Yerleşim yerlerinin birden fazla isimle anıldığını hepimiz biliyoruz. Bunun da birçok çeşitli nedeni vardır. Her şeyden önce bahse konu olan yerleşim yerinin tarihçesi çok eskilere gidiyorsa, kesinlikle değişik dillerde farklı telaffuz ve yazılış şekilleri ile birden fazla ada sahip olduğunu görmek mümkündür. Mesela İstanbul tarihte Byzantion, Augusta Antonina, Nova Roma, Konstantinopolis veya Konstantiniyye gibi isimler ile var olmuştur. Daha başka bir örnek de Bitlis için verilebilir ki bu kadim şehir de tarih boyunca Balaison, Babaleison, Baleş, Badlis, Pageş, Bageş, Karduman, Bedlîs ve Bilîs gibi farklı isimler ile anılmıştır. Yerleşim yerlerinin farklı isimler almasındaki en büyük neden, o diyarlarda yaşamış, oralardan geçmiş ya da belli dönemler içinde o mıntıkalarda hüküm sürmüş toplulukların/hükümdarların o mekanlara kendi dillerinde verdikleri isimler ile alakalıdır. Günümüzde resmi olarak Diyarbakır adı ile bilinen şehrin bu isim ile ilk defa anılmasının tarihçesi ise Atatürk’ün tren ile 1937 yılında Malatya’dan gelerek şehri ziyaretindeki ’20 yıl sonra Diyarbakır’da bulunuyorum’ sözleri ile başlar. Bu yeni isim tesadüfen söylenmiş değildi. Diyarbekir ziyareti öncesi Atatürk ve yaverlerinin Güneş Dil Teorisi çerçevesinde Diyarbekir isminin Türkçe ile uyuşmadığı hususunda tartışmaları üzerine Atatürk tarafından alınmış bir karar neticesinde sarf edilmişti. Bu tartışma sonrası trenin ilk durağı olan Ergani’ye varıldığında, başyaver Süreyya Anderiman Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen’e ’Acele’ ibaresiyle bir telgraf gönderir:
“D.Bekir şehrinin isminin etimolojisine dair etüt var mıdır? Esasta bu şehrin ismi ‘Bakır memleketi’ manasına olan ‘Diyarbakır’ olması gerektir ve artık bu isimle tanınacaktır. Dil Kurumu’nun bu hususta Tarih Kurumu ile iş birliği yaparak, historik ve lengüistik tetkikatta bulunması emrediliyor. Balıkesir saylavı İsmail Hakkı’nın da mesai birliğine davet edilmesi faydalı olacaktır. Tetkikatın titizlikle yapılmasını ve mümkün ise neticelerin takiben bildirilmesini saygılarımla dilerim.”
Baran Zeydanlıoğlu
Bakır madeni ve de akıllara ziyan Güneş Dil Teorisi ile alakası olmayan Diyarbekir ismi, gönderilen telgraf sonrası toplanan Türk Dil Kurumu ve ekiplerini hummalı bir ‘gerekçe/kaynak’ arayışına iter. Diyarbakır ismini bir şekilde bakır madeni ve Türkçe ile ilişkilendirmek mecburiyeti söz konusudur. Kısa zaman içerisinde bir karara vardıklarını kurumun Haziran 1938’de yayımladıkları dergiden öğreniyoruz:
’Alınan telgraf sonrası Türk Dil Kurumu ile Tarih Kurumu ortak toplantı yaptı. Toplantıyı açan Prof. Abdülkadir İnan“Aldığım emir üzerine ‘Diyarbekir’ ve ‘Diyarbakır’ kelimeleri üzerine ilimizde bulunan mehazlarda araştırmalar yaptım. Aldığım neticenin üç saat zarfında yapılan bir tetkikin mahsulü olduğunu dikkat nazarınıza alarak kusurlarımın affını da önce dilerim” diye başladı.
İnan o günlerde popüler olan “Güneş Dil Teorisi’ne göre “Diyarbekir”in “Bakır Diyarı” anlamında kullanıldığı kanısındaydı.
Şehrin eski adı olan “Amida” sözünün Yakut lügatinde “Bakır sikke” anlamı taşıdığını, “Diyar” sözcüğünün de Yakutçada “ev” manasına “dier”den geldiğini belirtti….
Komisyon 19 Kasım günü işini bitirdi ve şu karara vardı:
“‘Diyarbakır’ kelimesinin ‘bakır’ anlamına gelen eski Türkçe ‘amiday’ tercümesi olduğuna tetkikler neticesinde tam kanaat hasıl olmuştur. İlkin ‘bakır diyarı’ anlamıyla ‘Amiday’ denen bu yerlere sonradan gelen Türkler, bu eski Türk sözünü ‘bakıreli’ manasıyla ‘Diyarbakır’ şekline koymuşlar ve bu söz de sonradan Arap dili gayretiyle ve avam etimolojisiyle ‘Diyarı Bekir’ şeklini almıştır.”
Prof. Uzunçarşılı, kentin adı “Diyarbakır’a çevrilse de halk ağzında yine “Diyarı Bekir” kılığına girme ihtimalinden söz etti:
“Nasıl ‘Tunceli’ diyorsak, buraya da ‘Bakıreli’ diyelim” dedi.
“Diyarbakır Sözü Üzerine Tetkik Komisyonu” kuruldu.
Komisyon üyeleri Prof. Hasan Reşit Tankut, Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Prof. Yusuf Ziya Özer, Prof. Abdülkadir İnan, Ahmet Cevat Emre ve Mükrimin Halil Yinanç’tı’
Aynı yıllarda (30’lu yıllar) Diyarbekir adının ’Oğuzeli’ ile değiştirilmesi teklifi dahi yapılmıştır ki bu teklifi o dönem şehirde Diyarbekir Gazetesi’ni de çıkaran Diyarbekirli Tahsin Cahit Çubukçu yapmıştır. Her ne kadar teklifini onay için meclise göndermişse de bu teklif ciddiye alınmamıştır. Kendisi aynı zamanda şair, gazeteci, yazar ve siyasetçi idi.
En az 9 000 yıllık bir geçmişe sahip olan Diyarbekir’in tarihteki isimlerinin Amid, Amida, Omid, Amidia, Amed, Emid, Kara-Amid, Caraemit, Dikranekert, Diyar-ı Bekir ve Diyar-ı Bıkr olarak geçtiğini yazılı kaynaklardan biliyoruz. Diyarbekir ismi çok büyük bir bölgeyi kapsarken diğer tanımlamalar şehir merkezini/Suriçi’ni kapsamaktaydı. Diyarbekir isminin kapsadığı coğrafya ta Aşağı Mezopotamya’ya kadar indiğinden, bazı Kürdlerin o bölgenin güneyi için “Arabistan” dediklerini ünlü araştırmacı diplomat M. Sykes söyler (1912)
Özellikle Amid – CaraEmit/CaraAmid ve Diarbekir isimleri birçok kaynakta geçerken, 15. yüzyıl ve sonrası Avrupa’da yayımlanan haritalarda da belirtilmektedir.
Diyarbekir ismine dair değinenler arasında Osmanlı’nın ünlü seyyahı Evliya Çelebi de bulunmaktadır: ‘Tanrının hikmeti o dönemde yıldızı parlak bir kız melike vardı ki Amalak kızlarından idi. Yunus Nebi’ye iman getirip Müslime oldu. Gayet zengine idi ki binlerce Karun hazinesine ve Efrasiyâb malına sahip idi. Hazret-i Yunusun öğretmesiyle o melike bu Diyarbakır’ı sert kara taştan Fıskayası’nda yaptığı için o kızın adıyla adlanıp İran tarihçileri “Diyar-ı Bikr” derler, yani “Kız Şehri”dir. Ama Rum tarihçileri bütün duvarları sert taş (—) (—) olduğundan “Kara Amid” derler’.
Diyarbekir isminin ’Bekirlerin Diyarı’ anlamında Kürdçe Diyar-î Bekîran kökenli olduğu ve günümüzde Diyarbekir – Muş – Bitlis üçgeninde de yoğun olarak yaşayan Bekîran Kürd aşiretine bağlayanların da bulunduğunu belirteyim. Özellikle Mervani Kürd Hanedanlığı kurucusu Bad/Baz’a atıfta bulunarak bu tez savunulmakta.
Osmanlı kaynaklarında da hem Amid hem de Diyarbekir adları ile geçtiğini belirterek, AMED isminin kullanıldığı bazı kaynaklara gelelim.
950’lerde yaşamış olan gezgin tarihçi İbn Havkal, Hoy’dan Diyarbekir’e kadar olan şehirleri ve mesafeleri aktarıyor. “Meyafarqin’den (Silvan’dan) Amed’e dört gündür”
’Selahaddin Eyyubi 1183 yılında Humus, Amed, Antep ve diğer yerleri kısa bir kuşatmadan sonra ele geçirdi. Sonrasında Halep’i de aldı ki bu zaferi Şam’ın ünlü şairi tarafından methedildi. 1186 yılında ise Diyarbekir’i alarak krallığının sınırlarını…’
- Tarihçi ve dilbilimc, Sir W. Besant, 1871
Kasım 1928 tarihi itibariyle yeni alfabede (Latin Alfabesi) yayımlanan mecmua ve gazetelerde de Diyarbekir’in eski isminin AMED olduğunu açıklayan ibareleri çeşitli haber ve makalelere görebiliyoruz. Buna bir örnek 6 Şubat 1933 yılında Son Posta Gazetesi’nin 4. Sayfasında çıkan ‘Diyarbekir’in isminin ismi değişecek mi?’ haberindeki ibaredir.
Bu arada belirtmekte fayda olan bir husus da 1925 Şark Islahat Planı/Kanunu doğrultusunda isimlerin Türkçeleştirilmesi politikalarına hız verilmişti. Bu konuyla ilgili resmi kurum ve kuruluşlar hazırlıklar ve çalışmalar yaparak teklifler hazırlıyorlardı. 1937 öncesi, yani ta 1933 yılında Diyarbekir isminin değiştirilmesi teklifinin verilmiş olması bunun açık bir örneğidir.
1930’lu yılların ünlü roman ve hikâye yazarlarından biri olan Orhan Rahmi Gökçe de 17 Nisan 1938 tarihli Anadolu Gazetesi için kaleme aldığı ‘Tarihten Bir Yaprak- Amed Kızları’ adlı anlatımında, Diyarbekir için ‘şehrin eski adı Amed’dir’ açıklamasını yapmıştır. Gökçe, yazdığı aşk, ihtiras, romantik ve macera içerikli eserlerini tarihte vuku bulmuş gerçek hadiseler üzerine inşa ederek paylaşması ile ünlenmiş bir yazardı. 1904 yılında Tire’de doğmuş ve 1972 yılında da vefat etmiş olan Gökçe’nin çeşitli mecmualarda yayımlanmış onlarca yazısı ve bağımsız eseri bulunmaktadır. Yazar ‘Amed’in Kızları’ adlı anlatımında, Sasani kralı I. Kubad’ın 503 yılında Bizanslıların (Doğu Roma) hakimiyetindeki Amed şehrine saldırılarını temel alarak, aşk ve ihtiras dolu bir hikâye kaleme alıyor. Tarihte Amida Kuşatması olarak bilinen ve Sasanilerin zaferi ile sonuçlanan bu kuşatma, birçok tarihçi tarafından detaylı bir şekilde aktarılır.
Orhan Rahmi Gökçe’nin 17 Nisan 1938 Anadolu Gazetesinde çıkan ‘Papasın Odasındaki Mechul Kadın – Amed Kızları, Amed Kızları Biz Geliyoruz!’ adlı yazısını birlikte okuyalım.
‘Ta ileride, başı dumanlı bir dağın böğrünü yararak toprak yüzüne fırlayan Dicle nehri aheste aheste Diyarbakır’ın es merkezi olan Omida’nın surlarını yalıyor ve aşağı doğru kıvrılıyor. Kale burçlarında, Şarki Roma imparatorunun bayrakları sallanıyor: şehrin sahillerinde de İran hükümdarı Keykubad’ın bayrakları…
Tarih, İslamiyet’in doğuşundan az evvel (505 Miladi). Aşağı yukarı; ilk komünistlerden Mezdek’in (Fransızlar bunun mezhebine Mazdakizm derler) İran’da yeni baş kaldırdığı, her şeyde müsavat iddia ettiği, mülkiyet halklarını çiğnemek için etrafına insan toplamağa başladığı zaman…
İran ordusu, kendi dilinde ‘Amed’ dediği bu eski şehri günler var ki mütemadiyen döğüyor, mütemadiyen hırpalıyor. Fakat kale, çelik bir göğüs gibi her hücumu püskürtüyor, her kendisine saldıranı ezip hırpalıyordu. Roma ve İran’ın adeta bir izzeti nefis sahnesi olan bu dağlarda, kim bilir kaçıncı boğuşma geçiyordu.
Fakat bu defa İran, karşısında artık eski kale yerine imparator Konstantin tarafından tahkim edilerek ahfadına bırakılmış bir dağ bulmuştu. İçeride, taş, kaynar zift, kıpkırmızı kütükler fırlatan bir yığın makine vardı. Şehir, esasen çoktan buna hazırlanmıştı.
Kale dibine yaklaşan İran ordusunun içine hiç durmadan iri kaya parçaları savruluyordu. Bir aralık, alevli nar gibi kızarmış odun parçaları yanmaya başlıyor ve çığlıklar yükseliyordu. Hükümdar Keykubad ise mütemadiyen bağırıyordu:
- İleri! Bu kaleyi zapt etmeden dönmek yok! Başını geri çeviren ölümü benden bulacak.
Günler geçiyordu. İran ordusu sanki muazzam bir değirmenin taşları altında kalmış gibi günden güne eriyor ve asker arasında homurtu başlıyordu.
- Ne olacak ne yapacağız?
Ertesi sabah şafakla beraber gene aynı kanlı hücumlar, aynı kırılışlar başlıyordu.
Akşam vakti, Kubad büyük bir kayanın dibinde kurulan çadırında derin derin düşünüyordu. Tehlike, korkunç bir kartal gibi başının üstünde dolaşmakta ve vezirleri de sükût içinde beklemektedir. Hükümdar birden başını kaldırdı:
- Kahinlerimi – dedi – kahinlerimi getirin ve siz çıkın. Evet, çıkın. Çünkü ne sizin dirayetiniz ne benim askerlik ve kahramanlığım işe yaradı.
Biraz sonra, üç meşhur İran kâhini içeriye girdiler ve çadırın perdeden kapısı kapandı. Orduda bir haber yayıldı:
- Kahinler bize doğrusunu söyleyecekler. Bakalım kale bizim olacak mıdır, olmayacak mıdır?
Eski İranlıların en küçük neferinden en büyük kumandanına, en cahilinden en münevverine kadar herkes, kâhini dinler ve onun sözüne inanırdı. Kâhin, Allah’a en yakın mahluktu.
Artık ortalık kararmakta ve soluk bir mehtap, ufuktan yavaş yavaş akmaktadır. Çadırın kapısı açıldı, kahinler birer birer çıktılar, esrarengiz, garip bakışlarla Amida kalesinin siyah surlarına baktılar ve bir anda bütün gözler oraya çevrildi. Orada gölgeler vardı; hiç şüphesiz muhafızların gölgeleri…Fakat kahinlerden biri:
- Zafer’- diye – bağırdı, Zafer! İşte Amed dilberleri bekleşiyorlar. İşte surların üstünde, Amed’in çıplak bakireleri, kahraman İran askerini davet ediyorlar.
Diğer kahinler de ağır ağır bu sözleri tekrarladılar.
- Kolları açık, göğüsleri hasretle dolu Amed kızları!
Ve biraz durdular. Üçü birden tekrar bağırıştılar.
- Zafer İran’ındır. İşte, mehtap doğuyor.
Ordu garip şekilde manyetize edilmiş gibi kımıldadı. Efrad, surlara bakıyor, orada adeta heykellere benzeyen, çırılçıplak, kalçaları fırlamış, kolları vuslat iştiyakı ile açılmış kızlar, kadınlar görüyordu.
- İşte, bizi çağırıyorlar… Bizi istiyorlar… Bizi bekliyorlar!
Ve ordu, birdenbire bu garip ve uydurma telkinin altında coşuverdi:
- Zafer istiyoruz… Zafer… Amed kızlarına varmak istiyoruz, onları bağrımıza basacağız…
Haykırışlar, gece karanlığında kale bedenlerine çarpıyor ve etrafa bir garip uğultu yayılıyordu. Tam bu sırada, filhakika, papaz kulelerinin pencerelerinden birinde büyük bir ışık belirdi ve çırılçıplak bir kadın hayali, oradan kollarını uzattı, birtakım işaretler yaptı. Baş kâhin onu görünce kendi kendine:
- Tamam – dedi – kaleyi zapt edeceğiz!
Bu kadın kimdi? Bir hayal mi yoksa bir hakikat mi?
Papaz kuleleri sırt sıra yetmiş iki parçadan ibaretti. Hepsinde, ayrı ayrı papazlar oturuyordu ve ruhani reisleri olan başpapaz, ortadaki en yüksek, en muhteşem kulede bulunuyorlardı. Bu kuleleri, Şarki Roma imparatoriçelerinden Odoko yaptırmıştı.
Başpapaz, bu akşam gizli bir düşüncenin ve tatlı bir heyecanın tesiri altındaydı. Papazlarına şu emri vermişti:
- Bu akşam biraz içiniz, güzel rüyalar göreceksiniz. Allah’a dua ediniz, size kendi şarabımdan da göndereceğim.
Papazların sevincine payan yoktu.
Muhasara başlayandan beri ağızlarına hiç içki koymamışlardı. Fakat başpapazın bir emri de şuydu.
- Zinhar kulelerinizden çıkmayınız. Çünkü halk şarap bulamaz oldu, belki müteessir olurlar.
Gecenin saat 10’u idi. Kulenin iç kapısı hafifçe vuruldu. Başpapaz, zaten kapı arkasında bekliyordu. Kapıyı gürültüsüzce açtı ve baktı:
- Gir evladım, gir seni bekliyorum.
Baştan aşağı siyahlarla bürünmüş, yüzü örtülü bir kadın içeriye daldı. Biraz sonra her ikisi de başpapazın hususi dairesinde idiler. Kadın, sırtındaki siyah bornozdan sıyrılınca, sanki zifiri bir gecenin koynundan bir ay parçası çıka geldi. Papaz, bir deli gibi ona yaklaştı. Onu evveli ellerinden tuttu:
- Seni takdis ediyorum yavrum! Her günahın affedilecek evladım!
Kadın yavaş yavaş çıplak göğsünü papaza doğru yaklaştırıyordu. Papaz sararmaya, titremeye başladı. Altmışından sonra, böyle yirmi yaşlarında ve bahar kadar kokulu, Venüs kadar muhteşem bir dilberi göğsüne basacağını hiç hatırlamamıştı. Seneler var ki, bu dairede kadın hasreti ile bütün gençliği, bütün heyecan çağları mahvolup gitmişti. Fakat şimdi. Genç kıza atıldı. Onu dudaklarından, göğüslerinden, kollarından ihtiyar bir hayvan iniltileri içinde öptü, kokladı. Genç kız bu sabah günah çıkartmaya gelmişti. Aile efradının civar köylerde İraniler tarafından öldürüldüğünü, kendisinin de bekrinin izale edildiğini söylemişti. Günah çıkartması da bundandı.
- Pederim, biraz şarap!
- Şarap mı istiyorsun yavrum? Hemen şimdi! Beraberce içelim hem de.
Başpapaz kendi eliyle kadehleri doldurdu. Genç kadın, dayanılmaz bir işve ile, iri siyah alevli gözlerini süzdü:
- Bir daha – dedi – muhterem pederim, bir daha! Ben böyle şarap hiç içmedim!
İhtiyar başpapaz, elleri ayakları dolaşarak:
- Hay hay yavrum, istediğin kadar iç ve bundan sonra hep burada kal.
- Fakat beraber içeceğiz. Ben sensiz içemem sevgili pederim.
- Ben de içerim, ben de.
Üçüncü, dördüncü kadehleri de genç kadın doldurdu. Kafa altüst olmuştu. Bir ara genç kadını yakaladı ve arka odaya sürükledi. Karanlıklara gömüldüler. Çok geçmeden, gene çıktılar.
- İçelim pederim! Bu akşam çok mesudum.
Papaz hala mırıldanıyordu. Ağzından, zevkin bütün tadı sızıyordu:
- Ben de! Ben de!
Kadehler o kadar çoğalmıştı ki, papaz artık ortalığı bir yarı bulut arkasından görmeye başladı.
- Pederim, sizi yatırayım mı?
- Evet yatır. Sen de yanıma gel! Kokunu alayım. Kollarında yatayım. Mesih bu ilahi gecemizi takdis etsin yavrum.
Papaz o kadar bitmişti ki, yatağına uzanır uzanmaz sızdı. Genç kız da birdenbire doğruldu. Sırtına papazın cübbesini geçirdi. Duvarda asılı bir kılıcı ve yatağın başucundaki kule kapısının anahtarlarını kaptı. Bir gölge gibi, bir rüzgâr gibi aşağıya kaydı. Uzaktan uzağa nöbetçilerin ayak sesleri duyuluyordu. Kilidi çevirip, ardından kapının arkasındaki kalın demir sürgüleri yavaşça çekti.
Tamamdı! Artık açılmıştı. Kendisi dışarıya çıktı ve kapıyı tekrar kapayarak karanlıkta ağır ağır, sürüne sürüne ilerledi. Baş kâhinin çadırına doğru gidiyordu. Her iki taraf, karşıdan karşıya, gece olmasına rağmen birbirlerine hala kaya parçaları savurmakta idiler. Yarım saat sonra, İran ordusu, bir gece taarruzu ile yerinden oynadı. Fakat kaledekiler aldırış etmiyorlardı. O güne kadar tam elli bin İranlı öldürmüşlerdi. Düşmanın kaleye girmesine imkân yoktu.
Bir müfreze, papaz kulelerine doğru koşuyordu. En önde yalın kılıç, başı ak tolgalı, göğsü zırhlı biri ilerliyordu.
O genç kadın… Kapının dibine varmıştı. Bu kapı, surlardaki nöbetçiler tarafından görülmüyordu. Zaten kalenin kenarına düşüyordu. Genç kadın bir omuz verdi, kapı açıldı. Müfreze, dal kılıç içeri girer girmez, genç kadın yukarı sıçradı. Papaz hala yatıyordu. Ona bir tekme vurdu:
- Kalk hain – dedi – kalk köpek!
Papaz gözlerini açar açmaz haykıracak oldu, fakat kadının kılıcı tam kalbine saplandı. Karanlıkta bir, iki, üç müfreze daha sırtı sıra girdi ve bunu hiç kimse hissetmedi. Sarhoş papazlar, horul horul uyuyorlardı. Fakat yarım saat sonra, kale içi, büyük bir dehşet ve korku içinde çınladı:
- Basıldık basıldık! Bizi haince sattılar!
Kıyamet kopuyor, uyku şaşkınlığı içinde sağa sola koşuşanlar İranlıların kılıçları ile yuvarlanıyorlardı. Kale kapılarından biri daha açılmış ve İran askeri:
- Amed kızları! Amed kızları biz geliyoruz!
Naraları ile saldırmışlardı. Her şey bitmişti. İç kale, bir iki saatlik kısa bir mukavemetten sonra teslim oldu. İran ordusu, Amed kızlarını ve kadınlarını kucaklarken, hükümdar Kuba da baş kâhinin getirdiği genç bir kadına bakıyordu:
- İşte hükümdarım; kaleyi zapt eden ne sizin kılıcınızdır ne de benim kehanetim. Kale kapılarını açan, kızımın gözleridir, kızımızın vücududur. Onu ben tam üç ay evvel bu kaleye sokmuştum.
Kubad, bu güzellik karşısında titremekten kendini alamadı ve biraz sonra genç kadına hafifçe şunları söyledi:
- Benim de kalbimin kapılarını açın ey dilber! Taç ve tahtım senin olsun. Bu gece seni bekliyorum.
Orhan Rahmi Gökçe, 17 Nisan 1938, Anadolu Gazetesi, sayfa 7-8
Kaynak: Bitlisname