidi] karşı davranışı için söylemek mümkün değil. Sadece Bedirhan Bey değil, Êzidilere komşu olan neredeyse bütün Müslüman Kürt beylerinin ve Osmanlının bölge valilerinin onlara karşı özel bir düşmanlıkları olduğu, sık sık saldırdıkları bir gerçektir. Maddi temelleri her ne olursa olsun, bu saldırıları kendileri açısından ahlâken meşru kılan gerekçe, Êzidilerin, Kürt oldukları halde, üç büyük semavi dinin dışında kalan, “şeytana tapma” addettikleri bir dinsel inanca sahip olmalarıydı.

Bedirhan Bey’in Hıristiyanlara herhangi bir düşmanlık beslemediğinin en belirgin kanıtlarından biri, danışmanları ve ordu komutanları arasında Stephan Manoglyan, Oganes Çalkardan, Mir Marto ve Mirzo gibi Ermenilerin de bulunmasıydı. Sarrafı [goldsmith] da Thomas Anton adında bir Ermeni’ydi.

Bunun dışında, Osmanlı ordusuna yenilmesinin ardından sürgün olarak gönderildi Girit’in Kandiye [Heraklion] kentindeki Müslümanların Hıristiyanları katletme girişimleri sırasında, berberindeki 30 kadar akraba ve adamıyla, Hıristiyanları savunduğunu ve bazılarını kendi evinde koruma altına aldığını, ayrıca gene Girit’in Hanya [Chania] kentinde, bir Müslümanı öldürdüğü iddiasıyla idam cezasına çarptırılmış Hıristiyan bir gencin asılmasına engel olmak için mücadele ettiğini biliyoruz.

Fakat aynı şeyleri maiyetindekiler için söylemek mümkün görünmüyor. Başta şeyhülislamı konumundaki Abdulkuddûs olmak üzere, çevresi bu türden bağnaz Nakşi din adamlarıyla kuşatılmış durumdaydı. Bedirhan Bey’in Ermeni sarrafı Thomas Anton 1847’deki yenilgiden sonra verdiği ifadesinde, müftü Abdulkuddûs’ten ve birinci Nasturi katliamından sonra Aşita’ya yönetici tayin edilen Zeynel Bey’den “Hıristiyanların can düşmanları” diye söz etmektedir. Bedirhan Bey’in danışma meclisinde yer alan Molla Mustafa’nın ise “bir Hıristiyan görmekten dahi iğrenen bir insan” olduğunu söylemektedir. Hem Bedirhan Bey’in hem de Nurullah Bey ile diğer Kürt beylerinin etrafındaki güçlü din adamları çevresi, Nasturilerin Müslümanlara ve seyitlere yönelik saldırıları karşısında cihat [holy war, jihad] çağrılarında bulunuyorlar, böyle bir savaşın “Allah nezdinde sevap [mitzvah-??] sayılacağını” söylüyorlardı.

Türk ve Kürt tarih yazıcılığında, özellikle Hristiyan halklar söz konusu olduğunda, ‘’misyonerler’’ meselesine ekstra anlamlar yüklenir. Neden bu Hristiyan halkların ‘’ulusal demokratik talepleri’’ hep ‘’misyoner kışkırtması’’ bağlamında ele alınır?

Aralarında hiç ayrım yapmaksızın tüm Türk ve Kürt tarihçilerinin hepsinin “misyonerler meselesine ekstra anlamlar yüklediklerini” söylemek haksızlık olur. Böyle yapan tarihçiler elbette vardır. Bunu yapan devletçi ve milliyetçi tarihçiler sadece Hıristiyanlarınkini değil, “ulusal-demokratik hak” taleplerinin her türlüsünü de “Türk/İslam düşmanlarının kışkırtması” bağlamında ele alırlar. Bu talep Hıristiyanlarla ilgili olduğunda kışkırtıcısı “misyonerler” olur, diğer durumlarda kışkırtıcılar “Ermeni/Rum/Komünist/vb.ler” olur. Bunlar, muhalefetin her türünü “bölücülükle” suçlayan gericiliğin, şoven milliyetçiliğin, ırkçılığın kullanageldiği standart bir kalıbın ürünüdür.

İslam’ın ortaya çıkışından beri ‘karşı’ kampa yerleştirilen, eşit hak ve koşullarda yaşaması dinen uygun görülmeyen ve sürekli baskı ve zulme uğrayan Asurlu- Nasturi Hristiyanların, dış güçlere –misyonerlere– umut bağlayıp onlardan destek beklemeleri anlaşılabilir bir hadise midir?

Bence, baskı ve zulüm atında yaşan bir halkın ulusal-demokratik haklar için, eşit hak ve özgürlükler için mücadelesinin meşruiyeti tartışma konusu olamaz. Bu mücadelenin nasıl yapılacağı, nasıl başarıya ulaştırılacağı, kimlerle ittifak kurulup kimlerden destek bekleneceği gibi konular mücadelenin meşruiyetiyle değil, izlenecek strateji ve taktikle ilgili bir meselelerdir ki, bunun “anlaşılır” olup olmaması, “haklılığı” veya “haksızlığı” diye bir şey söz konusu olamaz. Olsa olsa, doğruluğu veya yanlışlığından söz edilebilir ki, bunu da o mücadelenin başarısı veya başarısızlığı belirler.

Bedirhan Bey’in torunu olarak büyük dedenizin Asurlara yaptığı soykırımı lanetliyor musunuz?

“Lanetleme” sözcüğünün bu bağlama uygun düştüğünü sanmıyorum. Bedirhan Bey’in yaptığı bu eylemin hiçbir bakımdan hiçbir haklılığı olmadığını düşünüyorum. Bu konuda en ufak bir kuşkum olsaydı, onun bu eylemini “soykırım” olarak adlandırmazdım. Bu konuya ister yazılı olarak ister sözlü olarak değindiğim her seferinde büyük bir acı duyuyorum. Aynı acıyı aklıma geldiği her seferinde de yaşıyorum. Ama bu acı benim onunla açıkça yüzleşmemi, yani yazarak, belgeleyerek, imkân bulduğum oranda kayda geçirmemi engellemiyor.

Soykırım konusunda gerek Türk gerekse Kürt aydın çevrelerinde çok derin bir muhafazakarlık, hatta bağnazlık [fanaticism] söz konusudur. Genel olarak (gerek Bedirhan dönemi gerekse 1915 soykırımında) Kürtlerin soykırıma iştiraki konusunda neler söylemek istersiniz? İnkâr eden sadece devlet değil, bu soykırımı gerçekleştirenlerin bir parçası olan Kürtlerin de aynı inkâr söylemine sahip olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Kürtlerin Ermeni soykırımını gerçekleştirenlerin bir parçası oldukları” ve Kürt aydınlarının bu soykırımı “derin bir muhafazakârlıkla, hatta fanatiklikle inkâr ettikleri” biçimindeki yargınızı doğru bulmadığımı öncelikle belirtmek isterim. Ama konunun bu yönünü sonraya bırakıp, önce “Kürtlerin hem Bedirhan Bey’in Nasturi katliamına hem de 1915 Ermeni soykırımına katılımı” meselesini ele almaya çalışayım.

Bedirhan Bey’in ve müttefiki diğer Kürt beylerinin gerçekleştirdiği hem 1843 hem de 1846’daki Nasturi katliamına katılan Kürt birliklerinin sayısının her seferinde yaklaşık 10 bin olduğunu daha önceki bir sorunuzu yanıtlarken belirtmiştim. Bu askeri gücün tamamının Kürtlerden oluştuğu biliniyor. Ama bu gücün ne kadarının Bedirhan Bey’in askerlerinden ne kadarının diğer beylerin askerlerinden oluştuğunu tespit edemedim. Bununla birlikte, ezici çoğunluğunun Bedirhan Bey’in askerlerinden oluştuğu kesin. Kürt beyliklerinin askeri güçleri esas olarak o beyliğe dahil aşiretlerin fertlerinden (aşiret birliklerinden) oluşuyordu. Ama Bedirhan Bey askeri gücünü kendisine bağlı aşiretlerin reislerinin yönetimindeki aşiret birliklerinden oluşturmamış, her aşiretin en iyi askerlerinden oluşan ve doğrudan kendi komutası altında bulunan seçkin birlikler kurmuştu. Bir başka deyişle, Bedirhan Bey mirliğe [emirate] ait, özel ve sürekli, görece “modern bir ordu” oluşturmuştu. 1843 ve 1846 yılındaki Nasturi katliamını gerçekleştiren Kürt gücünü esas olarak Bedirhan Bey’in bu “modern ordusu”nun oluşturduğunu varsayabiliriz. Yaklaşık 10 binlik bu askeri gücü kullanarak Nasruri katliamını planlayan, emrini veren, gerçekleştiren Bedirhan Bey, onu bu katliama teşvik eden danışma meclisi ve müttefiki diğer Kürt beyleridir, “Kürtler” değil. Bu katliamın uygulayıcı olan “10 bin Kürt”, bu katliamı “gerçekleştiren” Bedirhan Bey’in ve müttefiklerinin “parçası” değillerdir.

1915-16 Ermeni-Asuri soykırımına gelince… Bu felaketin yaşandığı yaklaşık bir buçuk yılık o dönemde hayatını kaybeden yaklaşık bir milyon insanın katline kaç kişinin alet olduğunu bilmiyoruz. Bununla birlikte, “Ermeni soykırımını Kürtler gerçekleştirdi” biçimindeki, yani bir milyon Ermeni’nin Kürtler tarafından katledildiği biçimindeki, alttan alta devlet eliyle yaygınlaştırılan bu iddia, sayısal bakımdan bile doğru değildir. Şöyle ki, “tehcir” olarak adlandırılan o ölüm yolculuğuna Kürdistan coğrafyasından çıkartılan Hıristiyanların sayısı sadece 300 bin dolayındadır. Soykırım sırasında hayatını kaybeden toplam Hıristiyan nüfus bir milyon civarında olduğuna göre, kurbanların üçte ikisi (yani çoğunluğu) hayatlarını, imparatorluğun Kürtlerin yaşamadığı coğrafyada, Kürdistan dışında kaybetmişlerdir.

Kaldı ki, bu hesaba göre sayıları 300 bin olan bu Ermenilerin Kürdistan coğrafyasında katledildiğinden hareketle, “Kürtlerin bu katliamı gerçekleştiren İttihat ve Terakki liderliğinin bir parçası olduğu” söylenebilir mi? Soruyu başka türlü de sorabiliriz: İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen Yahudi soykırımının Almanya’da gerçekleştiğinden ve gerçekleştiren Nazilerin Alman olduklarından hareketle, “Almanlar’ın bu soykırımı gerçekleştirenlerin bir parçası olduğu” söylenebilir mi?

1915’teki Ermeni soykırımını gerçekleştiren İttihat ve Terakki iktidarı elbette bu katliamın Kürdistan’da gerçekleşen kısmına Kürtlerin bazı kesimlerini dahil etmiştir. Bunu başarabilmesinin nedenleriyle Bedirhan Bey’in ve müttefiki Kürt beylerinin Nasturi katliamına girişme nedenleri arasındaki benzerlik ilginçtir. 1840 yıllarda Kürtlerle Nasturiler arasındaki barışçı ilişkileri mümkün kılan güç dengesi nasıl büyük devletlerin misyonerlik faaliyetleri üzerinden yaptığı müdahalelerle bozulduysa, Birinci Dünya Savaşı’na gidişte, Ermeniler ile Kürtler arasındaki barışçı ilişkileri mümkün kılan güç dengesi de benzer bir biçimde bozulmuştur. 13 Temmuz 1878 tarihinde Osmanlı devletinin, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya ila imzaladığı Berlin Antlaşmasıyla “Ermeni meselesi” ilk kez uluslararası hukuksal ve siyasal bir metinde yer alır. Bu anlaşmanın “sorunun başlangıç noktası” olduğu kabul edilmektedir. Berlin anlaşmasıyla Kürtler devre dışı bırakılarak Ermenilere, Kürdistan coğrafyasının bir kısmını da içerecek biçimde, bir “Ermeni Devleti” kurmalarının kapısı açılmış olur. Böylece Kürtler Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermenilere ve tüm Hıristiyanlara ve “Ermenilerin koruyucusu” konumundaki Avrupa devletlerine karşı tutum almaya başlarlar. Ermeni milliyetçi örgütleri de, uluslararası planda kazandıkları bu desteğe güvenerek, Kürtlere karşı saldırganlaşırlar. Bu durum, bir yandan İttihat ve Terakki hükümetine Anadolu’yu Müslüman ve Türk olmayan halklardan ve öncelikle Ermenilerden temizleme için önemli bir fırsat verir, öte yandan hem Kürtler hem de Ermeniler için büyük bir felaketin hazırlayıcısı olur. 1915 soykırımı öncesinde ve sırasında, Ermenilerle Kürtlerin Rusya sınırı boyunca silahlanıp birbirlerine ağır kayıplar verdirmelerinin arka planında bu gelişmeler yatıyordu. Ermenilerle Kürtler arasındaki bu karşılıklı kırımlara ilişkin ilginç bir tanıklığı aktarmak isterim. Birinci Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusunda yarbay rütbesiyle Van’daki topçu birliği komutanlığını yapan Venezüella vatandaşı Rafael Nagoles anılarında, Kürtlerle Ermeniler arasındaki bu çatışmalarda iki tarafın da büyük kayıplar verdiğini belirtirken şöyle bir ayrıntıya yer verir: “Kürtler Ermeni erkeklerini öldürüyordu. Ermeni komitacılar ise ayırım yapmadan Kürt erkek, kadın ve çocuklarını öldürüyorlardı.”

Osmanlı Sultanı Abdülhamid, 1891 yılında, Hamidiye alaylarını örgütlemeye başlar. Bunlar esas olarak aşiret reislerinin komutasında, ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan iyi silahlandırılmış, düzensiz birliklerdi. Kürtlerin yanı sıra Türk, Çerkez, Türkmen, Yörük ve Araplardan oluşan alaylar da vardı. Bunlar imparatorluğun Kürdistan topraklarında faaliyet gösteriyorlardı. Abdülamid’in 1908’de devrilmesinden ve 1913’ten itibaren İttihat ve Terakki diktatörlüğünün kurulmasından sonra da, Hamidiye Alayları aynı şekilde işlevsel [operative] olmaya devam etmişlerdir.

İttihat ve Terakki iktidarı Hamidiye Alaylarını 1915’te başlayan soykırımda Ermenilere karşı kullanmaya çalışır. Bu alayların hepsi doğrudan doğruya Genel Kurmay Başkanlığına bağlıdır ve ordunun emir komuta zinciri hiyerarşisi içinde yer almaktadır. 1915-16 Ermeni kırımına Kürt katılımının kaynaklarından birisi, başında Kürt aşiret reislerinin bulunduğu bu alaylardır. Ama hemen şunu da eklemek gerekir ki, bu alayların başında bulunan aşiret reislerinden bazıları kendilerinin ve aşiretlerinin Ermeni katliamlarında kullanılmalarına razı olmamışlardır. Örneğin karargâhı Patnos’ta bulunan Heyderanlı Kör Hüseyin Paşa bunlardan birisidir.

Ermeni kırımına Kürt katılımını sağlayan kaynaklardan bir başkası da dinsel lider konumundaki şeyhlerdir [sheikhs]. Onlar arasında Ermeni düşmanı olanlar, devletin talimatı doğrultusunda, etkiledikleri Kürtleri harekete geçirmekte zorluk çekmemişlerdir. Ne ki, Ermeni kırımına katılım sağlayan şeyhlerin yanı sıra buna karşı çıkan çok sayıda şeyh de vardı. Örneğin 1880 Kürt ayaklanmasının lideri Şeyh Übeydullah, Sultan Abdülhamid taraftarı şeyhlerin Hıristiyanların öldürülmesi önerilerine karşı açıkça tavır alarak Ermenilere dokunulmasına fırsat vermemiş, Birinci Dünya Savaşı arifesinde, 1914’te, Ermenilerin katledilmesinin İslâm’a ve insanlığa karşı olduğu konusunda fetva vermiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Muş dolaylarında Rus ordusuna karşı savaşan Şeyh Said Nursi, öldürülmek üzere olan 1.500 Ermeni’yi katledilmekten kurtararak Ruslara teslim etmiştir. Ayrıca Mardin yöresinden Şeyh Fethullah da Ermeni soykırımına karşı tavır almıştır. Bir başka örnek, 1914 baharında Bitlis ayaklanmasının önderlerinden Mele [mullah] Selim’dir. Mele Selim ayaklanma öncesinde Ermeni Taşnak partisinin liderleriyle birkaç kez görüşerek onlara ortak isyan önerisi götürmüş, yaptığı bu görüşmeler sırasında Kürtler ile Ermenilerin ortak ülkesi olan toprakların geniş bir özerkliğe sahip olması ve iki halk tarafından birlikte yönetilmesi gerektiğini savunmuştur.

Bunların dışında, katliamdan kurtulmayı başaran Ermenilere kapılarını açıp onları korumaya alan ya da anne-babaları katledilmiş Ermeni çocuklara sahip çıkan Kürtlere ilişkin o kadar çok tanıklık vardır ki! Bu konuda Dersim Kürtlerinin Ermenilere sağladığı desteği özellikle anmak gerekir.

1915’teki Ermeni soykırımını gerçekleştiren güç, İttihat ve Terakki diktatörlüğünün yönetimindeki Osmanlı devletidir. Devletin yer yer ve değişik oranlarda katliama katmayı başardıkları da dahil, Kürtler hiçbir zaman ne bu iktidarın ne de onun gerçekleştirdiği katliamın hiçbir bakımdan herhangi bir parçası olmuştur. Kürtler zaten, kendilerini bu katliamın parçası yapacak herhangi bir örgütlülüğe de sahip değillerdir. Parçası olmak ne söz, aslında bir bakıma başka bir katliamın kurbanı olmuşlardır. Kürtlerin aynı tarihlerde maruz kaldıkları ama genellikle bilinmeyen bir başka büyük tehciri bu vesileyle kısaca özetlemek isterim.

Sözünü ettiğimiz soykırım sürerken Kürtlerin kendileri de neredeyse aynı ağırlıkta bir başka soykırıma uğrarlar. İttihat ve Terakki bir yandan Müslüman olmayan unsurları tehcir [deport] ederken, bir yandan da Müslüman Kürtleri Türkleştirmek amacıyla, geniş yığınlar halinde, Kürdistan’dan Anadolu’nun batısına sürerek, bir daha dönemeyecekleri şekilde, gönderildikleri yerlere zorla yerleştirir. İçişleri Bakanı Talât Paşa’nın Diyarbekir Valiliğine bu konuda gönderdiği 2 Mayıs 1916 tarihli talimat bu uygulamanın başlangıcı sayılabilir. Çeşitli kaynaklardan çok sayıda derlenen verilerin ortaya koyduğu gerçek şudur: o dönemde Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları 1,5 milyon nüfuslu Kürt illerinden en az bir milyonluk bir kitle mülteci durumuna düşürülmüş, bu sayının yarısından fazlası çeşitli salgın hastalıklar ve göç koşullarından dolayı yaşamını yitirmiş veya kaybolmuştur. Hayatta kalabilen ve tamamına yakını Kürt olan yaklaşık 300.000 mülteciden çok azı Kürdistan’a geri dönebilmiştir. Yurtlarına dönemeyenler ise köklerinden koparak yok olup gitmişlerdir. Bu da aynı zaman diliminde yaşanan ama pek az bilinen başka bir soykırım olur.

Ermeni soykırımının inkârı meselesine gelince… Türkiye’de “1915-16 olayları”nı “katliam” veya “soykırım” olarak adlandırmak neredeyse 2000’li yılların başına kadar büyük bir tabu olmuştur. Günümüzde de özellikle Türk aydınları arasında bu olguyu inkâr etme tutumunun epey yaygın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama 2000’li yıllarla birlikte çok sayıda Türk ve Kürt aydını bu tabuyu yıkmak uğruna, kendi özgürlüklerini tehlikeye atarak ve bedelini de ödeyerek, çok ciddi bir mücadele verdiler ve hâlâ da veriyorlar. Dolayısıyla, Türk aydınlarının ve hele Kürtlerin tamamının “Ermeni soykırımı” konusunda inkârcı bir söyleme veya tutuma sahip olduğunu söylemek veya bunu ima etmek [imply] büyük haksızlık olur. Kürt siyasi hareketinin bütün partilerinin –bildiğim kadarıyla– hepsi 1915’te yaşananları çok açık, net ve her türlü kuşkudan uzak bir biçimde “soykırım” olarak adlandırıyorlar ve devletin bu katliamı “soykırım” olarak tanıması ve diğer konulardaki Ermeni taleplerini destekleyip paylaşıyorlar. Buna buraya sığdıramayacağım kadar çok örnek verebilirim. Ama en çarpıcı örnek Agos gazetesinin kuruculuğunu, yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını yapan Ermeni Hrant Dink’in “Ermeni kimliğiyle” savunduğu ve devletin “millî birlik, beraberlik ve değerler açısından tehlikeli” bulduğu görüşlerinden ötürü aldığı tehditlerin ardından 19 Ocak 2007 günü İstanbul’da bir suikastla öldürülmesi üzerine, 23 Ocak günü yapılan cenaze törenidir. Agos gazetesinin önünde yapılan törene katılan hem Türk hem Kürt yaklaşık 100 bin kişi saatlerce “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmışlardır. Ardından aynı protesto gösterileri aynı sloganlarla diğer büyük kentlerde, o arada doğum yeri olan Malatya’da da tekrarlanmıştır.

Bir başka örnek, Ermeni soykırımının yüzüncü yılı olan 24 Nisan 2015’in öncesinden başlayan etkinliklerde, “bu karanlık geçmişle yüzleşme” taleplerinin çok yaygın şekilde dile getirilmesidir. Örneğin Türkiye Kürdistan’ının başkenti sayılan Kürt kenti Diyarbekir’de, kentin barosunun ev sahipliğinde, ana akım Kürt siyasi hareketinin yönettiği kent belediyesinin katkılarıyla düzenlenen ve Gomidas Enstitüsü Direktörü, Mavi Kitap’ın editörü, tarihçi yazar Ara Sarafian da katıldığı “Yıldönümünde Diyarbakır Ermenileri” başlıklı konferanstır. Bu konferansta bir konuşma yapan ve bir Kürt olan Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi şöyle diyordu:

“Ermeni halkına yapılan zulme, resmî politika ve uygulamalara başta Kürt aşiret ağaları olmak üzere toplumun bir kesimi de ortak olmuştur. Geçmişle yüzleşmede ‘Ermeni hakikatinin’ çok kilit bir mesele olduğunu düşünüyorum. Elbette resmî tarih ve ideoloji Ermeni toplumuna karşı işlenen bu utanç verici suçu inkâr etmekte, bu nedenle suçun delillerini de gizlemektedir. Ancak on yıllardır çok zor şartlar altında hak hukuk mücadelesi veren Kürt toplumu, kardeş Ermeni halkına uygulanan vahşete ilişkin hakikatin ortaya çıkmasına yardımcı olmalıdır.”

Tahir Elçi, bu konuşmayı yaptıktan yedi ay sonra, 28 Kasım 2015 günü, Diyarbakır’da “faili meçhul” bir cinayete kurban gitti.

Ama Ermeni soykırımının inkâr edilmesine karşı verilen mücadelenin daha katetmesi gereken epey uzun bir yolu olduğu da belirtilmelidir. Kürtlerin geçmişte yaşanan bu trajik tarihsel olaylarla yüzleşmeyi daha da yaygınlaştırması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu yüzleşme Ermeniler için de bir gerekliliktir – hem o dönemde yaşananlar hem de 1991 ve sonrasında Ermenistan’da Kürtlere yapılanlar konusunda… Yüzleşmenin sadece Kürtlerle sınırlı kalmayıp karşılıklı olması gerektiği konusundaki görüşümü somutlaştırabilmeme yardımcı olacak bir örneği, izninizle, biraz ayrıntılı olarak vermek isterim.

1991’de Ermenistan resmi ordusu ile birlikte Amerika’dan gelen Ermenilerden oluşan gönüllü birlikler Mayıs ayında Kızıl Kürdistan’ın başkenti Laçin’e hücum edip ele geçirdiler, 15 bin Kürt öldürüldü. Kenti ele geçirenler adını Kaşatag olarak değiştirdiler ve “eski bir Ermeni şehri” olarak ilan ettiler. İzleyen aylarda Kızıl Kürdistan’ın kırsal kesimi çok sistematik bir biçimde Kürt nüfustan ve Kürtlere ait tarihsel anıtlardan arındırıldı. İki yıl sonra, 1993 Nisan ayında, Ermeni güçleri bu kez bölgedeki en büyük Kürt kenti olan Kelbajara saldırdılar. Yoğun bombardıman ardından kent ele geçirildi. Kent ahalisinden mülteci durumuna düşen 100 bin kişi ölümden kurtulmak için 3000 metreyi aşan yükseklikteki Murov dağına kaçmak zorunda kaldı. Uluslararası Kızıl Haç örgütü, ölümden kaçan 15 bin sivilin kar altında yaşamını yitirdiğini açıkladı. Osmanlıların 1915’te Ermeni sivillere yaptığı gibi, 1993 yılında Ermeniler de Kürt mültecileri bombaladılar, kurtarma ve boşaltma araçlarına saldırdılar, sıradan sivilleri pusuya düşürüp öldürdüler. Kelbajar yerle bir edildi ve Kürtçe adı değiştirilip, Karvajar yapıldı. Daha sonraki aylarda bu yıkım doğal çevreyi de kapsayacak şekilde genişledi. Kelbajar’ın etrafındaki bozulmamış ormanlar kesime açıldı ve odun olarak Ermeni halkına satıldı. Ermenistan’da Kürt kimliği ve kültürü artık yok olmakla yüz yüzedir. Soykırım niteliğindeki bu kıyımı gerçekleştiren Serj Sarkisyan daha sonra Ermeni Cumhurbaşkanı oldu ve Vazgen Sarkisyan’la birlikte Ulusal Kahraman Madalyası ile onurlandırıldı.

Yüzleşmek, olanları bir kan davası olarak görüp karşılıklı özür dilemek değildir. Zaten dilenecek özür de hiçbir şeyi yaşanmamış hale getirmeyecektir. Yüzleşmek, yaşananları ön yargılardan ve politik hesaplardan uzak biçimde tarihe doğru ve objektif olarak yansıtmaktır. Tarihle yüzleşmek yapılanları unutmak değildir. Toplumsal hafızaya yerleşmiş gerçeklerin unutulması zaten mümkün değildir. Önemli olan, aynı şeylerin bir daha yaşanmamasını olabildiğince güvence altına alabilmektir.

Amerika’nın Chicago, Arizona ve Avustralya’nın bazı eyaletlerinde doğmuş ve kendilerini Hakkarili olarak bilen on binlerce Asuri’ye ve öteki kıtalarda yaşayan diğer Asurilere herhangi bir mesaj vermek ister misiniz?

Sevgili Asurlu kardeşlerime naçizane söyleyebileceğim şey şu olabilir:

Büyük dedem Bedirhan Bey’in atalarınıza yaptığı bu katliamın hesabını keşke doğrudan kendisine sorma imkânına sahip olabilseydiniz! O’nun hesabını vermek, galiba öncelikle, bana düşüyor. Bu hesaplaşmayı, yüzleşmeyi 12 yıl önce Bedirhan Bey üzerine yazdığım kitapta yapmaya çalıştım. Tıpkı şimdi olduğu gibi, yakaladığım her fırsatta bu yüzleşmeyi tekrarlıyorum; bunu ne kadar başardığımı bilemiyorum, takdir edecek olan sizlersiniz.

Sayın Sabri Atman Bey yukarıdaki sorularını bana gönderdiği e-posta mesajında şöyle diyordu:

“Şundan emin olun, anne-babaları ve kendileri Chicago’da doğan, ancak “nerelisiniz” diye soruluğunda “Hakkariliyim” diyecek binlerce insan var. Bunlar hafızalarında bir Hakkâri’nin bir de Bedirhan Bey’in adını tutarlar. Bu durum kuşaktan kuşağa bu şekilde aktarılıyor. Oysa onlara, “dünya haritasında Hakkâri’nin yerini gösterin” diyecek olsanız, büyük bir çoğunluğu bunu yapamayacaktır.”

Bu satırların yüreğimi, ruhumu nasıl acıttığını bilemezsiniz! Bana iletilen yukarıdaki soruları bu duygularla yanıtlamaya çalıştım.

Lütfen şunu unutmayalım: Hiçbir ulusun veya halkın tüm mensupları ne toptan “iyi” ne de toptan “kötü”dür. Bir kişinin veya grubun veya sosyal kesimin yapıp ettikleri mensubu oldukları ulusa veya halka mal edilemez, edilmemelidir.

Türkiye bugün hâlâ yüz yıl öncesinin sorunlarıyla boğuşuyor. O sorunlarla yüzleşmedikçe insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devletine sahip olamayacağız. Artık bu topraklarda maalesef ne Rumlar var ne Ermeniler var ne Asurlular var ne de diğer kadim halklar ve topluluklar. Ama onlarla –eğer daha fazla değilse bile– aynı derecede ezilmiş, katledilmiş, sürülmüş, asimile edilmeye çalışmış Kürtler var. Direniyorlar, yok edilemiyorlar; Türkiye’nin diğer ilerici, demokrat güçleriyle yan yana hak, özgürlük ve eşitlik mücadelesi veriyorlar. Türkiye’yi en temel hakların kazanıldığı, demokrasinin, hukukun ve eşitliğin egemen olduğu, geçmişiyle hesaplaşıp barıştığı bir ülke haline gelmesi için verilen bu zorlu çabaya lütfen elinizden geldiğince destek olun. Kürtlerin maruz kaldığı haksızlıklar, uğradıkları kırımlar karşısında sessiz kalmayın. İnancım o ki, hepimizin yüreğini yakıp sonraki kuşaklara miras bıraktığımız ateş bu mücadelenin başarıya ulaşmasıyla sönecek.

Kaynak

https://seyfocenter.com/turkce/nasturi-kaliaminin-180inci-yilinda/?fbclid=IwAR3v201ORQuZNfcAZWmmN_wooxuF8ORIyw7L8QffIWb14lnVKiqdha5cJ84

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.