‘Küresel olağanüstü hal’in bir kez koronavirüs salgını Avrupa kıtasına ulaştığında idrak edilmiş olması, bunun en açık göstergesi. Salgının merkezi Asya’yla sınırlı kalsa ya da yoksulluk ve hava kirliliği gibi küresel sorunların en yoğun yaşandığı Afrika ve Ortadoğu olsaydı, acaba dünya bugünkü gibi bir seferberlik içine girer miydi?
Aslında niyetim, şu son bir aydır Koronavirüs salgını nedeniyle sık sık dile getirilen “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” iddialarından hareketle Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bir göz atmaktı.
Ancak, hazır dünyada nerede kaç kişinin can verdiği, en az hisse senedi, borsa ya da dolar endeksi kadar takip ediliyorken, hatırlatmadan geçmek içime sinmedi:
Dünyada ortalama her yıl 9 milyon insan AÇLIKTAN ölüyor.
En son verileri kontrol etmek için 7 Nisan 2020 günü saat 19:10’da girdiğim theworldcounts.com sitesinde, an itibariyle, bu yılın bilançosu 2.420.456’ydı. Tam beş dakika sonra, yeniden rakamlara baktığımda sayı çoktan 2.420.548 olmuştu. Yani, yalnızca beş dakika içinde 92 kişi AÇLIKTAN can verdi. Dahası, bugün dünya üzerinde 821 milyon insan kronik açlık tehdidi altında yaşıyor.
Bu tabloda, koronavirüs tehdidine karşı insan hayatını korumak için yapılan ‘dengeli ve iyi beslenme’ tavsiyelerinin, sadece ‘karnı toklar’dan ibaret bir insan hayatı tahayyülünden hareket ettiği açık.
‘Aman ellerinizi sık sık yıkayın’ denilirken, temiz suya erişimi olmayan dünya nüfusunun üçte birinin de, pekala bu korunması için seferberliğe girişilen insan hayatı kategorisine dahil edilmediğini varsayabiliriz. Zira her yıl 1.200.000 insan sadece temiz suya erişemediği için ölüyor, ama koronavirüsün tehdit ettiği ‘insan hayatı’ kadar dikkat çekmiyor.
Bu arada koronavirüsün havadan da bulaştığı gerekçesiyle, ‘Vahşi Batı’ usulü korsanlığa tevessül edecek ölçüde bir maske tedariki yarışına girenlerin, zaten her yıl zehirli hava soluduğu için ölen 7 milyon insanın hayatını ‘insan hayatı’ndan saymadığı anlaşılıyor.
Dolayısıyla, bugün dünyanın her yıl milyonlarca insanın hayatına mal olan küresel sorunlar nedeniyle değil, bu sorunlardan görece muaf bir coğrafyanın da nihayet küresel bir tehdide doğrudan maruz kalması üzerine alarma geçtiğini görmek gerekiyor. ‘Küresel olağanüstü hal’in bir kez koronavirüs salgını Avrupa kıtasına ulaştığında idrak edilmiş olması, bunun en açık göstergesi. Salgının merkezi Asya’yla sınırlı kalsa ya da yoksulluk ve hava kirliliği gibi küresel sorunların en yoğun yaşandığı Afrika ve Ortadoğu olsaydı, acaba dünya bugünkü gibi bir seferberlik içine girer miydi?
Bu sorunun yanıtı aslında ‘Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ iddialarından Ortadoğu’nun payına ne düşebileceğiyle de ilişkili.
Bu çerçevede, sanırım ilk söylenmesi gereken, mevcut uluslararası düzende çözüm adına benimsenen politikaların çoğu zaman sorunun kendisinden daha büyük yıkımlara neden olması. Örneğin, korononavirüs salgınının milyonlarca insanın canını alması ihtimaline karşı alınan önlemlerin, daha şimdiden milyarlarca insan için ekonomik, sosyal ve politik bir ölümü adeta kaçınılmaz hale getirmesi gibi.
Bu hesabı Ortadoğu ölçeğinde yaptığınızda da durum farklı değil. Her şeyden önce, 1950’li yıllardan bu yana Ortadoğu’da hiçbir sorunun barışçıl yollardan çözülemediğini biliyoruz. İsrail-Filistin sorununun geldiği aşama bunun en çarpıcı örneği. Özellikle 11 Eylül sonrası barış adına girişilen savaşlarda ise zorla yerinden edilen 10 milyonun üzerinde insan bir yana, en iyimser tahminle, Afganistan’da 157.000, Irak’ta 308.000, Suriye’de 470.000 insan öldü. Bu arada ‘teröre karşı savaş’ın en son hedefi IŞİD’in 2013-2018 yılları arasında kontrol ettiği alanlarda ve gerçekleştirdiği saldırılarda -savaş alanındaki kayıplar hariç- ölenlerin sayısı 28.442 olurken, IŞİD’e Karşı Uluslararası Koalisyonu’nun saldırıları sırasında sadece Suriye’de hayatını kaybeden sivillerin sayısı, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre 3800’ü buldu. Günün sonunda, onca insan kaybına, harcanan trilyon dolarlık kaynağa ve sonu gelmeyen barış planlarına rağmen Afganistan, Irak ve Suriye ya çökmüş ya da yüksek risk taşıyan kırılgan ülke kategorisinde sayılan ilk beş ülke arasında yer alıyor.
Bu sonuca bakarak ‘Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ iddiasının, aslında Ortadoğu için bir umut vaad ettiğini söylemek mümkün. Eğer bazı tartışmalarda öne sürüldüğü gibi koronavirüs sonrasında hiçbir uluslararası aktörün güç mücadelesi (competition of power) sürdürme mecalinin kalmayacağı varsayımından hareket edilecek olursa -ki ABD-Çin ilişkilerinin nasıl seyredeceği bu bağlamda bir gösterge- Ortadoğu’da en azından aşağıdan bir yeniden yapılanmanın önünün açılacağı düşünülebilir. Zira önce Arap Baharı, ardından geçtiğimiz son bir yılda Cezayir, Sudan, Lübnan ve Irak’ta yeniden açığa çıkan toplumların değişim baskısının bugünden sonra daha da artacağını tahmin etmek zor değil. Buna karşılık, Ortadoğu’da iktidarları ayakta tutan ya da belirleyen asıl aktör uluslararası güçlerin geri duracağı öngörüsüne, daha şimdiden içerde kimi zaman rıza kimi zaman zor kullanmak için seferber edilen ekonomik kaynaklarda ciddi bir daralmanın kaçınılmaz olduğu hesabı eklendiğinde, iktidar olma şansının her şeyden çok devlet-toplum arasında bir uzlaşma koşuluna bağlı olacağı da apaçık ortaya çıkacaktır. Böyle bir sonucun kendiliğinden ve çatışmasız elde edileceğini varsaymak tabii ki naiflik olur. Ama iç dinamiklerin belirleyici olacağı bir durumda sözkonusu ülkelerdeki silahlı güçlerin de zaten çoktan bölünmüş ya da politik çıkar odaklı eklektik bir yapıya sahip olduğu göz önüne alındığında bu sonucun dünden daha yüksek bir ihtimal olduğu söylenebilir.
Sanırım bu bağlamda en somut izleği de Irak oluşturacak. Zira bir yıldır, bir yandan sokak gösterileri diğer yandan devam eden hükümet kurma çalışmalarının geldiği aşamada her şeyden önce şu açığa çıktı ki, ABD Irak’ta istediği oyun planını kuramıyor. Irak milliyetçiliğinin yükseltilmesi yoluyla Iraklı Şiileri İran etkisinden uzaklaştırma çabaları, en son Ocak 2020’de Kudüs Gücü lideri Kasım Süleymani ve Iraklı Şii milis gücü Haşdi Şabi’nin iki numaralı ismi Ebu el-Mühendis’in öldürülmesiyle suya düşmüştü. Ortaya çıkan yeni durumda, İran’ın Irak sahasına müdahale gücü hem bu kayıplar hem de içerde yaşadığı ekonomik ve siyasi sorunlar nedeniyle oldukça azaldı, fakat yine de Irak’ta Amerikan karşıtlığı İran karşıtlığının önüne geçti. Bu arada, zaten muhatap alınacak bir hükümetin kurulamadığı için, ABD’nin Irak’taki askeri varlığı tartışmalı hale gelirken, ABD üsleri ardı ardına saldırılara maruz kaldı. Sonuçta, ABD Irak’ta mevcut beş askeri üssü Irak’a devretme kararı aldı. Bu karar, yaşanan güvenlik ve meşruiyet sorunlarının bir gereği olarak mı alındı, yoksa zaten Suriye’de başlamış olan ABD güçlerinin geri çekilmesi planlamasının bir devamı mıydı bilinmez, ama geldiğimiz aşamada Irak’ta geri adım atan ABD oldu.
En son hükümet kurma görevini ABD desteğiyle aldığı iddia edilen Adnan Zurfi’nin aradığı desteği bulamayarak geri çekilmek zorunda kalması bu sahnenin son perdesi sayılmalı. Zurfi’nin geri çekilmesinde ise Şiilerden tam destek alamamasından daha çok Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ve Sünnilerin isteksizliği etkili oldu. Zira ABD’den gelen baskılara rağmen en başta KBY Zurfi’ye karşı Irak Ulusal İstihbarat Dairesi Başkanı Mustafa Kazimi’yi destekleyeceğini açıkladı. Kazimi’nin Zurfi’den en belirgin farkı, tam da Iraklı göstericilerin talep ettiği gibi hiçbir siyasi partiye üye olmaması. Ama asıl neden, Irak’ta Kürtler de dahil hiçbir politik aktörün artık ABD ipiyle kuyuya inmek istememesi. Aslında bunun ilk işaretini yine KBY, Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından yalnızca Süleymani’yi övmekle kalmayıp, Irak’a dış güçlerin müdahalesine karşı olduğunu vurgulayarak vermişti. Davos’ta gerçekleşen Donald Trump-Neçirvan Barzani görüşmesi sonrasında, her ne kadar IŞİD’e karşı mücadele çerçevesinde ABD askerinin Irak’ta kalmasının gerekliliği dile getirilse de KBY, ABD ile ilişkilerinde denge arayışını sürdürdü. Çünkü deyim yerindeyse ’gözü çarığında’ bir ABD’nin yarın bir gün KBY’yi yalnız bırakmayacağının hiçbir garantisi yok, ki bu hem 2017 Kürdistan referandumu sırasında hem de Suriye Kürdistanı’nda tecrübe edildi. Öte yandan, IŞİD’e Karşı Koalisyon Güçlerinin yerini, en son Koronavirüs nedeniyle yapılan toplantıda misyonunu adeta uluslararası bir lojistik şirketi olarak tanımlayan NATO alırken, ABD’nin İran destekli güçleri gerileteceği ölçüde Irak’ta IŞİD’in önünü açacağı inancı giderek yaygınlık kazandı.
Sonuçta, Irak’ta ABD’nin gücünün zayıflamasına mukabil yerel aktörlerin kendi aralarında bir uzlaşmayı önceleyen pozisyonlar alması, bir şeylerin zaten değişmekte olduğuna işaret ediyor. Eğer koronavirüs sonrasında hiçbir uluslararası aktörün güç mücadelesi sürdürme mecalinin kalmayacağı varsayımları haklı çıkar ve bir hegemonik güç yokluğu belirirse, Ortadoğu’da da pekala ‘Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ denilebilir.
Peki, daha koronavirüs salgını Avrupa ve ABD’de baş gösterdiği ilk günlerde benimsenen ‘Fight Against Coronavirüs’ şiarı, bir büyük jeopolitik kutuplaşmaya malzeme yapılırsa? Her ne kadar bu şiarın öncülü ‘Fight Against ISIS’ sürecinde olduğu gibi ‘düşman’ın kimliğini ve adresini belirlemek bu kez mümkün olmasa da, bu da bir ihtimal. Hatta ‘Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ iddiasının Ortadoğu’ya yansımalarını bu varsayım üzerinden tartışmak için elimizde daha fazla veri var. Zira ABD’nin bugün Afganistan’da Taliban’la anlaşma yapması, İran’a maksimum baskı politikasında ısrar etmesi, Irak ve Suriye’de net bir pozisyon almaktan uzak ‘-mış’ gibi kalma hali Çin’e karşı giriştiği güç mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Bu zeminde koronavirüs salgınıyla mücadelede içine düşülen zafiyeti unutturacak yeni bir savaşın çıkmayacağını kimse garanti edemez
Ama koronavirüs sonrası Ortadoğu’ya ilişkin daha somut öngörülerde bulunmak için sanırım hem koronavirüs salgının neden olduğu değişimin hem de ABD’nin dünya siyasetindeki yerinin netleşeceği Kasım 2020 ABD seçimlerini beklemek gerekecek.
Birikim Dergisi