AKP’nin otoriter rejimlerin kullandığı araçları devreye soktuğuna, agresif kutuplaştırıcı söyleminin de tehlikeli bir boyuta ulaştığına dikkat çeken Sinem Adar, "kendilerine biat edilmesinde ısrarcılar" dedi.
Türkiye’deki son gelişmeleri DW Türkçe’ye değerlendiren Berlin merkezli, Uygulamalı Türkiye Araştırmaları Merkezi (CATS) uzmanlarından Sinem Adar, "Türkiye’yi yönetme iddiasında olan aktörlerin aslında Türkiye’yi yönetemediklerine tanıklık ediyoruz" dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dış politikadaki açılım hamleleri ve reform söylemlerini, "ikinci bir yaptırım dalgasının önüne geçme hedefli, konjonktürel ve taktiksel adımlar" olarak nitelendiren Adar, iç siyasette artan baskıya ilişkin de dikkat çekici değerlendirmelerde bulundu.
Türkiye’yi yönetenlerin kendilerine biat edilmesinde ısrarcı olduklarını ve AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidarının otoriter rejimlerin toplum ve siyaset alanını sindirmek için devreye soktuğu her türlü aracı kullandığını söyleyen Sinem Adar, hükümetin artan işsizlik ve yoksulluk nedeniyle toplumun değişik kesimlerinde yükselen hoşnutsuzluk ve şikayetin büyümesinden de endişe duyduğuna işaret etti.
Türkiye’deki siyasal sistemin "yerle bir olduğunu" söyleyen Adar, "Güçler ayrılığı yok, devlet kurumlarının çalışamadığını, işlemediğini görüyoruz, kurumlarda büyük tahribat var. Bunu iktidarın, Boğaziçi Üniversitesi protestolarına katılan öğrencilerin 'terörist' olarak nitelendirildiği, toplumu kutuplaştırmaya yönelik, son derece agresif açıklamalarıyla birlikte düşündüğünüzde, durum tabii ki çok tehlikeli" diyor.
CATS uzmanı Sinem Adar’a yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle:
DW Türkçe: Dış politikada, ABD ve AB ile ilişkilerini, ekonomi ve hukuk alanındaki reform vaatleriyle yeniden canlandırmaya çalışan AKP iktidarı, iç politikada, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki rektör protestolarında olduğu gibi, bu vaatlerle tezat oluşturan hamlelerle, siyasi baskıyı daha da artırıyor… Cumhurbaşkanı Erdoğan tam olarak ne yapmaya çalışıyor, biz neye tanıklık ediyoruz?
Sinem Adar: Türkiye’yi yönetme iddiasında olan aktörlerin aslında Türkiye’yi yönetemediklerine tanıklık ediyoruz. Koronavirüs salgınıyla birlikte zaten mevcut olan ekonomik kriz daha da derinleşiyor, iktidarın siyasi manevra alanı daralmış durumda. Bu nedenle dışarıya açılım, dış politikada yumuşama ve ülke içinde artan baskılar ilk bakışta tezat oluşturuyormuş gibi dursa da, aslında değil. Çünkü iktidar, hem AB’nin hem de Biden Yönetimi’nin, Türkiye’nin üzerindeki baskısını arttıracağı varsayımı ile dış politikada bir yumuşamaya yönelmiş durumda. Bu yumuşama, öncelikli olarak, ikinci bir yaptırım dalgasının önüne geçme hedefli, konjonktürel ve taktiksel. Çünkü gelişmelere baktığınızda, bugün Türkiye’de, iktidarı hiç bir şekilde bırakmamaya kararlı bir yönetim olduğu çok net bir şekilde görülüyor. Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamasına gösterilen tepkilere verilen yanıt bunu net bir şekilde gözler önüne seriyor. Bugün ülkeyi yönetenler, kendilerine biat edilmesinde ısrarcı…
Türkiye’yi yönetme iddiasında olan aktörlerin artık ülkeyi yönetemediklerini söylediniz. Pek çok siyasi gözlemci, Türkiye’deki siyasal sistemin, başkanlık sisteminin tıkandığına işaret ediyor, bunun tehlikeli bir sürece işaret ettiği konusunda da uyarılarda bulunuyor…
Sistemin tıkanmasının ötesinde sistem yerle bir oldu. Güçler ayrılığı yok, devlet kurumlarının çalışamadığını, işlemediğini görüyoruz, kurumlarda büyük tahribat var. Bunu iktidarın, Boğaziçi Üniversitesi protestolarına katılan öğrencilerin 'terörist' olarak nitelendirildiği, toplumu kutuplaştırmaya yönelik, son derece agresif açıklamalarıyla birlikte düşündüğünüzde, durum tabii ki çok tehlikeli… İktidarın, otoriter rejimlerin, toplum ve siyaset alanını sindirmek için kullandığı her türlü araçları kullandığını görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı ve medya aracılığıyla sistematik bir propaganda yürütülüyor ve muhalefet kriminalize ediliyor…
Hükümetin, Cumhur İttifakı’nı oluşturan MHP’nin, hükümete yakın basının, söylemlerini bu kadar sertleştirmesi sizce ne anlama geliyor? Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan Melih Bulu’un istifasının talep edildiği protesto gösterilerine katılan akademisyen ve öğrencilerin "başı ezilmesi gereken zehirli yılanlar", "terörist", "terör destekçi militan" gibi ağır suçlamalarla aslında hedef gösteriliyor, LGBTİ+ gibi farklı toplumsal kesimlere nefreti, ayrımcılığı körükleyen bir dil kullanılıyor… Bunlar neyi yansıtıyor?
Aslında iki şeyi yansıtıyor. Birincisi ülkeyi yönetenlerin algısını yansıtıyor. Çünkü bunlar evet bir propaganda ama bu söylemler aynı zamanda, iktidarın anlam dünyasının, toplumu iki kutuba sıkıştırmış haliyle darlığını ve sığlığını yansıtıyor. İkincisi ise meselenin taktiksel boyutu. Toplumu kutuplaştırmayı hedefleyen bu söylemler, aslında aynı zamanda, hem toplumsal hem de siyasal alanda, özellikle muhalefet partilerinin arasında, muhtemel bir dayanışmanın, önüne set çekmeye çalışıyor. Cumhurbaşkanının gündeme getirdiği "yeni Anayasa" meselesini de bu doğrultuda ele almanın önemli olduğunu düşünüyorum… Şimdi herkes Anayasa’yı tartışmaya başladı. Oysa bugün Türkiye’nin en büyük sorunu Anayasa mıdır?
Peki size göre, Türkiye’nin en büyük sorunları ne?
Türkiye’nin en büyük sorunları, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş nedeniyle devlet kurumlarının ağır tahribatı, erkler ayrımının ortadan kalkması, denetleme mekanizmalarının işlevsizleştirilmesi ve sosyo ekonomik sorunlardır.
Erdoğan’ın, tüm bu gelişmeler yaşanırken gündeme taşıdığı "yeni Anayasa" çağrısının altında ne yatıyor olabilir?
Bir ihtimal, cumhurbaşkanı sıkışan manevra alanını genişletmek için muhalefet partilerine üstü kapalı bir çek yolladı diyebiliriz. Ancak iktidarın derecesi giderek artan güvenlikçi politikaları göz önünde bulundurulduğunda, bu oldukça ılımlı ve hatta naif bir yorum olacaktır. Erdoğan, anayasa değilikliğini, muhalefet partilerinin birbirleriyle, güçlendirilmiş parlamenter sistem odaklı temaslarını hızlanarak arttırdıkları bir dönemde ortaya attı. Bu nedenle bunun daha çok muhalefeti bölmeye, temasları sekteye uğratmaya yönelik bir hamle olma ihtimali daha kuvvetli.
Cumhur İttifakı yeni bir Anayasa’nın mecliste kabulünü sağlayacak ya da referanduma götürecek çoğunluğa sahip değil. Dolayısıyla muhalefetin içinden de destek alması lazım. Ayrıca AKP ve MHP iktidarının meşruiyetinin azalmakta olduğunu düşündüğümüzde, Türkiye’yi yönetenler, olası bir anayasa referandumunu, kendi meşruiyetlerini oylatacakları bir araç olarak görüyor olabilirler. Bir diğer sebep, anayasa çıkışı ile gündem değiştirmek isteği olabilir.
İç siyasi gerilim tırmandığı bir dönemde, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun birden bire yeniden 15 Temmuz darbe girişimini gündeme getirmesi ve bu darbeden ABD’yi sorumlu tutması dikkat çekti. Sizce bu çıkışın zamanlaması ne anlama geliyor?
Bunda hem dışarıdaki hem de içerideki sıkışmışlık durumu etkili. Görünen o ki, Ankara Washington’dan, yeni bir sayfa açma girişimlerine henüz olumlu bir yanıt alamadı. Aynı zamanda, Ankara’nın yumuşama emareleri gösteren Doğu Akdeniz politikasına, içeride Amerika ve AB’den bağımsız bir dış politika yürütülmesi gerektiğini savunan kesimlerden itiraz ve tepkiler var.
Hükümet, Boğaziçi protestolarına yönelik baskıcı tutum takınarak, toplumda aslında işsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk gibi pek çok alanda artan toplumsal tepkiyi de baskılamayı, benzer protesto gösterilerine karşı ön almayı hedefliyor olabilir mi?
Sinem Adar
Evet tabii ki. Israrla "İkinci bir Gezi’ye izin verilmeyecek" deniliyor. Aynı anda seyreden iki durum söz konusu. Birincisi, devleti yönetenler, her türlü baskı aracını kullanarak, toplumu tek seslileştirmeye çalışıyor. İkincisi de iktidar, toplumun değişik kesimleri içerisinde yükselen hoşnutsuzluk ve şikayetin büyümesinden endişeli.
Son dönemde artan siyasi baskı ve söylemlerdeki sertliğe, organize suç örgütlerinin siyaset sahnesinde boy göstermesi de eşlik ediyor. Bu da bir mesaj niteliği taşımıyor mu? Bahçeli’nin destek çıktığı Alaattin Çakıcı’nın adliyeye çakarlı araçla giriş yaptığı bir hayli tartışmalara yol açtı. Hatta devletin kendisine koruma sağladığı da iddia ediliyor…
Türkiye’de organize suç örgütlerinin devletle ilişkisi yeni değil tabii ki… 90’larda da organize suç örgütleriyle iş birliği yapan bir devlet mekanizması vardı. Ancak bugün farklı olan kurumların ağır tahribata uğradığı bir ortamda bu tarz yapılanmaların siyaset üzerindeki etkisinin eskiye nazaran daha kuvvetli olması. Bunun emareleri var. Bunları örneğin Çakıcı’nın siyasete ilişkin söylemlerinde görebiliyoruz. Bir diğer emare de devlet içi çekişmelerin, organize suç örgütlerinin birbirleriyle olan rekabetiyle iç içe geçmiş olması.
Değer Akal / DW Türkçe