Yavuz Baydar
Bu gece yazıya başlarken nedense Ayşe Öğretmen’i hatırladım.
Ayşe Çelik.
Hani 2017’de, popüler bir TV programında “İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Yazık; insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” diyerek barış isteyen Ayşe Öğretmen...
“Nasıl ölüm istemezsin, nasıl barış dersin?” diye kızılca kıyamet kopmuştu.
Sağcısı, seküleri, şusu busu, her türlü çokbilmişi kendini ortaya atmış, minik bebeği olan zavallı kadıncağız neye uğradığını şaşırmış ve sonunda engizisyon tarafından bir yıl üç ay hapse mahkum edilmişti.
Fikrini bir yurttaş olarak içtenlikle ifade ettiği için...
Öncesinde olanların da bir nevi tekrarıydı bu hadise.
Aynı filmi o gün bugündür gitgide artan dozda görmeye devam etmekteyiz.
Daha önce pek çok kez yaşadığımız gibi Türkiye muhalif siyasetinin ilkesizliği, dirayetsizliği ve tutarsızlığı ile medyanın 'gönüllü' devlet hizmetkarlığını ve kamuoyunun geleneksel vurdumduymazlığını bir kez daha tepe tepe kullanan bir kolektif linç harekatı, bir defa daha başarıya ulaştı:
Dr. Şebnem Korur Fincancı tahmin edildiği üzere tutuklandı.
Mevcut kıyım iklimi göz önüne alındığında, zaten başka bir sonuç beklenemezdi.
İktidarın engizisyon yaygarası malum, fakat buna bir de 'muhalefet' korosu eklendi. Fincancı hakkında, gözaltı ve tutuklanmasını meşru kılmaya yardımcı olacak sözde etiketler koşturuldu ve yapıştırıldı.
Belli ki Türkiye’de 'çok ayıp' olan bir şeyi yapmış, doktorluk ve sivil toplum aktivizmi ilkelerini öne çıkarma 'kabahatini' işlemiş.
Ve toplumun şimdi 'sözde demokrasi mücadelesi' veren, ama esasen itişip duran karşıt kesimlerine pek 'yaranamamış'.
Ona karşı takınılan tavır, şeytanlaştırma ya da sessizlik, Dr Fincancı’nın CV’sine yazılacak bir onur maddesidir.
Elbette ki ne hakkında başlatılan engizisyon süreci, ne de kendisinde muhalif monopolü yetkisi bulan kesimlerin mazeret araması, Fincancı’nın uluslararası meslek camiasında ve insan hakları alemindeki haklı ününü ve saygınlığını zerre kadar etkiler, onun üzerine yapışır.
Yıllarını anti-otoriter hak, adalet ve eşitlik mücadelesine adamış bir kişiden söz ediyoruz.
“Uluslararası sözleşmelerin uygulanması ve kimyasal silahların kullanımını yasaklayan Cenevre Sözleşmesi kapsamında böyle bir iddia ortaya çıktığında nasıl bir araştırma yapılacağı da Minnesota Protokolü’nün ilkelerinin ele alınması gerekiyor.”
Fincancı’yı topyekun bir cadı avı sonunda tutuklatan sözleri bundan ibaret.
“Böyle bir iddia ortaya çıktığında..” diyor.
Ve uzman olarak talebini dile getiriyor:
“Araştırılsın..”
Fikrini ifade ediyor.
İlk duyduğumda benim de ihtiyatla baktığım, Ahval’de dikkatle verdiğimiz bir iddia idi, bu kimyasal silah meselesi. Fakat - ucu ta Dersim’e dayanan bir gelenek ve sicil söz konusu olduğu için - gözardı edilecek türden de değildi.
Sorular üretiyor ve sorumluluğu sadece iktidara değil, iktidara karşı denetim iddiasında olan Meclis’e de yüklüyordu.
Tabii bizler hala epeyce naiv olduğumuz için zannediyorduk ki, Meclis “zevatı” buna asgari dikkati gösterir, anayasal görevini yapar. (Aslında ne büyük saflık: Hulusi Akar ve Hakan Fidan gibi, 15 Temmuz’un baş tanıklarını Darbe Araştırma Komisyonu’na çağırmakta ısrardan aciz, güdük bir muhalefet söz konusu..)
550 koltuklu yasamada Fincancı ardından sadece iki üç kişi çıktı, “Araştırmak lazım” diye. Birisi, CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’ydu. Daha iktidara fırsat kalmadan, kendi partisinin milletvekilleri tarafından linç edilmediği kaldı.
Parti sözcüsü bir tarafta TSK’nin sorgulanamazlığı ve fiili dokunulmazlığını çevkle ilan ederken, CHP’li bir vekil de döşendi:
”TSK'nın eylemleri sorgulanamaz, eleştirilemez ve o eleştirileri de sorumsuzca buluyorum. CHP'nin köklerinin nereye dayandığını bilmeyenlerin bu şekilde açıklama yapmasını asla doğru bilmiyorum, o aзıklamayı yapan arkadaşımız MYK'da gьndeme gelecektir. Sana ne kardeşim. Bu açıklamayı yapmak sana mı düşer?”
Ve iktidarıyla muhalefetiyle sıraya dizildiler.
Fincancı’yı hapse götürmeye kararlı AKP-MHP iktidarının yolunun taşlarını beraberce döşediler.
Oh çekenler bile olmuştur, ve kendi adlarına mesele kapandı, olağan rutine döndüler. Tabii her şeyin bir sınırı vardı: “Neyin araştırması ulan?”
Fakat.
Yıllardır süren muhalefet, geleneksel ahmaklığı içinde, başka neyin yollarının taşının döşenmesine hizmet ettiğinin farkında değil - veya umursamıyor.
İki konu açıklığa kavuşuyor:
Meclis’in muhalefeti (HDP hariç) Fincancı vak’asında iktidara omuz vermekle, esasen “Biz burada seçmenin temsilcisi değil, devletin çizdiği sınırlara saygılı memurlarız, bu Meclis’in denge ve denetim işlevinin olmadığını da kabul ediyoruz. Gün dolduruyoruz” demiş oluyor.
İkincisi de şu:
Osman Kavala’nın hapse atılması, 15 Temmuz 2016/16 Nisan 2017 rejiminin sivil toplum kuruluşlarının köküne kibrit suyu ekilmesinin simgesel eylemiydi. Fincancı’nın tutuklanması da - şimdi tek tük uyananlar var - buldozerlenen sivil toplum düzlemi dışında kalan ve iktidara sol cenahtan haklı itirazlarını sürdüren meslek kuruluş ve odalarının çanına ot tıkamanın “hayırlara vesilesi” (!) olacak.
TTB ve başka çatlak ses çıkaranlara kayyım veya ona benzer bir gasp hamlesi yolda. Adalet Bakanlığı bir “maymuncuk çözüm” için çalışıyor şimdi.
Kısacası, dünya çapında bir adli tıp ve işkence uzmanına, insan hakları savunucusuna sağdan soldan istendiği kadar ilkelce çamur atılsın, Şebnem hanıma yapışmaz.
Fakat bu kollektif ahmaklık rüzgarı belli ki Türkiye’nin muhalefette siyasi iddia sahibi, “demokrasi” derken neyi kastettiği anlaşılmayan kesimlerine bugüne kadarki sistematik faşizmin de yeterli olmadığını, kabileci vurdumduymazlığın ve iç husumetlerin; devlete endeksli faydacılığın hala makbul görüldüğünü gösteriyor.
Aslında, bana sorarsanız, Ayşe Öğretmen’in yaşadığı yalnızlaştırma ta o zamandan bu toplumun faşizme yatkın kültürel dokusu hakkında yeterli fikir vermişti, fakat demek ki aynı filmi daha uzun süre yaşaması gerekiyor.
Demirel’in dediği gibi “kumaş bu”.
100 yıldır ifadeye, farklı görüşe itirazı bir hak olarak içselleştirememiş bir (devleti bir yana bırakın) siyaset sınıfı ve toplumdan kısır döngü dışında ne çıkabilir?