Bekir Ağırdır / K24
Son 10-15 yıldır hemen her ülkede karşımızda olan popülist liderler ve iktidarlar döneminin sonu göründü. Neredeyse her ülkede muhalefet sağ-sol ayrımına takılmadan geniş ittifaklarla, popülizmin ve otoriterleşme eğilimlerinin önüne geçmeye çalışıyor
Son bir ayda İtalya’da yerel seçimler, Almanya’da genel seçimler yapıldı. İtalya’da yerel seçimlerin ilk turu 3-4 Ekim’deydi, sol partilerin adayları Milano, Napoli, Bologna gibi büyük şehirlerde yüzde 50 üzerinde oy alarak belediye başkanlığına seçildi, Roma ise ikinci tura kaldı.
İlk turda hiçbir adayın yüzde 50 üzeri oy alamadığı yerlerde 17-18 Ekim’de ikinci tur seçimler yapıldı, Roma’da, Torino’da merkez-sol ittifakın adayları kazandı. İtalyan basınına göre “sol büyük şehirlerde zafer kazandı, sağ nakavt oldu, popülistler düştü”.
Almanya genel seçimlerinde ise Merkel yönetimindeki 16 yıllık muhafazakâr iktidar sonrasında merkez soldaki Sosyal Demokratlar (SPD) yüzde 25.7 oyla birinci parti oldu ve muhtemelen yüzde 14.8 oy alan Yeşiller ve yüzde 11.5 oy alan Liberal Demokratlar ile koalisyon kuracaklar.
Yakın zaman önce Macaristan yerel seçimlerinde başkent Budapeşte’yi muhalefet partilerinin ortak adayı kazandı. Muhalefet yüzde 51 oy aldı ama Urban’ın yönettiği koalisyonun adayına da yüzde 44 oy çıktı. Muhtemelen popülist ve keyfiyetçi Urban’ın yönettiği Macaristan’da 2022 genel seçimlerinde muhalefet partilerinin oluşturduğu ittifak, gidişatı değiştirecek oya kıl payı farkla da olsa ulaşacak.
Benzer bir süreç İsrail’de yaşandı ve ‘bir araya gelemez’ denilen muhalefet partileri bir koalisyon kurarak popülizmin, ayrımcılığın ve otoriterliğin sembolü Netanyahu iktidarını sonlandırdı. Ama unutmayalım hala Netanyahu en çok milletvekili sahibi partinin lideri ve liderliğini yaptığı koalisyonun 59 milletvekili, muhalefetin oluşturmayı başardığı koalisyonun ise 61 milletvekili var.
ABD seçimlerini hatırlayalım, Biden 81 milyon oy alarak yüzde 51.4 oranına ulaştı ama Trump’ın kazandığı yüzde 46.9 oranındaki 74 milyon oyu da unutmamak gerek. Seçim de zaten Biden’dan çok Trump karşıtlığının ürettiği toplumsal muhalefet enerjisinin ortak başarısıydı.
Solun zaferi demek için henüz erken
Bana kalırsa İtalyan basınının “solun zaferi” başlığı için biraz erken demek mümkün. Sencer Ayata’nın Almanya seçimleri için yaptığı “Sosyal Demokrat Parti (SPD) seçimin bir bakıma galibi ama büyük ve kesin bir zaferden söz etmek de zor” cümlesi yukarıda özetlediğim ülkelerin seçim sonuçlarına uyarlanabilir.
Özetlediğim seçimlerde sol ya da sağ zaferlerden çok iktidarlara karşı geniş bir ittifak hareketinin oluşması daha anlamlı ve önemliydi. Bu geniş koalisyonların, ittifakların oluşumunun solun zaferinden daha çok başka bir şeyi ima ettiğini sanıyorum ben.
Son on, on beş yıldır hemen her ülkede karşımızda olan popülist liderler ve iktidarlar döneminin sonu göründü aslında. Ama yeni iktidarların sol olmalarından çok popülist, keyfi, otoriter iktidarlara karşı muhalefet hareketlerinin ittifakı ve ‘gidişatta dengelenme ihtiyacı’ öne çıkıyor. Elbette yukarıda özetlediğimiz ülkelerin seçimlerinde popülist liderlerin ve hareketlerin hâlâ yüzde 45-49 aralığında oy alıyor olduklarına da göz ardı etmemek, bu kitleleri ve liderleri var eden dinamikleri düşünmek, anlamak gerek.
Popülist liderleri yaratan dinamikler
Her bir ülkenin popülist liderler ve iktidarlar dönemini tetikleyen özgün nedenleri olsa da sürecin ortak küresel dinamikleri vardı. İnsanlık uzun süreden beri büyük bir değişim sancısı yaşıyor. İklim değişikliği başta olmak üzere kuraklık, doğal kaynakların azalıyor olması gibi sorunlar üretim ve yaşam biçimini, teknolojik sıçrama yönetim modellerini, iş yapış biçimlerini değişime zorluyor. Bir yandan ekonomiler küreselleşirken sorunlar da küreselleşiyor, diğer yandan tüm dünyada adaletsizlik ve yoksulluk kalıcılaşıyor. Teknolojik sıçrama ve bilgi ekonomisine geçişin ürettiği avantaj ve dezavantajlar nedeniyle gerek her ülke içinde gerekse ülkeler arasında ekonomik eşitsizlikler ve sınıflar arası farklar kapanmayacak biçimde açılıyor ve kalıcılaşıyor.
Tüm bu değişime, yeni sorunlara karşı insanlığın geliştirdiği küresel sorun çözme mekanizmaları çalışmıyor. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, ne Paris İklim Antlaşması ne de İstanbul Sözleşmesi gibi bağlayıcılığı olmayan mekanizmalar sorunları çözmeye yetiyor. Pandemide de deneyimlediğimiz gibi Dünya Sağlık Örgütü’nün rol tanımı da kapasitesi de küresel bir sorunu yönetebilmekten uzak. İnsanlığın ve ülkelerin elinde hala sorun çözme, kural koyma kapasitesi olan devlet aygıtı dışında güçlü, etkin bir aygıt, mekanizma olmadığını gördük son kırk yılda.
Siyasi kapasite yetersiz kaldı
Gelen çağ değişimi aynı zamanda her toplumun, her bir ülkenin her bir kurumunun içinde değişime ayak uydurmayı, yeniyi inşa etmeyi isteyenler ile değişimden korkanlar, statükoyu, var olan güç ve pozisyonlarını korumaya çalışanlar gibi bir yarılmayı tetikledi.
İletişim, bilişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişim göçleri, şehirleri, ilişkileri değiştirdi. Özellikle metropollerde hızlanan, çok boyutlu, çok aktörlü, çok katmanlı gündelik hayatın doğal sonucu endişe duygusunun artması, kimliklere sığınma gibi bir dizi yeni bir dizi toplumsal sorun üretti.
Daha önemlisi gelen çağa, olması gerekene dair hikâye yazılamadı. Bilgiler de siyasi kapasiteler de yetersiz kaldı. Gelecek hikâyeleri distopyalara dönüştü.
Bu ritim ve zihin haritalarındaki değişim yeni bir ütopyaya enerji kaynağı olması gerekirken tersi oldu. Devletler ve devletçi zihniyetler, siyasetler değişim karşıtı hareketler korku politikalarına yaslanarak güçlendi.
Küresel ara buzul döneme girdik
Bu sürecin elbette bir köşe yazısı içinde değil ciltler dolusu analiz etmemiz gereken yönleri, dinamikleri, sonuçları var. Ama sonunda insanlık gele gele özgürlükler ile güvenlik, refah ile demokrasi ikilemlerine sıkıştı. Doksanlı yıllarda ulus devletlerin gücünün bir kısmının küresel örgütlere ve iş birliklerine bir kısmının yerel yönetimlere kayacağı düşünülürken, tersine ulus devletlerin güçlerini tazeleyerek yeniden sahne aldıkları bir aşamaya gelindi.
Bir küresel ara buzul döneme girdi insanlık. Umudun değil umutsuzluğun, neşenin değil endişe ve korkunun, yeniyi merak etmenin değil tedirginliğin hâkim olduğu bir zihni iklim oluştu.
Bu karmaşayı tıkanan temsili demokrasiyi katılımcı demokrasiye çevirerek çözebileceğimiz yerde ayrımcılığın, nefret söyleminin, otoriterliğin yükseldiği özgürlüklerin yeniden tartışılır olduğu, değişimin-özgürlük-hak taleplerinin kaos ve anarşi üreteceği korkusunun güçlendiği bir ara döneme girdi insanlık.
Her toplum kendi meşrebince benzer süreçleri yaşadı ve dünyada “yeniden devlet” diyen popülist hareketler ve liderler yükseldi. Son on yirmi yıldır, neredeyse her ülkede, sosyal demokrasinin beşiği İskandinav ülkelerinde bile popülist ve şoven hareketler güçlendi. Trumplar, Putinler, Netanyahular, Sarkozyler bu dönemin aktörleri olarak, üstelik toplumsal rızaya dayanarak, her toplumun yarısının oylarını alarak iktidar oldular.
Dünya yeni çağın kurum ve kurallarını yazamadan popülist hareketlerin ve liderlerin elindeki devlet aygıtıyla keyfiliği, yeniden merkezileşmeyi, yeni tip otoriterleşmeyi yaşadı. Üstelik bu liderlerin yönetimindeki devletlerin eski dönemin çıkar tanımları, dış politika söylem ve enstrümanlarıyla küresel ölçekte yeni bir egemenlik ve bölüşüm kavgası büyümeye, şiddetlenmeye başladı.
Dünya hâlâ yeni hikâyesini arıyor
Pandemi, eşlik eden ekonomik kriz, devam edeceği gözlenen küresel ekonomideki ritim bozukluğu, iklim değişikliğinin ürettiği sorunların giderek büyümesi, kalıcılaşmaya başlayan adaletsizlik ve yoksulluk, her ülkenin kendi içindeki kutuplaşmalar gibi karşı karşıya olduğumuz sorunlar yumağı insanlığı yeniden düşünmeye zorluyor. Her ülke popülist lider ve iktidarlarla bu sorunları çözemediği gibi sorunların büyüdüğünü, hatta arttığını deneyimledikçe bir dengelenme ihtiyacı güçleniyor.
Popülizme karşı yalnızca itirazdan beslenen bazı siyasi hareketler bazı ülkelerde saman alevi gibi parlayıp sönseler de henüz insanlığın elinde gelen çağa dair yeni bir ütopya, bir hikâye yok. Bir bakıma gelecek hikâyesini ve o hikâyeyi hayata geçirecek yeni siyasetleri arıyor.
Yine de hemen her ülkede popülist iktidarlara karşı sağ-sol ayrımına takılmadan geniş ittifaklar oluşturularak, popülizmin ve otoriterleşme eğilimlerinin önüne geçilmeye çalışılıyor. Çünkü popülist iktidarların, tüm handikaplarına karşın var olan geleneksel devlet aygıtını bile bozan keyfilikleri, kendi toplumları içinde bile kutuplaştırıcı siyasetleri, tüm düzeni denetleme hayallerinin ürettiği hasar o denli büyük ki geniş koalisyonlarla önce bir denge oluşturma çabası gözleniyor. Yeni iktidarlar yeniyi inşa edecek bir ütopyadan değil, popülizmi durdurma ihtiyacından besleniyorlar şimdilik.
Popülizmi daha kaba popülizmle ve onun silahlarıyla yenmek mümkün değil. Çünkü sorun yalnızca popülizmden kurtulmak değil gelen çağa, sosyolojik değişimlere uygun yeniyi, katılımcı demokrasiyi, toplumsal barışı, eşitliği, adaleti, özgürlükleri inşa etmek.
Sol insanlığın vicdanı olarak küresel ara buzul dönemin bu dengelenme arayan yeni etabından sonra güçlenecek. İtalyan medyasının yerel seçim sonrası manşeti olan ‘solun zaferi’ni konuşmak, ancak solun gelen çağa, dengelenmeyi üreten önümüzdeki etabın sonrasına üreteceği cevabı gördükten sonra mümkün olacak. Ancak o zaman kimlikler değil sınıflar arası gerilim yeniyi üretecek enerjiyi sağlayacak.