TEMEL DEMİRER
“ben
gerçeğin içindeki düş’ü
düş’ün içindeki gerçeği aradım.”[1]
Zor bir konuda; “33’ler ile Çağdaş’ından Öğrendiklerim(iz)”e ilişkin konuşmayı deneyeceğim.
“Deneyeceğim”; çünkü, dedim ya, zor bir mesele 33’ler ile Çağdaş’ın Suruç’undan söz etmek.
Kolay mı?
“Acı çekmiş hiç kimse artık eskisi gibi değildir,” derken Cesare Pavese; ekler Jean Paul Sartre da: “Vicdan hatırladıkça hiç bir suç unutulmaz…”
Evet, insanları acılarındaki ortaklık kadar birbirine bağlayan hiçbir şey yokken; biz acı çekenler ve unutmayacak olanlardanız.
Bizim için aklın sesi, öfkenin haykırışı yürekten geçtiği için değerlidir. Çünkü insan(lar) gerçeği, ancak aklı ve yüreğiyle baktığı zaman görebilir.
Bunların böyle olduğunu 33’ler ile Çağdaş’tan bir kere daha öğrendik.
Belirtmeden geçmeyeyim: Bir şeyi öğrenmek için onu anlamak, duyumsamak gerekir.
Hem de Farid Farjad’ın, “Bir çocuğun eline diken batsa; insan yanmalı” uyarısındaki gibi insan olmak ve kalmak kolay değilken…
Ve Ataol Behramoğlu’nun, “Kan dökücülüğün tarihi yazıldığında/ Kendileri gibi düşünmeyenlerin/ Kanına susayanlar/ Yerlerini alacaklar ilk sırada/ Vicdansızlığın tarihi yazıldığında/ Gözyaşı üstüne kurulu saraylarda/ Güvende olduklarını sananlar/ Bir başka dünyada değil bu dünyada/ Vicdanlardan yükselen alevlerin/ Cehenneminde yanmaktan kurtulamayacaklar,” dizelerindeki kesinlikle!
Çünkü Umberto Eco’nun, “Ama yolundan sapma, ey öyküm,” haykırışındaki üzere bizim indimizde Karl Marx’ın, “İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır”; Ernesto Che Guevara’nın, “Dünyanın neresinde olursa olsun, haksız yere birisinin suratına atılan tokadı kendi suratında hissetmeyen kişinin insanlığından şüphe ederim,” uyarıları geçerliliğini yitirmemiştir hâlâ ve her daim.
33’ler ile Çağdaş’ın evvel ve ahirindeki ol hikâyedeki üzere.
* * * * *
Bunun Theodor Adorno’nun, “Gerçeğin yalan, yalanın da gerçek gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi,” diye tarif ettiği bugünün dünyasında çok önemli olduğundan şüphe duymuyorum.
Sürdürülemez kapitalizme mündemiç burjuva hayat tarzı bu gezegenin hayal gücünü öldürüyorken; hiçbir şey bu vahşetin iktidarını, sessizlik kadar güçlendiremez.
Kolay mı? Gerçekliğin bile yapaymış “gibi” sunulduğu yalanın imparatorluğunda Baruch Spinoza’ya kulak vermek “olmazsa olmaz”dır: “Despotların örselenmiş ruhlara, örselenmiş ruhların ise despotlara ihtiyacı vardır. İtaat bütün toplumların temelidir. Düşünce gücünü itaat etmeye tabi kılan duygu ise kederdir; bu nedenle, kederli duygulanışları artırmak iktidarın işleyişi için zorunludur.”
Evet, duyarsızlığın/ sessizliğin bir “erdem” gibi görülüp, çoğaldığı tabloda insan(lık) için en zor olan şey, her gün insan kalmaktır.
33’ler ile Çağdaş’ının öğrettiklerinden biri de -bir tek insanın bile köleliğinin bile herkesin özgürlüğünü etkisiz hâle getirdiği kapitalizm koşullarında- insan olmak ve kalmak meselesidir.
Kendin, insani var oluşun pahasına olduktan sonra, tüm dünyayı kazansan eline ne geçer ki?
Maksim Gorki’nin, “İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne. İşte asıl cinayet bu,” biçiminde özetlediği yabancılaşmanın orta yerinde belki bir şeylere sahipsin; ama kendi varlığın yokken; herkes birbirine benziyor. Her biri ötekilerin yaptığını yapıyor. Biriyle konuştum mu, hepsiyle konuşmuş oluyorsun.
Özetle: Var olan kapitalist düzen(sizliğ)i kabullenip, ona teslim olarak, “mutlu” olduğunu varsayan herkes bir “sosyal böcek”ken; Karl Marx’ın, “İnsan ancak toplum içinde bireye dönüşebilen bir hayvandır,” uyarısının altını çizin.
Sonra da Paulo Coelho’nun, “İnsanlar fırsatların gelmesini beklerken, fırsatlar da insanların gelmesini beklerler. Fırsatlar bekler... İnsanlar bekler... Kazanan hep mazeretler olur,” uyarısı eşliğinde, unutmayın: Ya düşlerinin peşine düşmeyi seçersin ya da sana dayatılanları kabullenmeyi.
Mâlum: Geçmişin hüzünleri yanında gelecek(sizliğ)in endişeleriyle biçimlenmiş bir var oluştan bir şey beklemek mümkün değilken; insan(lık) “İyi ki”lerle güçlenir, “Keşke”ler ile tükenir daima!
Tam da bu ufukta Federico García Lorca’nın, “Biri öbürüydü, ikisiyse hiçbiri,” diye tarif ettiği şeyken; insan isek, insan(lık)ın acılarına sırt dönmek mümkün mü?
33’ler ile Çağdaş’ı “Hayır” diyenlerden ve gereğini yerine getirmekten kaçınmayanlardan; ölüm(süzlük) pahasına korkmayanlardandı…
* * * * *
Ben ölüme değil, hayata inanlardanım; insan(lık)ın bir parçasıyım ve elbette her ölümle eksilirim.
Ancak Albert Camus’nün, “Ölüm hayattan daha evrenseldir. Herkes ölür; ama herkes yaşamaz,” uyarısını “es” geçmem. Ve bilirim bu dünyadan insanlar göçüp gidebilir, ama yaptıkları iyi şeyler kalır ki, bu da ölümsüzlükle betimlenir.
“Ölüm” dedim! Bir insan hayatı ne kadar yaşamamışsa, ölümden o kadar korkarken; ne mutlu yaşamlarını, -33’ler ile Çağdaş gibi- korkuya emanet etmeyenlere, yani korkusuzlara ya da korkunun egemenliğine meydan okuyanlara veya sadece korkmaktan korkanlara…
Korku içinde yaşayanlar asla özgür değildir; korkularına boyun eğen, özgürlüğüne sırt çevirir. Bu kadar da değil; korku, yalanı doğurup, besler!
Oysa yaşamda hiçbir şey korkmak için değil ve her şey anlaşılmak içinken; düzene mündemiç “güven verici”(!) bir yalan yerine, zorlu bir gerçeği kucaklamak daima daha iyidir.
Çünkü görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık var ve “güven verici”(!) yalana sarılan sorgulanmamış bir var oluş koyun(lar)a uygundur; insan(lar)a değil…
Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin, “Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun?” sorusu eşliğinde, unutulmasın: İnsan olmak ve kalmak, sadece aydınlığı hayal ederek değil, korkusuzca karanlığın bilincine varmakla mümkündür.
Ve dahi dünyada en büyük hata, hata yapma korkusuyla yaşayıp; korkuya teslim olarak hayatın gerçeklerine, akışına, diyalektiğine sırt dönmektir. İyiyle kötü kendi başlarına var olamazlar. İyi kötünün, kötü de iyinin yokluğuyken; bilmeyen var mı?
“Değişmeyen tek şey, değişimdir… Aynı şeydir, canlı ve ölü, uyanık ve uyuyan, genç ve yaşlı. Çünkü öncekiler sonrakiler olur, sonrakiler önceki,” derken Herakleitos; Friedrich Engels de: “Tüm doğa, en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ilkel hücreden insana dek, sürekli bir var oluş ve yok oluş, sürekli bir akış, sonsuz bir hareket ve değişme içindedir.”
* * * * *
Hayatın gerçekleri, akışı, diyalektiği hepimize; 33’ler ile Çağdaş’ının da hepimize hatırlattığı üzere umut ile hayal kurmanın vazgeçilmezliğini anımsatır.
Hayalsiz umut, umutsuz hayal olmazken; “Gerçekler hayal değildir, ama hayaller gerçek olabilir,” diye hatırlatır hepimize Jorge Luis Borges.
Yaşam(lar)ımız, ancak başkalarının yaşamlarına değer kattığımız ölçüde değerliyken; hayatı savunma cüretiyle başkaları için yaşanan hayat, yaşamaya değer olandır.
Hem de sadece aydınlığı hayal ederek değil, karanlığın bilincine varan bir cüretkâr iradeyle…
Kolay mı? Bir hayali umutla gerçekleştirme imkânı yaşamı ilginç ve yaşanabilir kılar; sorgulama yeteneğini yitirmeden hayal ve umutla bezeli duyarlılıkla yaşamak, yeniye gebe olan yıkıma hazırlanmaktır.
Tüm bunlar umutsuz olmaz; olamaz! Çünkü “Umut iyi bir şeydir, belki de en iyi şeydir ve iyi bir şey asla ölmez,” Stephen King’in de işaret ettiği gibi…
İyi de, “Umut ve onu oluşturan nedir” mi?
Umut, eskiyi ve zamanın gereklerine uymayanı aştığı ölçüde gerçeğe dönüşerek, var olanı aşan yaratıcılıktır.
Umudun oluşabilmesi için, umut eden bir özneyle umudu besleyen nesnel gerçekliğin buluşması gerekir. Umut ve umutsuzluk kapsamında araştırılması gereken tam da bu karşıtlık ilişkisidir. Umut ve umutsuzluğu ayırmak için “Umut üreten nedir?” sorusu şöyle yanıtlanabilir: Oluşmuş olan, her zaman ve her yerde geçmişe ait olandır; geçmişte kalandır. Bu nedenle, umut üretemez. Oluşmakta olan, şimdide gerçekleşir ve gelecek ufkunu görülür duruma getirir; bu niteliği nedeniyle de umut yaratır; değişme ve değiştirme isteğini canlandırır. Yalnız “dünyayı değiştirmeyi” amaçlayan düşünme, gelecek ile ilgilenir...
Öte yandan, dünyada, toplumda, doğada ve insanda her şey karşıtıyla vardır. Bu nedenle, umut, umutsuzluk ile iç içedir ve her zaman umutsuzluğa dönüşebilir.
Umut ve umutsuzluk tarihsel süreçte hep iç içeyken; Ernst Bloch’un belirlemesiyle, “Ölçüt anlamında temellendirilmiş umut, öyle kolayca düş-kırıklığına uğratılamaz, geri alınamaz.”
Umut, eskiyi ve zamanın gereklerine uymayanı aştığı ölçüde gerçeğe dönüşür; çünkü var olanı “Aşmaktan daha insancıl bir şey olamaz.” Öteden beri bilinen bir şeydir: Sınanmış umut, tanımı gereği, her şeyden önce “Tehlikenin olduğu yerde kurtaranın, kurtaran olduğu yerde de tehlikenin büyüdüğünü” bilir; başarısızlığa uğratan şeyin dünyada işlevi ve yerinin olmadığını bilir. Nesnel gerçek olanağın, umudu ve umutsuzluğu içerdiğini bilir.
Bu doğrultuda şu ilke hep anımsanmalıdır: Dünya “içinde deney yapılan ve olası çözümü içinde taşıyan bir laboratuvardır.”
Ve bu nedenle de, şu söylenebilir: “Bir gün, öndedir ve önde kalacaktır; putlar önünde diz çökmüş olanlar, Prometheus’un ölümsüzlüğü karşısında dehşete düşenler”, bu günü duymazdan gelemeyecektir. Heraklit şöyle demiştir: “Umulmayanı ummayan, onu bulamaz.”[2]
Toparlarsam: Umutsuzluğun en yaygın/ sarsıcı/ derin biçimi, kendisi olmaktan, yani hayallerinden vazgeçerek başkası olmaya boyun eğen yabancılaşmadır.
Çözüm ise Metin Altıok’un, “Sık dişini, yılma sakın, vazgeçme bu umuttan/ Elbet bir gün insanlar hasretle kenetlenir/ Gör işte o zaman, devranını küskün dünyanın/ Bilinmedik cemrelerle bak nasıl çiçeklenir,” dizelerindeki -33’ler ile Çağdaş’ını anımsatan- kararlılıktır; devrimci praksistir…
* * * * *
Hayalin umudunu, umudun hayalini var eden kararlı yapmak eylemi; yani devrimci praksis; veya “11 Tez”in gereğidir; Albert Camus’nün, “Bana ya hep ya hiç gerek,” haykırışındaki üzere…
İstemekle hiçbir şey olmazken; yerküredeki büyük işlerin hiçbiri, tutkulu yapmak eylemi olmadan gerçekleşmemiştir. Sözler ya da kaygı ve temennilerle hiçbir şey olmaz! Çünkü ne ekerseniz onu biçersiniz. Ne pişirirseniz onu yersiniz…
Öncelik -her daim- aklın zincirlerini kırıp, en büyük engelden kurtulan iradenin; özgürlük düşmanlarını yüksek sesle yargılayan kararlılığındadır.
Malûm: Dilek ve temenniler ile kaygı edilgenliğinin tek tedavisi, hareket hâlinde olmaktır; yani devrimci praksistir.
Kolay mı? Özgürlük, akıl kadar irade ve yüreklilikle mümkündür. Bunun böyle olmasıyladır ki mümkünü elde etmek için dahi “imkânsız” denileni zorlamakla mükellefiz. Çünkü güneşin, diz çökenlerden önce, ayakta duranların üzerinde parladığını ve de yolların, yolcular için değil, gidilecek yerlere ulaşmak için yapıldığını unutmamak zorundayız.
Evet insan(lar) doğar, büyür, yaşar ve ölür(ler). Önemli olan “çok” yaşamak değil; yaşadığın sürece insan olmak ve kalmak sıfatına uygun şeyleri yapabilmektir.
İnsanı insan kılan sahip olduklarımız değil, sahip olduklarımız olmadan neyi, nasıl ve ne pahasına yaptığımızdır; Friedrich Nietzsche’nin, “Önce kendini inşa etmelisin, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla,” uyarısını “es” geçmeden!
Bu noktada hâlâ kalp(imiz) çarpıyorsa, ten(imiz) de soğumadıysa, insanın umutsuzluğa kapılması kabul edilemez. Bilinç arttıkça, umut keskinleşirken; amaçları uğruna sadece kendinden bir şeyler verebilen kişinin insan olduğu kavramak gerekir.
Fyodor Dostoyevski’nin, “Herkesi öldürüyoruz, sevgili dostum. Kimini kurşunlarla, kimi sözlerle, kimini yaptıklarımızla ve kimini de yapmadıklarımızla,” diye betimlediği bir iklimde aydınlıkta uykuda olanlara inat; karanlıkta uyanık olma kararlılığıyla…
Özgürlük bir bütündür. Bu nedenle başkalarının özgürlüğünü amaç edinemediğiz sürece kendi özgürlüğümüzü gerçekleştiremeyiz; “Orada duruyor, birinin bir şeyler yapmasını bekliyordum ama sonunda beklediğim kişinin kendim olduğunu anlamıştım,” diyen Markus Zusa’nın uyarısı eşliğinde…
Malum yegâne ve gerçek güç, fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir; 33’ler ile Çağdaş’ının kanıtladığı üzere...
* * * * *
Tüm bunlar için, Jean-Paul Sartre’ın “Yalnızım, ama bir kente yürüyen ordu gibiyim,” sözlerindeki irade ile insan-ı kâmil olmak gerek…
Malcolm X’in, “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter,” diye tanımladığı insan-ı kâmil; kötülük karşısında bacakları titremeyen ve kötüyü itiraz etmeden kabullenen kişinin, aslında kötüyle birlikte çalışan olduğunu unutmayandır.
Aydınlığı hayal etmesi yanında karanlığın bilincine varan insan-ı kâmil; “Dünyanın neresinde olursa olsun, haksız yere birisinin suratına atılan tokadı kendi suratında hissetmeyen kişinin insanlığından şüphe ederim,” diyen Ernesto Che Guevara’nın veya 33’ler ile Çağdaş’ının suret(ler)inde cisimleşendir.
İnsanlar ışığı, Onların -Kerem gibi- çıkardığı büyük yangının ışığıyla görürler. Ve hiçbir fırtına Onların denizin engin mavisini sevmesine engel olamamıştır.
* * * * *
33’ler ile Çağdaş’ına ilişkin diyeceklerimi “son”landırırken; acı çektiğim doğrudur; ama bu acıyı bastıran bir şey daha var: O da, Onlarla duyduğum onur ve öfkedir…[3]
Bu duygu bana Nâzım Hikmet’in -‘Taranta Babu’ya Mektuplar’ındaki- “Ve dünya öyle büyük, öyle güzel öyle sonsuz ki deniz kıyıları/ her gece hepimiz yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların türküsünü dinleyebiliriz,” dizelerini terennüm ettirirken; birden dilimden Necati Cumalı’nın, -‘Türkü’sündeki- “Bugün üzgünüm/ Ama yarın/ Yarın bu dünya böyle kalmaz,” mısraları da dökülüveriyor.
33’ler ile Çağdaş’ının hayalleriyle bezenmiş umutlarına hâlâ büyük değer veren birisi olarak gelecek için hiç bir endişe duymadım; o yeterince hızlı geliyor; bundan şüphem yok…
Furuğ Ferruhzad’ın, “Ellerimi bahçeye dikiyorum,/ yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum,” dizeleri 33’ler ile Çağdaş’ından hepimize, hepimizin şüphesiz kesinliğimizi ne kadar güzel anlatıyor değil mi?
Ancak, elbette hiçbir şeyin kolay olmadığını biliyor(uz) ve unutmuyor(uz): “Setlerin içinde zaman birikiyor; gerçekleşmemiş arzuların için için kaynadığı kazan; ha patladı ha patlayacak. İmgelemsel olan ile gerçeğin birbirine karıştığı yollarda yürüyoruz.”[4]
Müthiş bir ikircimsizlikle gerçeğe sarılıyoruz…
“Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır,” vurgusuyla, “Dizlerimin üstünde yaşamaktansa, ayaklarımın üstünde ölmeyi tercih ederim… Halk için adalet yoksa, hükümet için barış olmamalıdır,” diye haykıran Emiliano Zapata’nın…
Veya Immanuel Kant’ın, “Böcek olmayı kabul edenler, ayaklar altında kalıp ezilmekten yakınmamalıdır”…
Ya da Friedrich Hölderlin’in, “Biz hiçiz, aradığımızsa her şey”…
Sonra da Fidel Castro’nun, “Dünyada kapitalizm de dahil olmak üzere hiçbir şey değiştirilemez değildir” …
Nihayet Dante Alighieri’nin, “Her karanlık kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde taşır,” uyarılarının altını çiziyoruz…
Malûm: “O gün gelince” der ve ekler Vitezslav Nezval: “O gün bir gelsin bak, bize artık aç kalmak yok.// Çekip gidince soyguncular, bir başka dünya kuracağız./ Yaşamak neymiş, yaşamak, sen o zaman gör bak!”
33’ler ile Çağdaş’ı kulağımıza daima “O gün gelecek” diye fısıldar; zorbalara, katillere inat!
Bilirsiniz: Hitler, döneminin büyük barbarı idi. 1940’da savaşı kazandığından söz ediyordu; hatta “ışık ve ihtilal kenti” Paris’e girmişti. Ne oldu? Malum!
Hitler, Mussolini, Franco, Salazar, Pinochet, Evren vd’leri tarihte birer utanç lekesidirler sadece…
Ya Şili’nin büyük ozanı Victor Jara?
Faşist barbarı ellerini kestirip, “Şimdi şarkılarını çal bakalım!” dedikleri ezilenlerin sesi…
Elleri kesilmiş de olsa Onun türküleri eskisinden daha güçlü söyleniyor. Jara sadece Şili’nin değil, tüm ezilenlerin sesi ve onurudur…
Onur yok edilemez!
33’ler ile Çağdaş’ı onurdur; onurumuz ve gelecek(imiz)e verilmiş sözümüzdür…
1 Ekim 2019 17:13:43, İstanbul.
N O T L A R
[*] ‘33 Düş Yolcusu’ndan Çağdaş Aydın Anısına: Kırmızı Gül’ün Defteri’nin Tanıtımı için 12 Ekim 2019 tarihinde Ankara Vengo Cafe’de düzenlenen etkinlikte yapılan konuşma… Newroz, Ekim 2019…
[1] Ferit Edgü.
[2] Onur Bilge Kula, “Umudu Oluşturan Nedir”, Cumhuriyet Kitap, No:1536, 25 Temmuz 2019, s.6.
[3] “Bu memleketin jeo-politik konumu/ Küfürsüz yaşamaya uygun değil...” (Can Yücel.)
[4] Rahmi Öğdül, “Harita Kıvrımlarında Geleceği Saklar”, Birgün, 23 Ağustos 2019, s.15.