Serpil Odabaşı: Ben artık 'bu bizim acılarımız'ı gösteren ressam değilim
"Kürdün imge olarak acılarıyla var olması gerekliliğinin zaten egemenin kodlamak istediği bir imge olduğunu gördüğümde bu benim için bir dönüm noktasıydı... Ben artık ‘bu bizim acılarımız’ı gösteren değilim ve olmak istemiyorum"
Serpil Odabaşı 2010’lar göçünün ilk yolcularından biriydi. Diyarbakır’da başlayıp Toronto’ya uzanan Kürt, kadın, muhalif ve artık göçmen ve anne olan bir ressamın duygu dünyasını konuştuk. Odabaşı, "Kürdün imge olarak acılarıyla var olması gerekliliğinin zaten egemenin kodlamak istediği bir imge olduğunu gördüğümde bu benim için bir dönüm noktasıydı... Ben artık ‘bu bizim acılarımız’ı gösteren değilim ve olmak istemiyorum" diyor.
Yaklaşık 10 yıl içerisinde sayısı azımsanamayacak ölçüde beyin göçü yaşanan Türkiye’de, göçün büyük ölçüde hükümet politikaları ve gelecek kaygısıyla olduğu su götürmez bir gerçek.
Ressam Serpil Odabaşı 2010’lar göçünün ilk yolcularından biriydi. Okulunu, öğrencilerini, kitaplarını, resimlerini, kendine ait ne varsa her şeyi çürümeye bırakıp Kanada’ya gitti.
Göç etmekle bitseydi keşke. Her göçmen gibi o da ununu eleyip eleğini astığını düşünürken yeni bir dünyaya açtı gözlerini. Çünkü göçmen her zaman yalnızdı!
Serpil Odabaşı ‘güvenli alan’ olarak nitelendirilen bir başka güvensiz yollarda resim çalışmalarına devam etti. Belki bazılarınız adını unuttunuz ama resimleri hafızanızda capcanlı. Çünkü öyle bir ressam Serpil Odabaşı.
Onunla Diyarbakır’da başlayıp Toronto’ya uzanan, Kürt, kadın, muhalif ve artık göçmen ve anne olan bir ressamın duygu dünyasını konuştuk.
Sadece yetenekli bir ressam değil, ömrünü, derdini resimle aktarmaya vakfetmiş bir öğretmendiniz. Kadın ve Kürt olarak zaten bir hayli zorken hayat, üstüne resimlerinizle de bu dertleri anlattınız. Hatta daha fazlasını… Sizce bu yüzden mi, siz de resimlerinizdeki göçmen kuşlar gibi, bir mültecisiniz artık?
Çok teşekkür ediyorum Jînda. Evet uzun yıllar öğretmenlik yaptım. Öyle ki hayatımın ayrılmaz bir parçası gibiydi. Öğrencilerimi hala çok özlüyorum -ki şimdi birer yetişkin oldular- ben ayrıldıktan sonra haftalarca atölyeye girmediler, merdivenlerde ağladılar, en son bir idareci arkadaşım bana mail yazarak onları atölyeye girmeye ikna etmemi rica etmişti. Bana da dönmediğim için çok öfkeliydiler, bazıları beni sosyal medya hesaplarından sildi bu yüzden. Onlar öyle hep içimi acıtan bir parçam olarak kaldılar.
Şimdilerde KHK’yle uzaklaştırılan birçok öğretmen belki empati kurabilir, siz yıllar evvel sadece resim yaptığı için ötekileştirilmiş bir sanatçı ve öğretmendiniz.
Ulusalcı bir güruhun hıncına ve linçine 4 yıl boyunca maruz kalmıştım. İftiralar, haince ayak oyunları… Ev sahibimden okul idarecilerine, öğrencilerime kadar herkesi her yeri zehirlediler, öğretmenliği yapmaya devam etmekle ilgili bütün motivasyonumu kaybettim. O dönemki öfke ve kırgınlıkla kendimi burada, yani Kanada’da buldum. Hayatım her boyutuyla tıkanmıştı. Çıkmak dışında bir seçenek göremedim. Belki de vardı ama o ruh haliyle ben göremedim. Evet politik duruşum, sergilerim ve söyleşilerimin bunda çok büyük bir payı oldu. Ben de o vakitler şöyle düşündüm; ‘Gidersem daha özgür olurum.’
Orada bir biçimde kendime oto sansür uyguluyordum, oto sansürden kurtularak daha istediğim tonlarda işler yapabilirdim.
Çalışmalarınızda Türk bayrağı motifini kullanmanız oldukça sert bir etki yarattı belki. Türkiye’de radikal solun dahi alışık olmadığı bir üslup bu. Roboski üzerine çalışmanızdan bahsediyorum. Öfke mi var orada, hangi duyguları döktünüz kağıda?
Roboski’yi toplanmış bir öfke olarak yaşadım, kar topu gibi büyüyüp üzerime yuvarlanmış gibi bir öfke yaratmıştı. Roboski o kar topunun temsiliydi.
Yine öznesi olmaktan ötürü büyük ihtimalle, kadın hakları ve mücadelesine dair de çalışmalarınız çok çarpıcı. Üstelik bunları bugün değil, 20 yıldır çalışıyorsunuz. Siz fırçanızla kadın haklarına dair üretim yaptığınız o ilk yıllardan bu zamana neler değişti mücadelede?
Kadın hareketi kabul görene kadar çok çetin bir mücadele verdi, veriyor. Bugün herkes kabul ediyor artık bir 8 Mart var Türkiye’de. Hiç kimsenin ses çıkaramadığı kadar, yaşanan birçok sorunu dillendiren, kadınların samimiyetle, öfkeyle alanları doldurduğu… Kadın hareketiyle ilgili önyargıların da büyük oranda değiştiğini düşünüyorum. ‘Önce herkes kurtulsun sonra kadınlar da kurtulur’, ya da ‘burjuva hareketidir’ gibi söylemlere daha az rastlıyoruz artık. Her gün onlarca kadın öldürülürken, taciz ve tecavüz davalarında ‘iyi hal’lerden beraat eden erkekler sokaklarda yine birilerini taciz ediyor. Zaten artık bir zahmet sussunlar bence. Solda duran birçok insanın söylemini, bakışını değiştirdiğini düşünüyorum. Bu da ısrarla cümle kuran, itiraz eden alanlara çıkan kadın mücadelesiyle oldu.
İşleriniz oldukça akılda kalıcı. Yüzlerce sayfalık bir romanda aktarılabilecek bir derdi, bir filmden dolup taşan sorunları, defalarca dinlediğimiz şarkılarda bulduğumuz gerçeği siz bir resminizle anlatıyorsunuz. Ceylan Önkol’un parçalanan bedenini eteklerinde taşıyan annesi gibi, mayınlarla dolu sınır yollarında yürüyen göçmen çocuklar gibi… Bu kadar zor bir duyguyu, tek bakışta anlamamızı sağlayan tekniğiniz ne sizin?
Ortak bir kederde buluşuyor olmak bir söyleme, söylem de bir forma dönüşüyor. Ceylan Önkol ve Uğur Kaymaz gibi resimlerimi de çocuk ölümleriyle ilgili duyduğum üzüntüyle çalışmıştım yine temsili bir özetti. Yine birikip gelen ve bu resimlerde kendine ifade alanı bulan bir öfkeydi. Bu resimlerin birer motif gibi zihinlerde kaldığını düşünüyorum fakat bu motiflerde ben yokum. Tam da olması gerektiği gibi, özne olarak ‘onlar’ var. Evet tam da benim öfkemde olduğu gibi birçok çocuk cinayetine de ‘temsili’ oldular. Ben bir süre bu tarz çalışmalar yap(a)masam da bazen ortadan kaybolsam da bu motiflerin insanların hafızasında olduğunu biliyorum. Çünkü aynı efkarda buluşuyoruz.
“Kendimizi bildik bileli Anıtkabir ile cami arasında dar bir sokağa sıkıştırıldık, kaldık” demiştiniz yıllar evvel sizinle yaptığımız bir röportajda. Karakteri daha belirgin çizecek olursak eğer, kim bu dar sokakta kalanlar? Hala o dar sokakta mı onlar? Yoksa başka çıkmazlara mı açıldılar?
Sanıyorum başka çıkmazlara açıldılar. O arada bazı çıkmazlar imgesel ve söylemsel olarak tahribata uğradı, anlaşılmaz oldu ve bütün çıkmaz sokaklar denizlere dökülüyormuş taklidi yapmaya başladılar.
“Bir dar sokakta sıkıştırılıp kaldık” dediğim benim gibi seküler Kürtler ve diğer tüm kimliklerdi. Önümüze iki kutu konmuştu. Ya Anıtkabir ya camii… Üçüncü bir seçeneğin olmayışı ve kendi seçeneklerimizi yaratmak konusunda yaşadığımız açmazlar oldu. Bu dönemde sırf AKP hükümetini zayıflatmak adına birtakım yan yana gelme durumları oluşturulmaya çalışılıyor. Kendi adıma desteklemiyorum, iyi ve güzel bulmuyorum. ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ şiarını zavallıca buluyorum. Düşmanımın düşmanı da dostum değildir. Dostum dostumdur. Hepsi bu.
“Ama politika böyle bir şey, dün düşman olduğunla bugün yan yana durman gerekebilir’ diyenler var. Bu anlamdaki politik argümanlara uzağım. Bu kadar çok eğilip bükülecek bir kabiliyete sahip değilim.
‘AKP ÖNCESİ DE GÜL BAHÇESİ DEĞİLDİNİZ’
Güncel siyaseti nasıl yorumluyorsun?
AKP ve tek adam rejiminin yarattığı bu korkunç atmosferi, tüm faşizan uygulamaları yadsımamakla birlikte “AKP öncesi de bir gül bahçesi değildiniz” demek istiyorum. Sanki önceden bir demokrasi ülkesiymiş gibi. Her iki grup da bulduğu her fırsatta önce Kürtleri vurdu. Bunları unutmuş olabilirler ama bir temsiliyete dönüştürme ve Kürtlere “Hadi gelin artık böyle duruyoruz” çağrılarını da hoş karşılayamadım.
Dün bizim gözümüzü oyanla bugün sırf birileri zayıflasın diye reel karşılığı olmayan görüntüler oluşturmak, yan yana gelmiş gibi halleri pek de şık bulmuyorum. Daha somut karşılığı olan çabalar içerisinde görebilmeyi isterdim.
Ben kendimi seküler olarak tanımlıyorum. Üstelik biraz sert bir seküler olduğumu da söyleyebilirim. Siyasal İslam’ın hiçbir kanadında bir ‘iyicillik’ göremiyorum. Hem Kürtlere hem diğer tüm kimliklere; Ermenilere, Süryanilere, Rumlara, Alevilere, kadınlara, eşcinsellere bakış açılarını ve yaşattıklarını zalimce buluyorum.
Geride bıraktığınız ülkeye baktığınızda ne görüyorsunuz?
Uzaktan bakınca netleşen bir sürü ayrıntı oldu. Bu ayrıntıları daha iyi görebiliyor olmak beni güncel siyasetten tamamen kopardı. Sosyal medyada karşılaştığım için haberdar olduğum güncel politik atmosferi büyük bir yılgınlıkla izliyorum. AKP hükümetinin yarattığı bu korku imparatorluğu ‘muhalefet’in de sesini iyice etkisizleştirdi. Türkiye’de yaşayan insanların ne düşündüğüne ne hissettiğine daha çok bakıyorum ben, tüm bu siyasetçilerdense. Onlar daha doğru bir izlenim veriyor. Derin bir umutsuzluk okuyorum, insana ve bireye olan ümidi büyütmek gerek.
AKP ve Fethullah Gülen cemaati henüz sıkı fıkı günlerini yaşarken başlamıştınız siz onları teşhir etmeye. Hatta bu yüzden bir hayli sıkıntılar da yaşadınız. Bu yüzden Türkiye’ye giriş yapamıyorsunuz. Peki sizin resimlerinizde sorduğunuz o sorulara cevap verdiler mi?
Birçok iş yaptım evet, daha çok mizahi bir dil kullanarak siyasal İslam’ı eleştiren işlerdi. Şimdi olsa yapar mıydım, pek sanmıyorum. Korkuyla ve benzeri şeylerle ilgili değil bu, zamanımı muhteşem ağaçların, taşların, bulutların, kuşların resimlerini yaparak harcasaydım daha iyi olurdu bence.
“Dostmodern” adlı bir çalışmamla bu ‘dostluğu’ karikatürize etmiştim. Bu işler ve benzeri diğer politik işlerimden kaynaklı hakkımda davalar açıldı, yakalama kararı çıkarıldı. Türkiye’ye gidemedim, gidemiyorum. Bir gün umuyorum gidebilirim, memleketi, yakınlarımı, dostlarımı, çok özlüyorum.
Ayrıca sorularıma cevap aldığımı düşünmüyorum, 2016 Temmuz darbesinden sonra çeşitli mağduriyetler yaşayan bazı diğer ‘İslamcı çevreler’in Kürtleri ya da diğer mağduriyetleri görmeye başlaması ya da yan yana görüntü vermesini samimi bulmuyorum.
2017 Newroz’unda Diyarbakır’da polis kurşunuyla öldürülen Kemal Kurkut’u, yine Diyarbakır’da katledilen hukukçu Tahir Elçi’yi, başına gelenlerden ötürü Hasankeyf’i resimlediniz. Özellikle, Kurkut ve Elçi’ye dair çalışmalarınız, bir yankıyı anlatıyor. Bir döngü gibi de okunabilir. Neydi düşündüğünüz bu ölümler üzerine çalışırken?
Kemal Kurkut’un koşuşu, yarı çıplak elinde su, bağıran fotoğrafı bir özet gibi gelmişti bana. Yaklaşık bir ay kadar gelip gidip o fotoğrafa baktım. Hendek olaylarından sonra ölen onlarca insanın, sokakta günlerce caddede kalan annelerine ağlayan evlatların, göç ederken botu batarak hayatını kaybeden Surlu ailelerin, ekmeğe muhtaç hale gelen Kürtlerin bir çığlığı gibiydi o fotoğraf. Bununla ilgili çalışmak gibi bir planım yoktu aslında sonra o fotoğrafa bakarken bir soruyla yakaladım kendimi, baktım baktım ve dedim ki “Sen kimin çığlığısın? Öyle yalnız ve tenha bir koşuydu ki bu, o yüzden bir ay ışığı kullandım. O çığlık; yönünü, önünü görmeden koşan binlerce Kürt’tü aslında.
Tahir Elçi anısına yaptığım iş ise;
“Ben / gözlerim / sesim / babam: Biz…” adlı çalışma da Tahir Elçi’nin kızının cenazede çekilmiş bir fotoğrafından oluşuyor. Yine dünyayı ayağa kaldırması gereken bir çığlık vardı. Babası ansızın elinden alınan bütün kız çocuklarının çığlığı gibi düşündüğüm için bu yüzü tek kompozisyonda tekrarladım. Ben hala o fotoğrafa ne zaman baksam oturup ağlarım. Tahir Elçi de Hrant Dink gibi bir barış güverciniydi. Bu yüzden yitip gitmekte olan solgun bir barış güvercini imgesi kullanmıştım. Ona hepimiz veda edelim diye.
‘KÜSTÜRÜLMÜŞ ÇOK DEĞERLİ SANATÇILARIMIZ VAR’
Hasankeyf’in yok oluşuna kilometrelerce öteden yapabileceğiniz tek şeyi yaptınız ama çalışmanız sayesinde herkes bu derdi daha çok dolaşıma soktu. Sizin gibi ressamları, eski kuşaktan ayıran en önemli fark da bu sanırım. Siz sosyal medyada paylaştığınız anda milyonlarca insana ulaşıyor. Bu anlamda nasıl bir örgütleyiciliği var bu işlerin?
Hasankeyf’in eski ismi ‘Gülün Şehri’ imiş. Birçok kültüre, kimliğe ev sahipliği yapmış kadim bir kent ve korunması gerekiyordu. Bir dijital kolaj çalışması yaptım, uzun süre çalıştım üzerinde. Sanıyorum birçok insan bu konuyu dert edindiği için o kadar yaygınlaştırıldı, kullandığım dil de önemli bence, slogan atmıyorum. Bir konunun bende çağrıştırdığı şiiri aktarmaya çalışıyorum. Bunu ne kadar başardığımı bilemem tabi, Van Gogh’un 1883 de abisi Theo’ya yazdığı mektupta söylediği gibi;
“Poetry surrounds us everywhere, but putting it on paper is, alas, not so easy as looking at it.”
“Şiir bizi her yerde çevreler, fakat onu kağıt üzerine işlemek, göründüğü kadar kolay değildir.”
Kürt toplumu acılarının hafızasına yönelik işlenen sanat ile ilgili nasıl bir duygulanım kuruyor sizce? Bu bağlamda resim ile anlatıma ilk tepkisi nasıl olmuştur? Çalışmalarınıza o derdin muhatabı olan Kürtlerin duygusu nedir?
Ben 2000’li yılların başlarında ‘Kürtlerin de acılarını’ resmin diliyle aktarmaya çalıştığımda ilk tepkiler çok yüceltici ve diğer taraftan çok dışlayıcıydı, her ikisini bir arada yaşamıştım. Ana dil üzerine yaptığım ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ serisi ilklerdendi. “Kürtçü” de oldum, kahraman da. Hainliği ve kahramanlığı farklı çevrelerden üzerime bolca boca ettiler. Dert edindiğim konular çok fazlaydı ama özellikle dışlayan hafıza beni “Kürtçü’ olarak kodladı. Benim sanatla, imgeyle, ifadeyle olan derdimin gündelik hayatta genotip kodları varmış. Bu her açıdan rahatsız edici oldu.
Hiçbir zaman belli çevrelerin arkadan ittirip, parlatmaya çalıştığı bir marketing ürünü olmadım, hiç kimsenin acentası olmadım, kendi cümlemle var olmaya çalıştım. Gören gözlere sahip insanların ve tüm öteki kimliklerin benim yaptığım işleri, söylemeye çalıştığımı anladığını, sevdiğini gördüm.
Kürdün imge olarak acılarıyla var olması gerekliliğinin, zaten egemenin kodlamak istediği, üzerinde çalıştığı bir imge olduğunu gördüğümde bu benim için bir dönüm noktasıydı. Önceleri egemenin beklemediği bir sertlikte ve yüksek tonda bağırabilirsem sesini kısabilir ve çalışmasını boşa çıkarabilirim diye düşünmüştüm. Ama acı sonsuz bir kuyu, her şeyi içerisine alabiliyor. Sanatta da şiddet şiddeti doğuruyor. Bunun bir kan davası gibi olması çok yorucu. Ben artık ‘bu bizim acılarımız’ı gösteren değilim ve olmak istemiyorum.
Yerel kodlar ve yerel öfkeler, kendileri ile o kadar meşguller ki, yaşadığımız evrensel vahşeti algılayamıyorlar. Aslında daha büyük bir sahada, evrensel vahşetin kodlarına karşı da bir şeyler yaparak yerelliğin daha iyi anlaşılması ve savunulması mümkün. Sorun sadece bizim sorunumuz değil, herkesin. Kanada’da tüm dünya halklarından insanlar yaşıyor ve buradan bakınca bundan bir kez daha emin oluyorum.
Resim, son dönem Kürtlerin kendilerini, mücadelelerini aktarmada güncel bir sanat dalı haline geldi. Destek verenler var, eleştireni var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz kendi alanınızı?
Çok iyi Kürt sanatçılar ve entelektüeller de var ama bir kısmı ciddi düzeyde küstürülmüş. Nerede nasıl var olacaklarını bilmiyorlar. Türkiye’de sanat, hatta bir alan olarak sanat, hep bir ahbaplıklar zinciri şeklinde, bunu kırabilen sanatçı sayısı çok az. Birlikte rakı içtiğiyle sergi yapan küratörler, ‘görünür’ olanın yanında görüntü vermeye çalışan birçok insanla dolu ortalık. Bu network için yeterli oluyor. Yani işin niteliğine, plastiğine, gücüne hiç aldırış etmeden ‘Nerede? Nasıl görünürüm? Nasıl başka kapılar açarım?’ gibi kaygılarla hareket edince, elde kalan boş bir çuval oluyor.
Göç edenlerin de sayısı hayli kabarık. Plastiği, dili, resmi çok güçlü sanatçılar var, bunlardan ilk aklıma gelenlerden biri Diyarbakırlı Kürt sanatçı Nurettin Erkan, onun resmini çok güçlü buluyorum bence müthiş bir usta, boyası dili şiirsel bir anlatım sunuyor. Şimdi Amerika’da yaşıyor, birçok problem yaşamıştı ve gitmişti o da Türkiye’den. Kürtlerin sanatçılarını yeterince tanımadığını düşünüyorum.
Yine şimdi hatırladığım başka bir Diyarbakırlı genç sanatçı Ömer Eken var, işlerini çok severek takip ettiğim. Bir başka hatırladığım Fatoş İrven var yine, Diyarbakırlı bir sanatçı, cezaevinde hala. Böyle onlarca isim sayabilirim, güçlü bulduğum iyi sanatçılardan sadece birkaçı bu kişiler.
Aslında algı operasyonlarıyla önümüze kim sürülürse ona bakıyoruz. Şahsen sanat olarak yaslandığım kökleri bilmekte tanımakta bir vecize görmedim, görmüyorum. Ben de birilerine kök olabiliyorsam bu mecrada, ne mutlu. Olamadıysam da ne diyebilirim ki.
Yaşadığımız şu dönemde, kimler, neler sizi resmederek anlatmaya davet ediyor? Neleri yorumlamak istiyorsunuz? Yeni gündeminizi de konuşalım.
Dert edindiğim pek çok konu var. Bunlarla ilgili çalışmayı istiyorum, hayatın bana verdiği izinler ölçüsünde. Göç etmiş olmak çok farklı, birçok sorunu da dayatıyor hayatımıza, önce hayatta kalmak, sonra cümle kurabilmek gibi haller.
Bu çağın, kapitalizmin yarattığı çok büyük tahribatlar var. İklim krizleri ve büyük iklim göçleri kapıda. İnsanın, hayvanın doğanın yaşadığı trajedi hakkında çalışmak istiyorum. Tüm bunların dışında deneysel işler de yapmak istiyorum ben gerçekten özlemişim işin rengiydi, lekesiydi, işçiliğiydi tüm plastiğiyle uğraşmayı.
Post-truth imgeyi de tahribata uğratınca söylemin imgeyle senkronu da alabildiğine kaçmış oldu. Artık çizmek istediğim, anlatmak istediğim şeyler baktığım yerde, görebildiklerim değil, görünmeyenin, sessizliğin ormanında. Önceki çalışmalarımla belli noktalarda kökten ayrılma, kırılma noktaları oluştu. Bu herhangi bir nesnel durumun, sürecin sonucu değil, bilakis sanatla ve imgeyle daha yalın bir çatışma içerisine çekildiğimi hissediyorum. Bundan kaçamayacağımı bilip galiba ona teslim oluyorum.
Bizimle paylaşmak istediğiniz yeni çalışmalarınız var mı?
Mikis Theodorakis’in Paola adlı eserinden yola çıktığımız, iki göçmen kadın olarak, senin çektiğin fotoğraflar üzerinde çalıştığım yeni bir projemiz var. Deneysel kolaj çalışmalarım var. Onlara devam ediyorum. Ayrıca dijital enstelasyon işlerime devam ediyorum. Bitince beni eserlerimden tanıyamayabilirsiniz.
Jinda Zekioğlu-Duvar
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.