Haber Merkezi - Kürtlerin “Apê Musa” diye çağırdığı ve geçtiğimiz yüzyılın en önemli Kürt aydın ve yazarlarından biri olan Musa Anter, Avesta yayınları tarafından yayımlanan “Hatıralarım 1-2” adlı kitapta Dersim’de 1937-1938 yıllarında yaşanan isyandan ve gerçekleştirilen katliamdan söz eden.
Musa Anter’in, ilk gözaltına alınması da öğrencilik yıllarında Dersim İsyanı’na denk gelir.
Apê Musa’nın ilgili yazısı şöyle:
“Adana'da bulunduğum sıralarda beni etkileyen iki büyük siyasi olay geçti. Biri Hatay meselesi, diğeri Dersim isyanıdır.
O vakit, Suriye Fransızların müstemlekesiydi. Ancak bu müstemleke, Fransa’nın diğer müstemlekelerine benzemiyordu. Çünkü Birinci Dünya Harbinden sonra Suriye Osmanlı Imparatorluğu’ndan koparılınca, o zamanki Cemiyeti Akvam, yani Milletler Cemiyeti idaresince, yirmi yıl müddetle ve emaneten Fransızlara verilmişti. Buna Antakya ve İskenderun da dahildi. Fransızların bu müddeti 1938 yılında bitmek üzereydi.
Rivayet olunur ki, Fransızlar bazı dostluk avantajları karşılığında Türkiye’ye göz kırpmış. Bunu doğrularcasına Türkiye de, “Hatay bizimdir” diye tutturmuştu. O güne kadar hiçbir tarihte ve halk arasında buraya Hatay denmemiştir. Aynen, “Kürtler Türktür” mantığı ile buradaki Araplara da, “Siz Türksünüz, Orta Asya’da Moğolistan bölgesinde Hatay diye bir yer var, siz buradan gelmişsiniz” deniyordu. Tabii buradaki Fellahlar, bu söylenenden birşey anlamıyorlardı.
Hatta bir gün bir miting düzenlenmişti. Mitingde, Adana Çiftçi Fabrikası sahibi Mustafa Bey’i kürsüye çıkardılar. Adamcağız kürsüye çıktı. Türkçeyi iyi bilmiyordu, ancak üç-dört defa göğsüne elini vurarak, “Vallah biz Türktür, billah bir Türktür, Kuran hakkı biz Türktür” dedi ve kürsüden indi. Önceden kendisine, “Türküz” demesi için telkinde bulunulduğu her halinden belliydi.
O ara Atatürk iki kere Adana’ya geldi. Yakından görmemiz mümkün oldu. Hatay denilen bölgede plebisit yapıldı. Fransızların da göz yummasıyla, sayımda Türkler Araplardan daha fazla oy elde ettiler. Antakya, İskenderun ve diğer etraf bugünkü Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti gibi, ‘bağımsız’ oldu. Bu cumhuriyete Tayfur Sökmen cumhurbaşkanı, Abdurrahman Melek de başbakan seçildi. Bunlara uygun olarak da parlamento ve kabine kuruldu. Anayasa yapıldı. Anayasanın bir maddesinde; “Hatay, parlamentosunun rey çokluğuyla istediği devletle birleşebilir” denmekteydi. Tabii burada zımnen Türkiye kastediliyordu. Kısa bir müddet sonra da böyle bir karar alındı ve Hatay, Türkiye’ye ilhak etti. Sonradan öğrenildi ki, Tayfur Sökmen Türkiye Gizli Emniyeti mensubuydu.
Aynı yıl Dersim isyanı başladı. Bu hususta, bilhassa yurtdışında epey kitap yazıldı. Tabii Türkiye’de bu konu saptırılarak ele alındı. Bu hadiseyle ilgili Adana Lisesi’nde okurken başıma gelen bir olay aynı zamanda ilk gözaltına alınmamın nedeni oldu.
Dersim isyanının lideri Seyit Rıza’ydı. Saygın hatunu Bese de gerilla savaşında bir birliğe komuta ediyordu. Hemen her gün İstanbul basınında Bese adice saldırılara uğruyordu. Bu saldırılar beni çok üzüyordu. Olay karşısında delikanlıca tepkiler gösteriyordum. Arkadaşlarım bunun farkındaydı. Yarı şaka yan ciddi bana, “Bese’nin torunu” diyorlardı. Yine bir gün derste, “Bese’nin torunu” yazılı kağıdı arkama iliştirmiş ve hoca dersten çıkınca, kahkahalar atarak benimle alay etmişlerdi. Bir gece de, sınıf mümessili olduğum gece mütalaasına girdiğimde sekiz on arkadaşım hep bir ağızdan tempo tutarak, “Bese’yi …m” diye bağırmaya başladılar. Ben de öğretmen kürsüsüne çıkarak “Zübeyde’yi …m” diye tempo tuttum. Olayı şaka diye bıraktık. Ama aramızda bulunan Adana Kuruköprü Karakolu komiserinin oğlu Kenan, hemen gidip hadiseyi babasına anlatmış. Daha sonra bir polis ekibi okula gelip beni emniyet merkezine götürdü. Orada onbeş gün gözaltında tutuldum. Bu benim ilk gözaltım olacaktı….
Bir süre sonunda öğrendim ki, okul müdürümüz valiye gitmiş ve demiş ki, “Vali Bey, çocuklar Musa’nın Kürt olduğunu bildikleri için, Bese’yi onun ninesi kabul etmiş ve hakaret etmişlerdir. O da, onları Türk kabul ederek ve Atatürk’ün annesini onların ninesi sayarak karşılık vermiştir. Bu harekette Atatürk’e kasıt yoktur. Arkadaşlarına aynen aide ettiği imajdır.” Vali Tevfik Hadi’nin iki oğlunun da okulumuzda talebe oluşları da buna eklenince, Vali müdürümüzü kıramamış ve emir vererek gözaltımı kaldırmış. O zamanlar Polis Vazife ve Selahiyet Kanununa dayanarak herhangi bir vatandaşı hakim huzuruna çıkarmadan altı ay gözaltında tutmak mümkündü.
Müdürümüz, bizzat kendisi gelerek beni polis emniyetinden aldı. Yolda bana iki tembihte bulundu. Biri, bu olayı hiç kimse ile konuşmamam; diğeri, kaybettiğim dersleri telafi etmek için çok çalışmamdı.
Okula geldiğimde, o olayda yer almış dokuz arkadaşım, o zamanki adıyla mecburi tasdikname verilerek okuldan uzaklaştırılmıştı. Ben olayı kapandı zannediyordum. Aradan iki ay geçmişti. Bir gece müdür odasına çağrıldım. Gittiğimde, yabancı bir adam oturuyordu. Meğer Adana Başsavcısıymış. Bir kağıt çıkarıp okudu, bana imza ettirdi. Atatürk’e davacı olup olmadığını sormuşlar, davacı olmadığını söylemiş. Savcı, “Bak oğlum Atatürk seni affetmiş. Bir daha böyle bir çocukluk yapma” diye tembihte bulundu. Savcıya soğukça teşekkür ettim ve Müdür Bey’in elini öperek oradan ayrıldım.
Dersim olayları, namuslu tüm Kürtleri etkilemişti. O kadar çok cinayet ve katliam işlenmişti ki üzülmemek mümkün değildi.
Bu olayın faillerinden iki tanesinden burada kısaca bahsettikten sonra, üniversite öğrenciliğim sırasında yaşadığım bir hatıramı da anlatmak istiyorum.
İlk değinmek istediğim, Hava Kuvvetleri eski komutanı Muhsin Batur’un Milliyet Yayınları arasında 1985 yılında çıkan “Anılar ve Görüşler-Üç Dönemin Perde Arkası” adlı kitabında bu konuda söyledikleridir. Batur, kitabında özetle diyor ki, “1938’de teğmen olarak Elaziz’de bulunuyordum. Ankara’dan gelen bir emirle, birliğim ile Dersim olaylarına katıldım. Ama okuyucularımdan özür dilerim; hayatımın bu safhasını yazmayacağım..”
Paşa çok haklı. Çünkü, hayatının o safhasındaki kanlı elleriyle, bugüne ne yüzle çıkabilir ki!
İkincisi, Türkiye’nin ilk askeri kadın pilotu ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in 15 Şubat 1990 günü televizyondaki bir programda hatıralarını anlatırken, Dersim olaylarını kastederek, “bir olaya katıldığı”m söyleyip konuyu geçiştirmeye çalışmasıydı. Oysa, katıldığı hareket, Dersim olaylarında acımasızca çoluk-çocuğu bombardıman edişiydi. Hatırlıyorum, o zamanki gazeteler hemen her gün “Kahraman Pilot” Sabiha Gökçen’e ait çarşaf çarşaf, askeri pilot kılığında resimleri yayınlıyorlardı. Atatürk’ün 1938’de Adana’ya gelişinde Sabiha Gökçen’i de yakından görme fırsatı bulmuştum.
Eskiden lisede üç yıl ve üniversitede de iki yıl, ders yılı sonunda tam teçhizatla yirmi gün boyunca piyade askerlik kampı yapılırdı. 1941 ders yılı, üniversite kampını Pendik’te yaptık. Pendik, o vakit küçük bir muhacir köyü idi. Tüm etrafı, Rumlardan kalma zeytin ormanlan ile kaplıydı. Kampa gittiğimiz gün, kamp komutanı binbaşı bizi topladı ve karargah dahilinde defi hacet, yani büyük abdest yapmamamızı tembihledi. Arkadaşlar arasında, binbaşının adı, bu olaydan sonra Defi Hacet oldu. Adam bunu duydu, önleyemedi. Hasta oldu, bir hafta sonra da gitti. Onun yerine, sertliği ile Alman Generali Rommel’e benzetilen Rommel Asım Eren bize kumandan geldi. Bizi, harp halindeki erler gibi çalıştırıyordu. Sırt çantalarımıza taş koyarak yükümüzü otuzbeş kiloya çıkarıyordu. Bir gün uzun yürüyüşe çıktık. Yakacık’ta mola vermiştik. Kurmay yüzbaşı ve daha sonraları orgeneral olup İstanbul Sıkıyönetim komutanı olan Refik Tulga ata binmişti. Arnavut Süleyman adlı, hukuktan arkadaşım, hemen yanımda mükemmel bir at taklidi ile kişnedi. Yüzbaşının atı şaha kalktı. Yüzbaşı, az daha atından aşağı düşüyordu. Bu nedenle üzerimize yürüyerek “Ver ulan kimliğini” dedi, kimliğimi aldı.
Ben o vakit Layka fotoğraf makinamla Vakit gazetesinin muhabirliğini de yapıyordum. Gazete Asım Us’undu. Bu Us’lar üç kardeştiler ve hiçbirinin çocuğu olmamıştı. Neyzen Tevfik, Us kardeşlere ‘ekaniyi selase’ yani ‘üç helalar’ derdi. Ordu komutam Fahrettin Altay’m bir kamp ziyaretini fotoğraflayıp, dalkavukça bir haberle gazeteye bildirmiştim. Bu yüzden Asım Eren beni severdi.
Arkadaşım Süleyman’ın ödü kopmuştu. Akşam olunca komutanlığa çağrıldım. Arkadaşlar benim için, adeta mateme girmişlerdi. Çünkü Asım Eren meydan dayağı çekmesiyle meşhurdu. Gittim. Asım Eren beni görünce, “Vay sen ha!” dedi. “Ben değilim” dedim, “inanın ki, beni idam bile etseniz at gibi kişnemesini beceremem.” Bunun üzerine “Peki kimdi?” diye sordu. Ben “Komutanım müsaade edin de söylemeyeyim. Siz burada bize, askerlik, mertlik ve erkeklik terbiyesi veriyorsunuz. Muhbirlik bize yakışır mı? Ben yapmadım ama ne ceza verirseniz verin, ben askerce arkadaşımı ihbar etmeyeceğim!” deyince; “Aferin oğlum. Ama o eşeğe söyle bir daha yapmasın” yollu tembihte bulundu.
Kampta bulunduğumuz bir gün, ağaçların altında istirahat ediyorduk. Bölük komutanımız üsteğmen Secaettin, Dersim olayındaki hatıralarım kendisinden geçmiş bir coşku ile anlatmaya başladı.
Anlattığı birçok olaydan bir tanesini sizlere aktarmak istiyorum: “Biz Dersim’de temizlik hareketine başlamıştık. Bir mağarada bir aile bulduk. Dede, baba, anne ve 5-6 yaşlannda bir çocuk. Büyükleri orada süngüleyerek temizledik. Çocuğun ağzından birşey alırız diye öldürmedik. Çünkü biz Dersimli yetişkinlerin ağzından birşey alamıyorduk. Onları hemen kesiyorduk. Biliyorduk ki yine de bir şey söylemiyecekler. Çocuk korkmasın diye, anasını, babasını ve dedesini keserken onu uzaklaştırmıştık. Çocukla dost olmaya çalışıyorduk. Yemek verdik, şeker verdik; yemiyordu. Bir ara üzerimizden bir uçağımız geçti. O tuttuğumuz ve kasılı vaziyette bulunan çocuk hemen olduğu yerde gerildi, bir sopa aldı ve tıpkı bir tüfek gibi uçağımıza nişan aldı. Bu hareketine oldukça kızmıştım. Emir verdim, ‘temizleyin bu piçi’ diye. Askerler süngülediler ve kayalıktan aşağıya attılar.
“Yine geniş bir sahada manevra yapıyorduk. Binlerce Kürdü mağalardan, in ve oyuklardan topladık. Komutanımız, bunları öldürmek için oldukça çok mermi harcanacağını, bunun yerine hepsini Munzur Çayı’na atıp boğmamızı emretti. Topladığımız Kürtleri Munzur Köprüsü’nün arkasına götürdük. O noktada Munzur suyu derinleşip vahşileşiyordu. Bunları götürüp oradan nehre sürdük. Girenler giriyordu, girmeyenleri sürükleyip nehre atıyorduk.
“Bir aralık can havli ile birbirlerine öylesine tutundular ki, köprünün gözlerini tıkadılar. Ben aradaki uzun meşe ağaçlarından birkaç sırık kestirdim. Erlere, bunlarla onlara vurmalarını ve böylece köprünün gözlerinden aşağıya yuvarlamalarını emrettim. Zaten köprünün altına her ihtimale karşı silahlı askerler yerleştirmiştim, yüzüp kurtulmak isteyenleri vuruyorlardı.”
İşte kanlı bir sahife daha!
Bütün bunları bir insan düşmanlığı, kini, hatta Muhammed’in dininde olduğu gibi bir kısası çağrıştırmak için değil, sırf gelecek insan nesilleri bu tür olaylardan nefret edip bir daha böylesine canavarca hareketlerde bulunmasınlar diye yazıyorum. Aynı üsteğmen, utanmadan ve kendisinin de bir kadından olduğunu düşünmeden, oniki-onüç yaşında Dersimli masum bir Kürt kızının birçok subay tarafından ırzına geçildiğini ve kızımızı o şekilde şehit ettiklerini de anlattı. Kim bilir, belki o subaylardan senelerce Kürdistan’a ordu ve kolordu komutanları atandı.”
Rudaw