Keçi Burcu’nda gerçekleştirilen sergi hem bölgede ilgi yarattı, hem de önemli bir tartışmanın fitilini ateşledi. Sergi hakkındaki yorumlarını yazar, gazeteci ve sanatçılara sorduk.
PİLEVNELİ Galeri tarafından, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’nın ev sahipliğinde Diyarbakır Keçi Burcu’nda açılan Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası sergisi hem bölgede ilgi yarattı, hem de önemli bir tartışmanın fitilini ateşledi.
Hafıza Odası sergisinde mitolojik ve ikonografik unsurları kullanarak bir anlatı oluşturan Güneştekin, bölgeye dair yüzleşme, özür dileme ve telafi etme meselelerini tartışmaya açıyor. 2015 yılında başlayan operasyonlarla boşaltılan Sur’da uzun süredir bu büyüklükte bir etkinlik gerçekleştirilemiyordu.
Açılış için verilen davete çok sayıda politikacı, gazeteci ve iş insanı katılırken sergi ve sergide yer alan eserler tartışma yarattı. 19 Ekim Salı günüyse Mezopotamya Ajansı’nın haberine göre: “Diyarbakır’da bir grup genç, Ahmet Güneştekin’in ‘Hafıza Odası’ adlı sergisini protesto etti”. ‘Amed uyuma, hafızana sahip çık’ sloganları atan gençler, sergide yer alan bazı tabutları surlardan aşağıya attı.
Biz de bu vesileyle bölgeyi iyi bilen gazeteci, sanatçı ve küratörlere iki soru yönelttik. Alabildiğimiz cevapları ise bu derlemede bir araya getirdik.
İlk soruda Güneştekin’in sergisinde Kürt halkının yaşadığının sorunların temsil biçimlerini sanatsal açıdan nasıl bulduklarını sorduk. İkinci soruda da sergi açılışına birçok gazetecinin ve politikacının katılmasının politik anlamlarını sorduk.
İlknur Bilir (Yapımcı, akademisyen)
1. Ben Güneştekin’in bugüne kadar İstanbul’da olan işlerinin çoğunu gördüğümü söyleyebilirim. En azından sergilendikleri ölçüde ve medyadan takip edebildiğim kadarıyla. Bu sergisinde de estetik dil ve konsept olarak oldukça tutarlı olduğunu görebiliyorum. Kendisine has bir estetik dili olduğunu ve bunun da oldukça muhtemeldir, sanatına konu olarak seçtiği özneler ve o öznelerin mücadelelerinin büyüklüğünden olsa gerek oldukça da agresif bulduğumu söyleyebilirim. Bu agresifliği de bir sanat izleyicisi olarak çoğunlukla yerinde de bulurum. Fakat son yıllarda neoliberal sanat piyasasının çarkları içinde kendisinin gördüğü ilgininin safi ürettiği eserlerden olmadığını, fakat Kürt siyasi hareketinin bir yansıması olduğunu da görüyorum. Haliyle bu noktadan sonra çoklu aktörlerin içinde bulunduğu bu sanat piyasası içerisinde bunun bir tüketim ortamı yarattığını, üretilen ürünlerin bir zümreye hitap etme gerekliliğinin ortaya çıktığını söyleyebilirim. Güneştekin’in de bundan, gayet deyim yerindeyse nemalanıp repütasyon kulesinin en tepesine çıktığını ve bunu da Kürt halkına yaşatılan hesabı görülmemiş katliam ve işkencelerin üzerine basarak, bu işkenceleri yapan bir cenahın teşhirine açarak yaptığını söylemek zorundayım.
Burada isimleri öncelikle hedef göstermek adına söylemediğimi belirtmek isterim. Bu bir piyasa ve herkes kartlarını oynuyor. Şubat 2021’de Güneştekin’in verdiği bir röportajı izlemiştim ve bu sergiden önceden de haberdardım. Güneştekin röportajda sergiyi yapmasının ve Diyarbakır’da yapmasının sebebi olarak şöyle diyor; “Diyarbakır, Türkiye’nin hafıza odasıdır. Bugünkü neslin geçmişle yüzleşmesi gerekir. Aslında tarihini bilmeyen insanların buraya gelip tarihini öğrenmesi gerekiyor.” Geldiğimiz noktada ise gelen kişiler İsmail Saymaz, Ertuğrul Özkök, Leyla Alaton ve bilimum sosyal ve kültürel kapital sahibi Türkiye sanat piyasası temsilcileri. Ben Güneştekin’e sormak istiyorum, bu kişiler mi Diyarbakır zindanında işkence ile öldürülenlerle yüzleşecek, Özkök halaya durduğunda mı biz her devrin adamı olduğunu ve inkarcı bir devletçi zihniyet ile attığı tüm o başlıkları unutacağız! Leyla Alaton mu yoksa o tabutların önünde fotoğraf çektirirken, 2015 yılında hendeklerde öldürülen gencecik insanların neden öldürüldüğü ile yüzleşecek ve “aaa evet sermaye ve iktidar el eleydik” diyecek.
2. Güneştekin bu sergide maalesef ki kendi halkının işkenceler, katliamlar ve bir o kadar da başkaldırı ve özgürlük mücadelesi ile dolu olan tarihini kolonyal onaylama ihtiyacı ile orada olan Türklere teşhir malzemesi yapmıştır.
Sokak isimleri bir recognition, yani tanıma ve varlığını kabul etme eyleminin de pratiğe dökülüp kamuya ulaştırıldığı andır. Güneştekin faili meçhullerin isimlerini tabelalara yazıp Diyarbakır’da sergilemekle neyi amaçlayıp neyi yapı söküme uğratmaktadır? Bunu maalesef ki ben yanıtlayamıyorum. Diyarbakır o insanların büyüdüğü, doğduğu çocuğunu evlendirdiği ve aynı zamanda beyaz Toroslarla kaçırıldığı yerler ve sokaklar zaten. O insanlar Diyarbakır’ın insanları ve o sokakların her zerresi o insanların son kez yankılanan sesini duydu. Güneştekin tabelaları asınca mı tanınacak bu işkenceler? Ben aksine bunun faillerin tam karşısına dikilmesi taraftarıyım. İBB görüldüğü üzere sergideydi, pekala bu sokak tabelaları neden İstanbul’un göbeğindeki bir sokakta sergilenmedi, Türkiye’nin gerçekten de yüzleşmesine imkân sunacak ve resmi tarih söylemini değilleyecek bir kamusal mekana taşınmadı. O zaman işte Cihangir’deki bir genç belki derdi bu kim, neden burada, neden ve kim tarafından kaybedildi? Diyarbakır’daki çocuk zaten bu korku ve mücadelenin içinde doğmuş. Güneştekin’in sergisinin yeri orası değildi.
Hafıza halihazırda yaşayan ve o hafızanın her bir öznesi ile yeniden yaşanan ve yıkılan canlı bir varlıktır. Eğer hafıza yüzleşmeye bir katkısı olmadan, popüler kültür içinde belli bir elitin vicdan mastürbasyonuna dönecekse bu bir sanat olmaktan çıkıp piyasanın ve dönemin ihtiyacına uygun içerik üretmektir. Yaratıcı alanda üretim yapan Kürt bir yapımcı ve akademisyen olarak Güneştekin’e bunu söylemenin kimsenin değil en çok benim hakkım olduğunu düşünüyorum. Kürtçede bir söz vardır; “kurmê darê ji darê ye”, Güneştekin’i bir Kürt olarak eleştirirken bunun en çok bu acıları yaşayan ve en sevdiklerini kaybeden insanların acılarına olan en başta saygısından dolayı bu sergisinin mekânlarının gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlatmak isterim.
Şener Özmen (Sanatçı, yazar)
1. Sergiyi gördüm, kimi büyük işlerin üretim aşamasını da yakından takip ettim, bununla birlikte serginin katalog editörüyüm. İki yılı buldu sanırım, birkaç kez pandemi sebebiyle ertelendi, son olarak 16 Ekim’de açılması kararlaştırıldı. Sorunuzun yanlış bir girişi olduğunu belirtmem gerekiyor, bu bölgede, Diyarbakır’da, Kürdistan coğrafyasının diğer sanat üretim lokasyonlarında (az da olsa) üreten hiçbir sanatçıya, “Kürt halkının yaşadığı sorunlar temsil ediliyor” gibi, sergiyi de, sergideki yapıtları da, bağlamı da baştan tarif eden ve bu tarifin içine sıkıştıran bir soru gelmemiştir kanımca. Bu temsil biçiminin, sizin sözlerinizle “Kürt halkının yaşadığı acıların” serginin Pilevneli Galeri tarafından hazırlanan basın bülteninde mi, sanatçının kendi açıklamalarında mı veyahut izleyicinin aşırı yorumlarında mı, basının bilgi eksikliğinde mi, buralara bakmak gerektiğini düşünüyorum. Serginin en çok eleştirilen fotoğraflarından biri, Ahmet Güneştekin’in, 2017’de ürettiği Çürüme enstalasyonu (işin aynı zamanda bir video formatı da var) önünde selfie çeken kadın izleyici oldu, hoş, “Çürüme” enstelasyonu ilk kez sergilenmedi, 6 Aralık 2019-26 Ocak 2020 tarihleri arasında Pilevneli Project tarafından Pilevneli Mecidiyeköy’de düzenlenen Hafıza Odası sergisinde de vardı, şu alt metinle:
“Çürüme” inançlar, fanatizm ve kültürlerin çöküşü gibi konuları ele alış biçimiyle karmaşık bir yapıttır. Filmde gördüğümüz birbiriyle bağlantı içindeki tüm özne ve nesneler dogmanın, sorgusuz kesinliğin görünümlerini verir. Sanatçı bu görünümleri öğelerin birbirleriyle belirli bir tarzda bağlantı içinde olmalarının, şeylerin de öyle bir bağlantı içinde olduklarını ortaya koyması öncülünden yola çıkarak enstalasyonun kurgusunu gerçekleştirir. Bu video çalışmasında sanatçı kullandığı şiirsel-simgesel görüntülerle savaşın, çatışmaların ve yüzleşmelerin anısını uyandırır. (Hafıza Odası Sergi Rehberi’nden)
Kanımca, serginin yıllarca yasaklı kalan Sur ilçesindeki Keçi Burcu’nda yapılmasının da bu yorumlar üzerinde etkisi oldu. Biliyor musunuz bilmiyorum, ilçenin Cevatpaşa, Fatihpaşa, Dabanoğlu, Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahalleleri, yaşanan çatışmalardan kaynaklı 2 Aralık 2015 tarihinde ilan edilen uzun süreli yasak kararı nedeniyle 5 yılı aşkın süredir girişlere kapalıydı. 2016’da Bakanlar Kurulu tarafından verilen ‘acele kamulaştırma’ kararıyla ilçenin yüzde 70’i yıkıldı. Tarihi kentte farklı inançlara ait kiliseler, camiler, konaklar, hamamlar gibi onlarca tarihi yapı da bu yasaya dayandırılarak yok edildi. Yasağın sürdüğü Fatihpaşa ve Dabanoğlu Mahallesi’nin bir kısmı ise 15 Nisan’da açıldı. Ayrıca, yıkımlar, yasaklar, kayyımlardan sonra Diyarbakır’da gerçekleşen ilk büyük sanat etkinliği olmasının da bu yorumları şişirdiğini düşünüyorum. Bir sonraki etkinlik ise Mardin Bienali olacak. Sorunuzun ikinci kısmına da yanıt vermiş oldum. Yine de şunu söyleyebilirim, büyük sanat eserlerinin sanatsal açıdan “başarılı”, “başarısız”, “iyi”, “kötü”, “orta”, “iğrenç”, “güzel”, “faydalı” etiketlerinin manipülasyonların gücüne ve etkisine bağlı kalmadan ayakta durabildiklerine inanırım.
2. Çok normal. Yani çok kısa süren normalleşme sürecinde bile Kürtler hızlı davranarak, sözgelimi akademi bünyesinde yine devletin açtığı Kürdoloji bölümlerinde sayısız yayına imza attılar, Kürt edebiyatı, sineması ve folklorü akademik düzeyde ilgi odağı oldu, dil çalışmaları hızlandı ve sınırlı sayıdaki Kürt yayınevi denilebilir ki altın çağını yaşadı, kitap fuarlarındaki ilgi de şaşırtıcıydı. Diyarbakır’daki güncel, çağdaş sanat kümelenmeleri de bu yıllarda açıldı. Siyasi jargonla söylersek, masanın devrilmesi, Kürtleri sil baştan yeni üretim olanakları aramaya sevketti. Bu birinci kısmı. İkinci kısmı ise benim alanımda değil, yani Hafıza Odası sergisine İstanbul’dan katılan katılımcı tipolojisini okumak, bunun üzerinden yorum-eleştiri getirmek. Mesela ‘İstanbul Cemiyet Hayatı’nın nadide şahsiyetleri, koleksiyonerler ve galericiler Mardin Bienali’ne de davet edilmişlerdi. 2003’te Keçi Burcu’nda sergi yapması için Ali Akay’ı davet eden bendim. “Dilin Gücü: Minör-Oluş” başlığı ve konseptiyle, bir değil, iki sergi gerçekleşti Keçi Burcu’nda. Açılışlardan ilkine AB Genişlemeden Sorumlu Bakanı Günter Verheugen, beraberindeki heyetle katılmıştı. O sıra iktidar için sorun teşkil eden fotoğraf buydu, Keçi Burcu’nda bir gövde gösterisi yapıldığı söyleniyordu. Ancak bu, bu söylemle sınırlı kaldı. Güneştekin’in Hafıza Odası sergisini açmak da kolay olmadı, diyebilirim ki, daha farklı ve daha derin sorunlarla karşılaştık. Sanatçının tam da Diyarbakır’ı “güzelleştirmiş ve kimi önemli tarihleri hafızalardan silmişken”, gelip mayınlar döşemesinin “iyi” olmadığını da duyduk. Bir kıyımı sembolize eden Kayıp Alfabe’nin gereği var mıydı şimdi? Açılışta neler yaşandı sahiden bilmiyorum. Kürtleri en üst düzeyde temsil ettiğine inandıkları bir siyasi partinin yine en üst düzeydeki temsilcilerinin de yer aldığı tüm o etkinliklerde, objektifi başka kör noktalara çevirenler de oldu, hâlâ oluyor. Kendi düşünceleriyle hareket etmedikçe, analarına küfredildiğine inanan ciddi bir akıl kaymasının da olduğunu görüyorum. Bir ekolün bitişini müjdeleyen bir yazıda kullanılan Tahir Elçi’nin yerde, kanlar içindeki imgesinin kullanılmasını da, en hafif deyimle nezaketsizlik olarak değerlendiriyorum. Ancak bunun da ötesinde yatan –ve daha ürpertici olanı ise–, o pek sevdikleri Kürtlere (bu ilginin zaman zaman gözümü yaşarttığını söylemeliyim!) bu cinayet üzerinden “ayar vermek”, onu hep orada, o sokakta bekletmek, imgeyi hep ama hep canlı tutmak, olacakları ve olabilecekleri hatırlatmak, yası uzatmak, uzatmak ve uzatmaktır.
Aslı Uluşahin (Kültür Servisi)
1. Sanatçı ya da sanat eleştirmeni değilim ve Güneştekin’in çalışmalarını sanatsal açıdan değerlendirmemeyi tercih ederim.
Öte yandan, sanatsal üretim kaynağını doğrudan doğruya hafızadan alıyor ve sergisini hafıza mekânına kuruyorsa, belki de onu değerlendirmek için sanatçı ya da sanat eleştirmeni olmaya gerek yoktur. Hatırlayanlara sorulabilir. Evladını kaybeden bir anne Keçi Burcu’na sıralanmış renkli tabutları görünce acaba ne düşündü? En iyi değerlendirmeyi o anne yapabilir.
Sonrasında sergiyi protesto edenler de “Eğer gerçekten hafıza görmek istiyorsanız, Surlara bakmanız yeterlidir. Evlerimiz yıkıldı, yerine Sur’la alakası olmayan evler yapıldı. İnsanlarımız katledildi. O nedenle yapılan sergi değil, bizim bütün değerlerimize ihanettir” dediler.
Bir de akla şu soru geliyor: Fail bu sergide nerede? Ahmet Güneştekin Hafıza Odası‘nı inşa ederken onunla hiç ilgilenmemiş görünüyor.
2. Orada değildim, yaşananlara tanık olmadım. Dışarıya yansıyanlara bakılırsa, Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası sergisinin “açılış kutlamaları”, nisyan ile malul bir topluluğu buluşturmuş gibi görünüyor. Hatırlamanın huzursuzluk vermesi beklenir.
Açılışa katılan bir köşe yazarı, “Ahmet Güneştekin dostumu kutlamak istiyorum. Kamplara bölündüğü iddia edilen Türk toplumundaki bölünmenin çok da derin olmadığını kanıtlayan bir isim oldu” diye yazdı. Acaba Diyarbakırlılar bu “derinlik” konusunda ne düşünüyor?
Belki de serginin hedefi budur: Hafızası sıfırlanmış, ışıltılı bir başlangıç? “Sur Toledo olacaksa”, Güneştekin neden kentin sanat elçisi olmasın?
Siyasilerin katılımına gelince, herkesin bir ajandası vardır herhalde.
Evrim Kepenek (Gazeteci)
1. En başta şunu söyleyeyim, ben bir sanat eleştirmeni veya bu konuda bir akademik eğitim almış, uzmanlığı olan biri değilim. Yani “sanat şudur, bu değildir, bu hiç değildir” diyecek bir teorik ve pratik bilgim yok. Ve fakat bir izleyici, sanatsever ve gazeteci olarak, ki, hafıza meselelerini kayıt eden bir gazeteci olarak, yorum yapmak isterim.
Biz Bianet’teki hak odaklı habercilik atölyesinde bir haberin hak odaklı olup olmadığını anlamak için kendinize “Ben bu haberi kimin için yazıyorum, kime faydası var?” sorusunu sorun deriz. Bu temsilleri görünce aklıma bu tarz habercilik geldi. Kendime bunu sordum. Güneştekin’in bu temsil biçimlerinin kime faydası oldu. Kürt halkının sesini duyurdu mu mesela? Sergiye katılanlar, özellikle Sur ve çevresinde olan bitenlerle ilgilendi mi? Buna dair bir zihin aydınlatması yaşadılar mı? Kürt halkının yaşadığı hak ihlalleri bu “sanat”la başka başka yerlerde duyuldu mu? Anlaşıldı mı? Sosyal medyaya yansıyan fotoğraflar ve videolara bakarsanız bu soruların hepsine hayır yanıtı verebiliriz. Zaten konunun öznesi olan “Kürtler” orada yoklardı. Sur bir podyuma dönüştürülmüş ve gidenler de en “parlak” fotoyu verme derdinde gibilerdi. Yansıyan buydu en azından. İstanbul’dan giden bir grup insanın tepinmesini, renkli tabutlar arasında çektiği fotoğrafları gördük. Kaçının sohbetinin konusu, Sur’da evinin penceresinden giren kurşunla öldürülen bir kadın, yok edilen tarih, tutuklanan çocuklardı mesela. Çok merak ediyorum.
Bu arada ben halkların acıları anlatılmasın demiyorum. Bu acılar, ki ben onlara hak ihlalleri diyorum, bu ihlaller anlatılırken hem konunun öznesini nereye koyduğunuz hem de bunu nerede yaptığınız çok önemli diye düşünüyorum.
Babası tutuklu, annesi askerlerce öldürülmüş, abisi dağa gitmek zorunda bırakılmış çocukların, bir halkın yaşadığı yere renkli tabutları götürüp buyurun bu size yaşatılanlar, bu da sanat diyemezsiniz. Başkalarının acısını anlatırken, başkalarına ne yapıldığını anlatırken önceliğimiz yine o başkaları konunun öznesi ve bu işin hizmet ettiği yerle ilgili bir derdimiz olmalı.
Zehra Doğan da Şırnak’ta, Mardin’de olan bitenleri sergiledi, bunu İngiltere’de yaptı, hem İngiltere’de hem dünyanın başka ülkelerinde burada yaşananları anlattı sergisiyle. Yani bir Güneştekin sergisine bakın estetik olarak, bir de Zehra’nın sergilediklerine. İkisi de “hafıza” işi oysa. Güneştekin’in çalışması beni rahatsız etti, ama şöyle bir rahatsız ediş değil, “Vay be insanlara neler yaşatmışlar”, “Keşke barış gelse de bunlar bir daha yaşanmasa” tarzında bir rahatsızlık değil, ki bilirsiniz sanatın bir de böyle “rahatsız edici” etkisi vardır. Bu beni, estetik tarzıyla, konuya yaklaşım tarzıyla, asıl konunun hiç konuşulmaması, gündem olmamasıyla rahatsız etti. Acıların hafızasından daha çok acıların “unutuluşuydu” sanki.
2. Politik olarak bir mesajı olduğu kesin. Hem HDP’li hem CHP’li kesimlerin katılması önemli. Ki politikacılar elbette sergilere katılacaklar, halklarla bir araya gelecekler ama beni orada halay çekilmesi gibi görüntüler çok iğreti etti. 2015’te ben Diyarbakır’da gazetecilik yaptım, ateş çemberi gibiydi, inanın içimizin yanmadığı bir an yoktu. Diyarbakır, Mardin ve Şırnak’tan, “çatıdaki keskin nişancı sokakta yürüyen babamı vurdu”, “askerler evimizi bastı annemi götürdü”, “Üst kat komşunun evini polis bastı kardeşim korkudan pencereden atladı, öldü” telefonları aldığımız bir dönemdi. Bu hak ihlallerinin bazıları Taybet Ana, cansız bedeni buzdolabında bekletilen Cemile Çağırga olarak yansıdı, emin olun yansımayanları daha çoktur. Şimdi bunların yaşandığı bir yerde, politikacılar, gazeteciler, bunlar yaşanırken sessiz kalanlar, tek bir laf etmeyenler, haberlerinde bir kez bile bu konuya değinmemiş olanlar gidip orada bu acılar üzerinde tepinemez. Bu konuda bir söz söylemiş olsalar da bunu yapmaları hoş değil. Söz söyleme kriterini hiç farkında olmamaları, gündemlerine dahi almaları açısından söylüyorum.
Başta söylediğim soruya gelecek olursak, “sanat kimin yararına?”, “Bu sergi kimin yararınaydı?” Sanat bir halkın ölüsünden dirisinden rant elde etmeye çalışıyorsa, amacı bu olmasa da ortaya çıkan sonuç buysa, kusura bakmasın kimse, ben buna “sevimli, “ah ne olacak olur arada” diye geçiştiremem. Bu kadar masum değil çünkü bu olan biten.
Ermeni Soykırımı’nın üzerinden yüz yıl geçti, birisi gidip çukurlara atılan kadınları anlattığını iddia eden bir sanat yaptığını söylese bunu halaylarla, zeybeklerle açsa, üzerine bir de mekânı moda çekim alanına dönüştürse bunu “doğal” mı bulacağız? Buna “sanat” mı diyeceğiz. Hafıza çok kıymetli. Hafızayı kaydetmek, tarihe not düşmek çok kıymetli. Ama lütfen orada yaşanılanı bu şekilde anlatmayı da kimse bize sanat diye yutturmasın.
Zehra Doğan sanat yaptı, resimleriyle, konuşmalarıyla, estetikle anlattı benzer şeyleri. Önce tutuklandı, sonra ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Ahmet Güneştekin, kafalarda taşınıyor kendisi. O da tutuklansın demiyorum. Yaptığı için etki etmesi, bir halka, özneye fayda sağlaması için keşke gitse bu tabutları Saray’ın kapısında sergileseydi. Bir sistem sorununu açığa çıkarsaydı. Kendi kendine mi ölmüş o renkli tabutlardakiler?
Fatoş İrwen (Sanatçı)
Güneştekin sergisini akışta olan sosyal medya görselleri dışında birebir görmedim zira bu kadarı yetti zaten. Bu sebeple iki gündür sinirden kendime gelmekte zorlanıyorum. Sanatsal herhangi bir kelam etmek için işleri gerçekten görmek gerek bu hakkımı bir kenarda tutarak belirtmeliyim ki, haddini fazlasıyla aşan bir güruhun tabutlu, pozlu, halaylı, zurnalı kutlamaları politik olarak etik olarak tam bir rezalet! Bu yüzden de sanatsal herhangi bir şey söylemek imkânsızlaşıyor. Bir Suriçili olarak bunu söylemeye hakkım olduğunu düşünüyorum. Orada bir kıyım yaşandı, bir soykırım yaşandı. Soykırıma teşne olan herkesle tuhaf bir birliktelik pozları verilmesini bir kenara koyalım, temsili cesetlerle, tabutlarla, katledilenlerin isim tabelalarıyla çıkarılan envanter olumlanırcasına temsili enkazla, tüm gerçeklik üstünde alay edercesine halaylarla tepinilip kutlaşılıyor. Katliamları onayanlarla kendine muhalif diyen pek çok kişi bu hadsizliğin, rezaletin parçası oluverip kaynaşıyor. Bunun adına da utanmadan yüzleşme deniliyor. Amed, Amed olalı böyle bir hadsizliği saygısızlığı görmedi ve haketmedi. Ben şu hayatta çok şey gördüm ama bu kadar büyük organize bir saygısızlık hadsizlik pişkinlik görmedim. Devletin doğrudan ve dolaylı şiddetinin her türlüsünü gördüm, yaşadım ama Güneştekin sergisiyle ‘katliam kutlaması’na, ‘Soykırım Kutlaması’na dönüşen bu görüntüler kadar canımı pek az şey yaktı. Etik-politik olarak çok kısa söylemeliyim ki; Güneştekin bu sergisiyle devletin, sistemin yarattığı hafızanın pekiştiricisi rolünü üstlenmiştir ne yazık ki… Çok da bir şey demeye gerek yok.
Geçmiş olsun.
Banu Cennetoğlu (Sanatçı)
Aşağıda yer alan BBC Türkçede karşıma çıkan metni ve benzerlerini tekrar tekrar okudum, fotoğraflara bakmaya çalıştım.
Maalesef. Anlamıyorum.
Lakin aklıma Zenîme’nin şarap tarifi geldi, işe yarayabilir.
“… bulantını bastırmak için. Kalp Şarabı: On tane taze maydanoz sapı temizce yıkanır, yapraklarıyla birlikte. bir litre doğal şaraba eklenir. O eklendikten sonra iki yemek kaşığı doğal üzüm sirkesi eklenir ve ağır ateşte on dakika kaynatılır. (Dikkat taşar.) Bu durumda üç yüz gram doğal bal eklenir ve dört dakika daha hafifçe kaynatılır. Sıcak kalp şarabı süzülür ve önceden yüksek dereceli alkolle çalkalanmış olan şişeye doldurulur. Şişenin ağzı çok iyi kapatılmalıdır. Şişenin dibinde biriken tortu zararlı değildir ve birlikte dikilir.” Cüce, Leylâ Erbil
“Sergide Türkiye’de yaşanan faili meçhul cinayetler, kazalar, çatışmaların konu edildiği eserler yer alıyor.
Kayıp Alfabe adlı eserde, faili meçhul cinayetlere kurban giden ya da gözaltında kaybedilen yaklaşık 700 kişinin isimlerinin bulunduğu sokak, park, meydan tabelaları yer alıyor.
Tarihi burcun terasında, renkli tabutlardan oluşan Çürüme adlı eser yer alırken, burç tünelinde, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yapılan işkenceler ile sembolleşen Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde yaşanılanların anlatıldığı ışık ve ses enstalasyonu bulunuyor.
Analar Duvarı isimli eserde ise Cumartesi Anneleri ve kaybettikleri yakınları konu ediliyor. Serginin en çok dikkat çeken eserlerinden Yoktunuz ise, 2015-2016 yıllarında bölgede yaşanan çatışlamalardan geriye kalan enkaz parçalarıyla ortaya çıkmış. Eserin adı, operasyonlar sırasında güvenlik güçlerinin duvarlara yazdığı ‘geldik yoktunuz’ yazısına atfen konulmuş.
Yüzlerce lastik ayakkabıdan oluşan Hafıza Tepesi ise maden kazaları ve Uludere gibi olayların anısına yapılmış.”