“Annemin bir sitemi var Acun Abi. Hep soruyorum anneme, ‘anne nasıl buluyorsun şarkılarımı?’ diye. Annem de ‘oğlum ben senin şarkılarından bir şey anlamıyorum ki’ der. Annem bir kelime bile Türkçe bilmez. Hep ısrar ediyordu bana ‘niye Kürtçe şarkı okumuyorsun?’ diye. İzniniz varsa eğer küçücük bir, küçücük bir, ben bebekken kulağıma fısıldadığı bir ninni vardı, burada annemin gönlünü almak için küçücük, 20 saniyelik bir ninni okumak istiyorum”.
Bu sözler dün O SES Türkiye yarışmasında yarı finalde elenen Mardinli Kürt ses sanatçısı Hayri Kasaç’a ait.
Hayri’nin bu sözleri üzerine epey tartışma sosyal medyada yürütüldü zaten. Kimileri linç etti Hayri’yi, çoğunluk bu istenen “küçücük” izin için ne kadar utandığını belirtti, kimileri tebrik etti. Hayri’yi o “küçücük” izni almaya iten koşullar her zamanki gibi pek konuşulmadı. Utanması gereken elbette Hayri değil, ona o “küçücük” izni almak zorunda hissettirenlerdi.
Sadece üç hafta önce Yeni Yaşam Gazetesinde başka bir haber vardı. Haberde Kürtçe Xwebun gazetesinin “dili anlaşılamadı” diyerek tutuklulara verilmediği yazıyordu. Yine geçen ay, Sağlık Bakanlığının altı dilde hizmet verdiğini ama bu altı dilin içinde Kürtçe olmadığını öğrenmiştik. Sağlık Bakanlığı Fransızca, Arapça, İngilizce, Rusça, Almanca ve Farsça hizmet veriyor ama bu ülkenin en az dörtte birini oluşturan Kürt vatandaşlarının dilinde hizmet vermiyor.
Dil birçok Kürt gibi benim de en hassas olduğum konulardan biri. Kendi anadilini bilmemek, o dilden ve o dilin kapsadığı dünyadan kopmak ve koparılmak ne demek birçok Kürt çocuk gibi ben de iyi biliyorum. Türklük ve Türkçenin yüceltildiği, Kürtlük ve Kürtçenin cezalandırıldığı ve aşağılandığı bir ortamda büyümek benim jenerasyonum Kürt çocuklar için ağır bir travma oldu.
80’lerde “Vatandaş Türkçe Konuş, Çok Konuş” propagandasının yoğun yapıldığı yıllarda ilkokula başlayan bir çocuk olarak, öğretmenimin öğrettiklerinin izinde sadece kendim en iyi şekilde Türkçe konuşmaya çalışmaz, yakınımdakilerin de bu dili en iyi şekilde kullanmasını isterdim. Okulda bana öyle öğretilmişti: Türkçe iyiydi, Kürtçe kötü. Türkçe konuşan iyiydi, Kürtçe konuşan kötü. Biz “iyi” çocuklar olarak ailemiz ve çevremize örnek olmalı, onların da “iyi” insanlar olmalarını sağlamalıydık.
Altı yaşında düştüğüm yüksek merdivenler, cuma günlerimin kâbusu olmuştu. Düşme sonucu darmadağın olan dişlerimi tekrar yerine oturtmak dört-beş yıl alacaktı. Bu yıllar boyunca her Cuma günü gittiğim dişçi koltuğunda, beni dişçiden çok daha fazla korkutan başka bir şey vardı: Annemin Türkçeyi iyi konuşamaması!
Şehitlik'teki evimize çok uzak olan Hastaneler Caddesi’ne (ki benim gözümde caddedeki yoğun askeri kalabalıktan dolayı askerler caddesiydi ismi) her cuma annemle gitmek zorundaydım. Askerlerin, tankların, Kürtçe konuşanlara hiç de kibar davranmayan Türkçe konuşan doktorların arasında geçireceğim bir saat, bana ıstırap gibi gelirdi. Perşembe günlerinden itibaren karın ağrılarım tutar, beni bir korku salar, cuma günü o caddeden çıkana kadar da geçmezdi.
Korkuyordum doğrusu. Doktorun soracağı bir soruya olur da annem Kürtçe cevap verirse, acaba anneme bir şey yaparlar mıydı? Bu nedenle doktorun anneme sorduğu her soruya ben karşılık verir, böylece kendimce annemin bir “hata” yapmasını engellemeye çalışırdım. Doktor da karşısında her soruya hızla cevap veren bu küçük kıza bakar, anneme sürekli “Ne kadar zeki bir kız” derdi. Muayene bitiminde, o caddeden çıkana kadar annemin elini sıkı sıkı tutar, onu askerlerin arasından hızla sürükleyerek oradan uzaklaştırmaya çalışırdım. Kendimce annemi “olabileceklerden” korumaya çalışıyordum.
Annem güzel Türkçe konuşsun diye ona ne çok baskı yaptım, ne çok... Sürekli annemin kelimelerini Türkçesiyle düzeltirdim. Bugün, düşünüyorum da annem için epey zor olmuş olmalı çocuklarından bu muameleyi görmek. Uzun yıllar boyunca, lisede bize yapılanları idrak edip aklım başıma gelene kadar, anneme kendi kimliğini unutması için baskı yaptım.
Anadilini bilmemek, anadilinden böylesine hoyratça koparılmak, anadilinin ve kimliğinin sürekli aşağılandığı bir ortamda büyümek, benim gibi birçok Kürt çocukta derin yaralar açtı. Dil yarası, sadece anne babalarımızla da değil, birçok yakınımızla ilişkilerimizde de belirleyici oldu.
Bunca yıl geçti, Kürt çocuklar halen anadillerinde eğitim alamıyorlar. Anadilimiz hala yasak. Bazen “bilinmeyen bir dil”, bazen “anlaşılmayan dil”, bir vatandaş olarak beni de temsil etmesi gereken Mecliste ise X’lenen dil. 20 milyon insanın anadili için 20 saniye izin istenen bir ülkede yaşıyoruz. Hayri’nin kendi dilinde 20 saniye ninni söylemek için mahcubiyeti herkese utançtır. O “küçücük” söyledi, ama bu ülke “büsbüyük” utansın!
Haftaya, 21 Şubat Dünya Anadil Günü. Tüm dünyada anadilin önemi konuşulacak, kültürel çeşitlilik ve çok dillilik kutlanacak. 21. yüzyılda benim anadilim ise hala yasaklı ülkemde. Çocukluğum düşüyor yine aklıma, annem düşüyor. “Şûşe” diyor annem. “Hayır” diyorum kızgınlıkla, “o şûşe değil, bardak”.
Bu yazı ilk olarak Ahval’de yayınlanmıştır