Olağanüstü bir durum olmaz da parlamento tezkereyi onaylarsa Türkiye, taraflardan birinin yanında savaşmak üzere 109 yıl sonra Libya’ya asker gönderecek. Görünen o ki bu tezkere onaylanacak ve Türkiye, bir biçimde Libya’daki iç savaşa müdahil olacak.
Türkiye’nin bu müdahaleye gerekçe yaptığı tek argüman var: “Libya’da ne işiniz var?” diye soranlara Erdoğan şu soruyla yanıt veriyor: “Fransa’nın orada ne işi var?”
Doğru. Bir müddettir yeniden paylaşılmak üzere masaya yatırılan Ortadoğu coğrafyası, dünyanın efendileri tarafından silahlandırılmış “yerli ve milli” güçler tarafından hançerleniyor. Bu paylaşım savaşından kârlı çıkmak için Türkiye de kendi meşrebine yakın birilerinin yanında savaşa giriyor. Fransa gibi eski sömürgeci devletler Libya’ya müdahale ettiğine göre bir zamanlar bu toprakları elinde tutmuş Türkiye ve İtalya gibi devletlere de pekâlâ “hak” doğar. İtalya + Türkiye + Katar gibi ülkelerin “dünyanın geri kalanına” karşı bir safta durması tesadüf değildir.
Peki, ne yapacak Türkiye Libya’da?
Erdoğan bu soruya gayet açık bir şekilde şu cevabı verdi: “Suriye’de ne yapıyorsak Libya’da da onu yapacağız!”
Türkiye, Suriye’de ‘kendi çıkarlarını’ koruduğunu söylüyor. Her ne kadar ‘’terör’’ü bahane etse de zaman zaman dile getirdiği gibi esas mesele tarihi “Misak-ı Milli” sınırları, bir başka ifadeyle, ‘Kürt anasını görmesin’ anlayışıdır. Türkiye, 100 yıllık bir statükonun artık cari olmadığını, bu nedenle dünya devletlerinin bu bölgeye üşüştüğüne dikkat çekerek, kendilerinin de en az onlar kadar ‘bu bölgede hak sahibi olduğunu’ iddia etmektedir. Mademki Suriye Devleti egemenlik alanında düzeni koruyamıyor, bu durumda, Suriye’nin ‘en son sahiplerinden biri’ olarak alana inmesi gerektiğini düşünüyor. Her ne kadar ‘Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız’ dese de bunun ‘işgali gizlemek için uydurulmuş bir gerekçe’ ve Kürtlerin bir siyasi statü elde etmelerini engellemeye yönelik bir siyaset olduğunu herkes biliyor. NATO Liderler Zirvesinde umduğunu bulamayan Erdoğan’ın toplantıdan sonra Londra’da yaşayan Türklere hitaben yaptığı bir gece toplantısında gayet açık bir şekilde söylediği gibi Türkiye kendi iradesiyle “… artık o bölgeden çıkmayacak!”
Türkiye, aynı ‘hak’ iddiasını Irak için de gündemde tutuyor. Irak devletinin muhtemel daha büyük istikrarsızlığı durumunda Türkiye’nin Güney Kürdistan’a da müdahale edeceği gayet açıktır. Şimdi örtülü bir şekilde bundan söz eden Erdoğan, krizin derinleşmesi durumunda gayet açık bir şekilde Güney Kürdistan üzerinde ‘hak’ iddia edeceğini, Güneybatı Kürdistan’a girerken sarf ettiği şu sözlerden anlıyoruz: “Sadece burası değil, daha güneyde de işler yolunda gitmiyor. Burayı hallettikten sonra oraya da bakacağız!” Çünkü ‘Misak-ı Milli’ aynı zamanda Musul’u da içeren Güney Kürdistan’ı da kapsıyor.
Libya’da yapmak istediği de budur. Yeniden Libya üzerinde egemenlik kurmak, giderek Arap ve Müslüman ülkelerin lideri ve hamisi olmak… ‘Stratejik Derinlik’in müellifi A. Davutoğlu’nun bu konuda hükümetin yanında durması bu Neo-Osmanlı zihniyetin sonucudur.
Gerekçe yaratmak
Böyle olmasına karşın Türkiye, düne kadar, Libya’ya asker göndermek için bu kadar cesur davranmıyordu. Çünkü Resmi Suriye ve Irak coğrafyasına müdahale için uluslararası hukuk ve ‘bölge dengeleri’ bakımından ‘ileri sürülebilir’ birtakım gerekçeler vardı ancak Libya için bu türden gerekçeler yoktu. “Libya’da terör örgütü Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit ediyor” diyemezdi. Uluslararası hukuk bakımından ‘burası ecdadımız Osmanlı İmparatorluğu’nun bir zamanlar hâkimiyeti altında olan toprak parçasıydı” da diyemezdi.
Peki, ne yaptı Türkiye? ‘Osmanlıda oyun bitmez’ sözünü hatırlatırcasına, gayet başarılı bir şekilde, BM tarafından da tanınan, zaten kendisine ihtiyacı olan Trablusgarp hükümetine ‘yardım elini’ uzattı; bir anlaşma yaptı ve ‘iki önemli meselesine’ birden çözüm buldu.
Trablusgarp hükümetiyle yapılan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ve “Güvenlik ve Askeri İşbirliği Anlaşması” ile Türkiye, günümüzde ulusal ve ulusalar arası alanda izlemek istediği siyasetin hem ‘amacının’ hem de ‘aracının’ dayanağını oluşturdu. Türkiye, bu anlaşmayla, bir yandan bölge devletleri tarafından dışlandığı Akdeniz’e yeniden dönmenin diğer yandan ise kendisi gibi düşünen bir siyasetin Libya’da egemen kalması için ihtiyaç duyduğu askeri gücü göndermenin imkânını buldu. Her ne kadar bölgedeki önemli güçler bu müdahaleye itiraz etse ve ‘taraflardan birine gidecek her destek barışın sağlanmasını zorlaştıracaktır’ dese de herkes biliyor ki, Trablusgarp hükümeti lehine dengeleri değiştirecek olan bu müdahaleyi durdurmanın imkânı yoktur. Çünkü Türkiye, yapmış olduğu anlaşma gereğince Akdeniz ve Libya’daki kaderini Sarac Hükümetine bağlamış durumdadır; onu ayakta tutmak mecburiyetindedir. Türkiye, en az diğer devletler kadar Libya ganimetinden pay kapmaya çalışıyor. Artık kesinleşmiş sayabileceğimiz Türkiye’nin asker göndermesiyle birlikte Trablusgarp hükümetinin hiç değilse H. Hafter karşısında ‘direnme gücü’ önemli oranda artacaktır. Ve yine kabul etmek gerekir ki, bu kaos içinde TR’nin bütünüyle bir olmazın peşinden gittiğini söylemek pek mümkün görünmemektedir. Fakat ciddi sıkıntılar da yok değildir.
O ciddi sıkıntılar şunlardır:
1-T.C. tarihinde ilk kez bu türden bir askeri sefere çıkıyor. Bu müdahale ne Kıbrıs’a ne de Kürdistan’a benziyor. Bunun diğerlerinden en belirgin farkı, dünyanın büyük güçlerini karşısına almayı göze almasıdır. Her ne kadar BM nezdinde ‘meşru’ bir hükümetin daveti olsa da ülkedeki muhalif güçlerin tanımadığı ve geleceği konusunda ciddi tereddütlerin olduğu bir hükümet olduğunu unutmamak lazım.
2- T.C. tarihinde ilk kez, ‘resmen ve alenen’ iç savaş halinde olan bir ülkede taraflardan birinin saflarında savaşmak için asker gönderiyor. Türkiye, başka ülkelere asker gönderdi, Afganistan, Somali gibi. Fakat o askeri müdahaleler uluslararası anlaşmalar çerçevesinde ve NATO kapsamında yapıldı. Libya örneğinde böyle bir durum söz konusu değildir. Suriye’yi örnek verenler çıkacaktır. Libya meselesi Suriye’den de oldukça farklıdır. Türkiye Suriye’ye kimi bölge devletleri, ABD ve Rusya ile işbirliği içinde ve tamamen ‘güvenlik ve barışı sağlamak’ argümanlarıyla asker gönderdi, Libya bundan oldukça farklıdır.
3- T.C. tarihinde ilk kez, ‘ata yadigarı’ dediği topraklara ‘hak’ iddia ederek asker gönderiyor. Libya’da sürmekte olan savaşın bir paylaşım savaşı olduğunu kabul ve bu paylaşım savaşından pay almak için oraya gideceğini ilan ediyor. Bu hem içerde hem de dışarıda çok önemli ve riskli bir söylemdir. Bunu göze alması, zaman zaman dile getirildiği gibi, ‘dünyada olmasa da bölgede Türkiye, artık bir güçtür ve artık sadece oyun bozmuyor, aynı zamanda oyun da kuruyor. Birileri, Türkiye’yi dışlayarak Ortadoğu’da çözüm olamayacağını artık bilmelidirler!’ anlayışının ilanıdır.
4- T.C. tarihinde ilk kez, Libya üzerinde ‘hak’ iddia eden İtalya ile birlikte Katar’ı da yanına alarak ‘bölge düzeyinde bir mihver’ kuruyor ve tabir uygunsa ‘dünyanın geri kalanına karşı’ cephe açıyor. Kuşkusuz kimi görüşmeler yapmıştır, Tunus’u ziyaret ettiği gibi Rusya ve ABD ile de muhtemelen bir nabız yoklamıştır fakat şu ana kadar Libya’daki olası varlığını güçlendirecek önemli bir destek bulduğuna dair veri yoktur. Türkiye ile aynı ‘hak’ iddiasında bulunmasına karşın İtalya da Türkiye’nin müdahalesine karşı olduğunu beyan etmiştir. İdlib’deki gelişmeler Rusya ile bir anlaşma yoluna gittiğini gösterir niteliktedir fakat Erdoğan-Putin görüşmesine kadar bu konuda sağlam bir görüş oluşturmak zordur. ABD’nin Türkiye’yi desteklediği yönünde çıkan haberlerin ne ölçüde gerçeği yansıttığı konusunda ikna edici veriler bulunmamaktadır. Eğer bu doğruysa ABD, Suriye’de olduğu gibi Libya’da da Türkiye’ye kendi işini yaptırmaktadır diyebiliriz.
5- T.C. tarihinde ilk kez bu kadar borç yükü ile akıbeti belli olmayan ve gideri oldukça yüksek bir askeri maceraya giriyor. Üstelik göz diktiği Libya toprağına hükmeden fraksiyonun durumu umut verici değilken. Bir ayrıntı olarak şunu belirtmekte yarar var: Türkiye’nin ilişkide bulunduğu Sarac Hükümeti Libya’nın %15’ini elinde bulunduruyor. Libya’nın %85’i Hafter ve Hükümet karşıtı diğer güçlerin elinde bulunuyor. Ayrıca, büyük devletlerin çoğunluğu Hafter’i destekliyor. Bu durumun Türkiye için ciddi bir risk olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Bu kadar ‘ilk’in bir araya geldiği bir operasyondan ne beklenebilir?
Bu operasyonun mevcut şartlar altında hem askeri hem de maddi olarak büyük bir kayba yol açacağı açıktır. Fakat şunlar akla gelebilir: Türkiye, bu hassas ortamda kayıplarını azaltmanın bir yolunu bulmuş olmalı, yoksa bu kadar riske girmez. Bu görüşe haklılık kazandıracak önemli veriler var. Türkiye, muhtemelen, giderler faslını Libya hükümetine yıkacaktır. Uluslararası destekten yoksun olan Sarac Hükümeti bunu seve seve kabul edecektir. Tabi ödeyecek meblağı varsa! Ayrıca, Türkiye, asker kaybının asgariye inmesi için, Suriye’de ne yapacağını bilmediği kimi paramiliter güçleri kullanmak isteyebilir. Bu konuda da oldukça uygun bir ‘insan borsası’ vardır. Basına yansıyan haberler, bu yönde kimi girişimlerin olduğu, kimi birliklerin paralı asker olarak Libya’da savaşmayı kabul ettiği yönündedir. Eğer böyleyse Katar’ın neden ittifaka dahil edildiği anlaşılır. Trablusgarp hükümetinin yanında Katar da ciddi bir maddi yükün altına sokulmuş olacaktır.
Fakat bu kadar ‘ilk’in bir araya geldiği bir operasyonun akla getirdiği başka riskler de var: ‘Dimyat’a pirince giderken evdeki pirinçten olmak’ özdeyişini hatırlatırcasına Türkiye, bu askeri operasyonun maddi kısmını karşılamak için gerçekten, sofradan bulguru kaldırmak zorunda kalabilir. Doğal olarak bu savaş yükü halkı, hissedilir bir şekilde rahatsız edecektir. Suriye’de işlerin sarpa sarması gibi Libya’da da aynı durum zuhur edebilir. Böyle olumsuz bir sonucun ortaya çıkması için gerekli olan bütün şartlar hazır görünmektedir. “Suriye’de ne yaptıysak Libya’da da onu yapacağız” demek kolay fakat M. Kemal ile ünlü İttihatçıların bir çözüm üretemediği Fizan’ıyla ünlü bu garip ülkeye gidip de geri gelmemek de ihtimal dahilindedir. O şartlar altında bir gün, bu toz-duman dağıldıktan sonra bu topraklarda yaşayan birileri, din-iman hipnozuyla zombilere dönüştürülmüş, sadece öldürmeye şartlanmış, bütün bir coğrafyayı kan-revan içinde bırakmış bu amaçsız güruha alan açanlara “siz ne yaptınız?” diye soracaklardır. Tezkereyi onaylayacakların bu soruya şimdiden cevap bulmalarında fayda var!
CHP, İyi Parti ve Saadet Partisi’nin AKP’nin Suriye’yi işgal politikasına verdiği desteği, Libya’ya müdahalede vermemesi de (son anda yan çizmezlerse) AKP ve Türkiye Devleti açısından işlerin Suriye’deki gibi kolay olmayacağının habercisidir.
Libya halkının iradesi dışında, Libya halkının bugünü ve geleceğinin heba edildiği bir trajedinin nereye varacağını da ne yazık ki, Libya halkı değil, uluslararası çıkar çatışmaları ve güçler dengesi belirleyecektir.
02.01.2020