Beyrut limanında patlama oldu. Ardından, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay (sahi, böyle bir konum da var) ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Lübnan’a gittiler. Orada Çavuşoğlu, “Ben Türk’üm, Türkmen’im deyip de vatandaşlığı olmayan ve vatandaşlık almak isteyen kardeşlerimize de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını vereceğiz. Bu Cumhurbaşkanımızın bizlere talimatıdır.” açıklamasını yaptı. Efendim, bunda ne var? Bunun da nesini beğenmedin yine vatan haini, dış mihrak maşası, İslâm dairesine dışarıdan musallat mukallit nesil döküntüsü, adı aydın, kendi karanlık müsvedde? Anlatayım, belki okuyan olur.
Seksensekizbin kez bu sütunda geviş getirmişimdir: Çokboyutlu, tutarlı, bütüncül, soğukkanlı, öngörülebilir vs. dış politika diye. Bu artık, o dediklerimi de aştı, basbayağı anti-cumhuriyetçi dış politikaya yüzünü döndü. Türkiye Cumhuriyeti ırk temelli yurttaşlık üzerine mi kurulu? Suriye, Irak Türkmenleri, Moldova Gagavuzları, Bulgaristan ve Batı Trakya Türkleri, Bosna, Makedonya, Kosova evlad-ı fatihanları, siz daha ekleyiniz, onlara da yurttaşlık verilecek mi, tabii isterlerse? Yeri geldi sabık, dilerseniz sakıt, hariciyeci anekdotları nakledeyim, fıkra yazarıyız madem, lezzetli olsun.
Meslek memuriyetine 1992 yılı sonlarında intisap ettiğimde, Bosna Savaşı gündemdi. Aciz hizmetkârınızı da NATO-Askeri İşler Dairesi’ne terfik buyurdular. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne…” dönemiydi, bendeniz de iki tek attığımda, “bir Boşnak çocuğun gözyaşını, cümle Orta Asya Türk cumhuriyetlerine değişmem!” yollu naralar atarak, tavana sıkardım. Açıkçası gerçekten oldukça aciz durumdaydık; NATO’nun da, BM’nin de ikiyüzlülüğü tel tel dökülüyordu. Bir gün tuttum, “bari yurttaşlık verelim Boşnaklara da daha fazla kırılmasınlar” diye kendimce somut bir öneri atayım dedim ortaya. Türkiye’nin değişmeyen siyasetinin sınırötesinde “doğal uzantı” addedilen nüfus unsurlarının, başta Batı Trakya Türkleri, yerlerinde kalması olduğuna ilişkin bir ders dinledim.
Yıl 2001’e geldiğinde, benim de başkâtiplik sınavına girme zamanım geldi. Önemli de, subayların kurmaylığa yükselmesi gibi bir aşama. “Sevmediğin ot ayağının dibinde biter” derler ya, sınavda da “soydaş ve akraba topluluklar” sorusu çıktı. Bu da rastlantı değil aslında, zira “bin yıl sürecek” 28 Şubat dönemi yaşanıyordu Ankara’da. Kafalar ışıl ışıl, kafalar betonarmeydi maşallah. Hiç bir şeye benzemez, palavra konularda, papağan gibi söyleneni tekrarlayarak yazarken, foyanın meydana çıkacağı korkusu: Öyle miydi o şiir? Velhasıl ilkokuldan başlayarak “10 Kasım” konulu kompozisyon ödevlerinde yazma yeteneğini gördüğünüz evrensel düzeye (!) yükseltmiş bir büyük dimağ olarak, o badireyi de ittire kaktıra atlattıktı evelallah.
Sonra? Sonra, Erbil’de başkonsolosluk açmaya da sadık amadeniz Vaşington’dan gönüllü gitti, bir büyük boşlukta bozuldu büyü. Al sana sınırın hemen dibinde bir araba dolusu Kürt. Soydaş desen değil, akraba desen hiç değil! Gel, gör ki, küresel Kürt nüfusun da yarısı aksi gibi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı. Aldı sazı mamosta Mücahit Bilici: “Gümrük kapısında ümmet iddiası ile gelen fikirleri soyup üstbaşını aratıp Türk’ün liderliği veya Türkiye’nin merkeziliği yemini ve şartı ile zor bela vize veren bir devlet, Kürde döndüğünde ondan tam tersini istiyor: Yersiz ve milliyetsiz bir evrensel İslam kardeşliği.” İşte size, “kavmiyetçiliği” reddedip, görünüşte 28 Şubat’çılıkla sırt sırta kumda oynamaya gönderen AKP’nin “siyasal çözüm” anlayışının kısa tarihi.
Bunu da daha önce yazdım, olsun yinelemekten zarar gelmez. Firenkler, “ezberlemek, hitabet sanatının en güzel yönlerinden biridir” derler. İsmiyle müsemma Yavuz Sultan Selim’in, Anadolu’nun Türkmen Alevilerini, Şii Türkmen Safevi İran tehlikesini bertaraf etmek için 1514’te hem Çaldıran’a gidişte, hem dönüşte, hem ibret-i âlem için yanına kattığı pek çoklarını da payitahtın göbeğinde kırdığı bilinir. Dedesi, “Kayser-i Rum” yani “Roma İmparatoru” ünvanlı Fatih Sultan Mehmet’in Toros bölgesindeki Türkmen beyliklerini üzerlerine Arnavut veya Hırvat kökenli Gedik Ahmet Paşa’yı gönderip hizaya getirdiği, kendinin de 1473 Otlukbeli Savaşı’nda Türkmen Akkoyunlu “devletini” ortadan kaldırdığı unutulur. On milyondan düşük ve önemli bölümü “suyun öte yakasından” ithal bir nüfusla kurulan şu cumhuriyetimizin adının neden “Türkmeneli” değil “Türkiye” konulduğu üzerindeyse durulmaz.
Uzatmaya gerek yok. Özcesi, iş dönüyor dolaşıyor, “kimliksizlik” yahut “biz kimiz?” sorusuna verilecek yanıtta düğümleniyor. Yanıt aranıyorsa eğer. Yanıt aramak, birlikte düşünmek, cumhuriyetin eşit anayasal yurttaşları olarak iç içe insan gibi yaşamak niyetimiz varsa eğer. Cumhuriyetimizi dönüştürmek, dönüşüm ortak amacımızsa eğer. “Cumhurbaşkanı talimatı” olduğunu vurgulayarak, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Beyrut’ta yaptığı açıklama bunu yalanlıyor. Sözkonusu açıklama, teknik olarak bir “reddiye” özünde. Cumhuriyet tasarısının yerine, bir tür ergenlik düşü koyuyor. Düş kurmak her insanın hakkı. Buna karşılık, yöneticilik iddiasında olanların, seçimle işbaşına gelen karar alıcıların hiç yoktan ağızlarından çıkanı kulaklarının duymasını beklemek de sanırım yurttaşların hakkı.
Nitekim Edirne Cezaevi’nde siyasi rehine olarak çile dolduran Selahattin Demirtaş da, “Anayasanın 66. maddesi aynen şöyle der: ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.’ (…) Türklük, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanlar için bir üst kimlikse nasıl oluyor da Bulgaristan’daki Türkler soydaşımız oluyorken İran’daki Kürtler soydaşımız olmuyor? Azerbaycan ile neden tek millet iki devlet olabiliyoruz da Irak Kürdistan Bölgesi’yle olamıyoruz? (…) Bize Kürt milliyetçisi denildiğinde kendimi George Floyd gibi hissediyorum. ABD’deki siyahlar eşitlik istedikleri için ne kadar milliyetçiyse Türkiye’deki Kürtler de o kadar milliyetçidir işte.” derken, herhalde farklı bir şey söylemiyor.