Haber Merkezi - İdlib’teki yüksek tansiyonun ardından Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında imzalan anlaşma geçen hafta Arap Dünyası’nda en çok konuşulan konulardan biri oldu.
Erdoğan’ın Suriye ordusuna son zamanlarda kontrol altına aldığı topraklardan geri çekilmesi için süre tanıması, ardından Türk ordusunun “Bahar Kalkanı Harekatı”nı başlattığının açıklanmasıyla Rusya’nın geri adım atmayacağı merak ediliyordu.
Arap medyasında Moskova anlaşmasıyla ilgili en fazla yer alan yorumlardan biri, “Türkiye’nin bu süreçten hiçbir kazanımının olmadığı ve Rusya’nın Türkiye’yi gözetmekle beraber, müttefiki Suriye’den vazgeçmeyeceğinin bu anlaşmayla bir kez daha teyit edildiği” şeklinde oldu.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yaşadığı sığınmacı krizi ve Türkiye-Yunanistan sınırında yaşanan gelişmeler de Arap basınında bu hafta geniş bir şekilde yer aldı. Türkiye’nin sığınmacıları Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullandığına dair yorumlar oldukça fazlaydı.
Bütün dünyayı sarsan korona virüsü Arap coğrafyasında da gündemdeki başlıca konulardan biri. Ancak birçok köşe yazarına göre, Arap dünyasının korona virüsünden daha yıkıcı ve çaresi daha zor bulunabilecek sorunları bulunuyor.
Hafta sonu Suudi Arabistan’da kraliyet ailesinin bazı önemli prenslerinin “darbe girişimi suçlamasıyla” tutuklandığına dair çıkan haberler gündeme damgasını vuran başlıklardan biri oldu. Özellikle de, söz konusu haberlerin önce Amerikan basınında yer alması ve ülke medyasının bu konuda ketum davranması dikkat çekti.
‘PUTİN, ERDOĞAN KONUSUNDA UZMANLAŞTI’
“Erdoğan’ın Moskova’dan beraberinde döndüğü anlaşma, Ankara destekli radikal gruplar karşısında ilerleme kaydeden Suriye ve Rusya güçlerinin bu ilerleyişinden öncesine dönüleceğine dair hiçbir işaret taşımıyor.
Rusya Başkanı Putin, sürekli övgü almak ve medyada görünür olmayı isteyen Erdoğan konusunda uzmanlaştı. Bu yüzden konuğuna medya önünde sıcak bir karşılama gösterdi ve böylece Rus ve Suriye güçlerinin kazanımlarını koruyacak bir anlaşmayı kabul ettirmekte başarılı oldu.
Putin ve Erdoğan arasındaki altı saatlik görüşmeden sonra varılan mutabakat, Suriye rejiminin son zamanlarda kontrol altına aldığı bölgelerin içinde kalan Türk gözlem noktalarıyla ilgili hiçbir şey içermiyor. Ancak Rusya, S-400’lerle ilgili anlaşmanın devamının kabul ettirmeyi de başardı.” (BAE destekli El Arab gazetesi)
‘İDLİB’TEN SONRA ERDOĞAN’I BEKLEYEN SORUNLAR’
“Türk ve Rus tarafı arasındaki görüşmelerin iki lider arasındaki görüşmelerle sınırlı kalması altı saatten fazla sürmesi, taraflar arasındaki ihtilafın ne kadar derin olduğunu ve her iki tarafın da –ki özellikle Rusların- kendi şartlarını dayatma çabasında olduklarını göstermektedir.
Erdoğan önemli bir kazanım elde etti ancak bu geçici olabilir. Bu kazanım da, Rusya lideri Putin’in emriyle Rusların hem karadan hem de denizden askeri yığınak yapmasından sonra Rus ve Suriye kuvvetleriyle çatışmanın daha da tırmanmasının önüne geçilmesidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İdlib’deki krizi bitti veya daha doğrusu şu an için rafa kalktı. Ve şu an önünde üç önemli kriz kaldı. Bunlardan ilki, Avrupa Birliği’yle mültecilerin siyasi bir koz olarak kullanılmasıyla baş gösteren ve aksi sonuçlar veren krizdir. İkincisi kriz ise yerel düzeyde ve Erdoğan’ın dış politikasına, Suriye ve Libya’daki askeri müdahalelerine ve çok sayıda Türk askerinin ölmesine karşı parlamentoda isyan bayrağının açılmaya başlanması, üçüncü kriz ise, Ruslarla bir anlaşmayı büyük bir taviz olarak gören silahlı gruplarla ilgilidir. Bu gruplar Rusya ve Suriye güçlerine karşı sonuna kadar savaşılmasını istiyordu. Erdoğan, bu yöndeki eleştirilere karşı ve bunların tekrar güvenini kazanmak için çok fazla çaba sarf etmesi gerekecek.” (Abdulbari Atvan / Raş Al Youm gazetesi başyazarı)
‘MOSKOVA ANLAŞMASI’NIN KAYBEDENİ MUHALEFET’
“En kötümser kesimler bile, Türkiye’nin Suriye’deki vaatlerinden bu derecede yoksun bir anlaşma beklemiyordu. Zira Türkiye Cumhurbaşkanlığı, İdlib’le ilgili bir dizi vaat ve taahhütte bulunmuştu. Anlaşılıyor ki, bunlar sırf medyada algı oluşturmak için yapıldı. Ancak Türk hükümeti Suriye’de garantör bir devlet olarak nasıl olur da kendi güvenilirliğini ve uluslararası alandaki yükümlülüklerini bu denli zayıflatır? Bundan da önemlisi, Türkiye eğer ilk başa dönülecekse İdlib sahasında neden kendi askerlerinden fedakârlık gösterdi?
Bu durumun en büyük kaybedeni, Türkiye’nin rolüne bu kadar bel bağlayan ve Türkiye’nin gözlem noktaları varken İdlib’in yarısını kaybeden Suriye muhalefetidir. Üstelik bu söz konusu gözlem noktaları gerginliği azaltmak için kurulmuştu.
Suriye dosyasında genel olarak doğaçlama geliştirilen politikalar ve İdlib’de sahadaki durumu tam olarak hesap edememek ancak böyle bir sonuç yaratabilir. Uzun süredir orada savaşan tarafların olduğu (on senedir orada savaşan) bir çatışma bölgesine girmek, daha önce plan yapmayı gerektirir. Ancak olan şey, Türkiye’nin Suriye rejimine karşı yaptığı saldırılar, 36 askerinin öldürülmesine karşı bir tepkidir.” (Vail İsam / Katar destekli Kuds El Arabi Gazetesi)
‘MOSKOVA ANLAŞMASI: SAVAŞ MOLASI MI?’
“Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rus mevkidaşı Vladimir Putin arasındaki Moskova zirvesi, beklenenden çok düşük sonuçla bitti. Dolayısıyla, hassas olan birçok konuda taraflar arasında bir yakınlaşma yaratamayan bu zirve, bir anlamda hayal kırıklığıydı.
Çok açık ki, Moskova anlaşması Türkiye ve Suriye’nin sahadaki kazanımlarını dengeleme amacı güdüyordu. Ancak son dönemde yaşanan tehlikeli gerilimin sebeplerinden hiçbirini çözemedi. Bundan dolayı söz konusu ateşkes, bir sonraki askeri gerilimin beklendiği bir savaş molası niteliğinde. Öyle görünüyor ki, Türk ve Rus tarafı, aralarındaki esas ihtilafların büyük bir bölümünün üstesinden gelmek için son gerilimin ana sebebi olan hassas noktaları görmezden gelen mütevazı bir anlaşma yapmayı seçti. Bu da müttefiki Suriye’den vazgeçmeyen Rusya’nın stratejisini büyük oranda yansıtmaktadır. Ancak her defasında Türkiye’nin de, güvenli bölge ve ortak devriye gibi isteklerini de göz önünde bulundurmaktadır. Bunun nedeni ise Türkiye’yi kaybedip onu tekrar Batı’nın kucağına itmemek içindir. (Muhammed Nureddin / Lübnan El Akhbar gazetesi)
‘SUUDİ ARABİSTAN’DA DARBE GİRİŞİMİ Mİ, TASFİYE OPERASYONU MU?’
“Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed Bin Selman’ın amcası prens Ahmed Bin Abdülaziz ve amcasının oğlu Muhammed Bin Nayif’i (eski veliaht ve eski içişleri bakanı) ‘vatana ihanet’ ve ‘hükümeti devirmeye çalışma’ suçlamalarıyla tutuklatmasının iki başlıca sebebi olabilir.
Bunlardan ilki, ülkedeki hâkim aile mevcut yönetime karşı isyana başlamış ve tutuklanan iki prensin bu isyanın başını çekmiş olma ihtimalidir. Bu ihtimale göre de Suudi yönetimini yeniden düzenleme çerçevesinde Ahmed Bin Abdülaziz’i kral, diğerini de veliaht prens seçme düşüncesi olabilir. Bununla beraber de Selman Bin Abdülaziz’le beraber kurulan yeni sistemden dönülüp eski muhafazakâr sistemin tekrar tesis edilmesi, Yemen’deki savaş en kısa sürede bitirilmesi, özellikle de dış politikada yeni bir denge tutturulup civar ülkelerle ve İran ile Türkiye ile gerilim azaltılması planlanmış olabilir.
İkinci ihtimal ise, Muhammed Bin Selman, kendisine veliaht olarak gerçek anlamda biat etmeyen en önemli hasımlarından kurtulmak istedi. Özellikle de Sadakat Konseyi üyesi Prens Ahmed Bin Abdülaziz’i tasfiye ederek babasının hastalığı bahanesiyle de kendini mutlak kral ilan etmek istiyor olabilir.” (Rai Al Youm gazetesi / başyazı)
TÜRKİYE-YUNAN SINIRINDAKİ MÜLTECİLER
“Türkiye-Yunanistan sınırında yaşananlar acı verici. Kimse tarafından istenmeyen sığınmacılar. Kendi ülkelerinden ölümden kaçtılar. Sığındıkları ülke onları istemiyor, gitmek istedikleri ülkeler de onları istemiyor. Bu bir mültecinin genel olarak kırılgan ve sürekli kaygılarla dolu hayatı. Özellikle de civar ülkelerde yaşayan Suriyeli mültecilerin. Zira Suriyeli mülteciler bulundukları yerlerde zayıf halkayı oluşturuyorlar. Yaşadıkları yerlerde sorunların sebebi olarak görüldükleri için intikam eylemlerine karşı savunmasızlar. Bu yüzden herkes onlardan kurtulmaya çalışıyor.
Daha da kötüsü, Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye-Yunanistan sınırında yaşananlar ve mültecilerin kullanılması, Avrupa’da mültecilere yönelik sempati ve onların sorunlarıyla dayanışma eğilimlerine de zarar veriyor. Savaştan bireysel olarak kaçan mültecilere yönelik bu söz konusu sempati, mülteciler Türkiye ve başka bir ülkenin elinde siyasi bir araca dönüştüğünde azalıyor. Yunan yönetimim ve halkının mülteci dalgası karşısında izlediğimiz tutumu da budur. (Semir El Zaben / El Arabi El Cedid gazetesi)
‘DÜNYADAKİ EN TEHLİKELİ KORONA VİRÜSÜ TÜRÜ’
“Şu an dünyada üç çeşit korona virüsü mevcut. Birinci tür korona virüs, gerçek olan ve ilerleyen dünya karşısında zafer kazanan ve kendini geliştiren virüstür. Yüzlerce can alan bu virüs en fazla Çin ve İran’da can kaybına neden oldu.
İkinci korona virüsü de, dünya pazarlarına ölümcül darbe vuran iktisadi korona virüsüdür. Piyasalar daha önce duymadığımız sınırlara çekildi. Bazı ülkelerin ekonomileri ciddi bir darbe aldı. Bu da, koronaya karşı komplocu bakış açısını destekledi. Bu bakış açısına göre, korona virüsü, ABD’nin Çin ve Tahran’a karşı yürüttüğü biyolojik bir savaştır.
Komplocu bakış açısına katılmayacağım ancak tarihte, düşmanlarının krizlerini kullananları da göz ardı edemem. Hastalık, fakirlik ve cehalet sorunları gibi. Kim bilir belki ABD, bu virüsün ortaya çıkmasından sonra bu silahı geliştirdi.
Üçüncü korona virüsü de, Yemen, Irak ve Suriye’de can almaya devam eden, Arap dünyası virüsüdür ki, yakın zamanda bunun ilacının bulunacağına dair bir ışık da yok.
Sizi temin ederim ki, birinci virüs ne kadar yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, nihayetinde bitecek. Burada olay bilimle alakalı, başka bir şey değil. İkinci virüsün ise, dünyanın büyük güçleri düşmanlarını zapt etmediği sürece çaresi olmayacak.
Ancak üçüncü virüs, belki en tehlikeli olanı ve ilaç bakımından çaresi en zor bulunacak olandır.” (Abdullatif El Menavi / Mısr Al Youm gazetesi)
Gazete Duvar