BİR DÖNEM BİTERKEN…

Mehmet Gül

Türkiye’de, içinde bulundukları olumsuz şartlara karşın yönetilenler ciddi bir itirazda bulunmadıkları halde yönetenler, artık üstlenmiş oldukları rolü oynayamamaktadırlar. Bu ‘yönetememe hali’, sadece, ‘yeni bir Türkiye’ vadedip 18 yılın sonunda gerçek anlamda tam-takır bir Hazine bırakan iktidar partisi için değil, yönetimin bir parçası olan muhalefet için de geçerlidir. Birincisi iktidardan gidemiyor, ikincisi iktidar olamıyor ya da olmak istemiyor!

Yasalın ilgası

Türkiye şartlarında ilginç olan ve üzerinde düşünülmesi gereken durum şudur ki, yönetsel anlamda‘yerleşik hale gelmiş teamüller’ ve ‘değerler’ bir yana,‘devlet işlerinin yürütülmesi’ için uyulması gereken asgari formel kurallar dahi dikkate alınmıyor. Bu konuya yüzlerce örnek verilebilir fakaten çarpıcısı, bizzat Erdoğan tarafından ifade edildiği gibi, çağdaş burjuva düzeninin sürdürülmesi için ittifak halinde kabul edilen ‘yasama-yürütme-yargı’ erkinden müteşekkil ‘kuvvetler ayrılığı’ yerine, yürütmenin belirleyici olduğu ‘kuvvetler birliğinin’ hayata geçirilmiş olmasıdır.

Öyle ki, yönetsel anlamda artık yerleşik hale gelen ‘Saray’dan onay alınmadan, bürokratik sorumluluk gerektiren herhangi bir hizmet verilmiyor. ‘Akçeli işler’ gündeme geldiğinde tıkır tıkır işleyen devlet mekanizması, hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda kayış atıyor. Çağdaş devletlerde ciddi bir kurum olan ve kimi ülkelerde yönetimin kalbi niteliğindeki parlamento, Türkiye’de, sadece rejimin incir yaprağı niteliğinde ve en çok ‘dokunulmazlıkların kaldırılması’, siyaset adına bir şeyler söylemeye çalışanların tehdit edildiği bir sopa olarak kullanılmaktadır. Düşünün ki halkın oyuyla seçilen vekiller bu ‘yüce makamda’ özgür bir şekilde konuşmaktan yoksundurlar; hatta Kürtlerden ve Kürdistan’dan söz ettikleri zaman 10,000 TL para cezası ödemektedirler.

Yargı sizlere ömür

Dahası var; rejimin sac ayaklarından biri olan yargının artık ‘sizlere ömür ’hali, bizzat o kurumun başındaki şahıs tarafından ‘kime dokunursa dokunsun, yargı reformu şart’ denilerek ilan edilmiş durumdadır. Türkiye şartlarında ‘hukuksal anlamda en yüksek makam’ olan Anayasa Mahkemesinin almış olduğu kararlar yerel mahkemeler tarafından defalarca tanınmadı. Bu kararları uygulamakla mükellef ‘yürütme’ bir tepki göstermiyorsa onaylıyor demektir. Böylece Yargının ‘bir yerlerden gelen emirler’ doğrultusunda hareket ettiği görüşü, inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki, Yönetimin kendisi dahi altına imza attığı uluslararası anlaşma ve sözleşmelere uymamaktadır. S. Demirtaş davasına ilişkin AİHM’nin aldığı karar ve yönetimin tutumu ortadadır. Şu anda S. Demirtaş, O. Kavala ve A. Altan gerçek anlamda ‘politik sebeplerle cezaevinde tutulan tutsaklardır’. Bu kişiler politik şahsiyetlerdir fakat içerde olmaları politik eylemlerinden kaynaklanmıyor, yönetim pozisyonunda olan rakipleri, onları, kendi politik aksiyomlarına karşı durdukları için hapsediyor. Yargılanıp beraat ettikleri halde içeride tutulmalarının gerçek sebebi budur.

Muhalefet ne yapıyor?

Kötü yönetim sonucunda ‘siyasal Türkiye’ hızla göçerken her yönüyle ‘hayat kalitesi’de düşüyor.Gene Erdoğan’ın tabiriyle ‘bir şirket gibi yönetilen Türkiye’de’ ekonomik çöküş kitleleri yığın halinde yoksulluğun ve açlığın pençesine iterken,halk adına hareket ettiğini iddia eden muhalefet,bu kötü gidişata ‘dur’ demek ve kitleleri seferber edip iktidar olmak yerine, adetayönetimi tolere etmekte, olası bir iktidar değişikliği için 2023 yılını göstermektedir. ‘Ölme Eşeğim yaz gelsin!’Fakat bu 2023 yılı, pekâlâ muhalefetin de muhalefet olmaktan çıkacağı bir yıl olabilir çünkü iktidar, ‘bir gün hükümet olacağına dair güzel hayaller kuran’ bu muhalefet karşısında, Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu’nun da itiraf ettiği gibi, kazansa bile iktidarı teslim etmeyeceği bir konsept oluşturmanın peşinde!

Kuşkusuz ‘söylem’ düzeyinde birtakım itirazlar oluyor.Hatta son günlerde bu ‘sözlü itirazların’ dozunda farkedilir bir artışın olduğu da gözleniyor. Kılıçdaroğlu’nun son grup toplantısında yaptığı konuşma buna örnek gösterilebilir.Ya da Babacan’ın bir tür ‘ifşaat’ sayılabilecek geçmişe yönelik açıklamaları…Seçilmiş olduğu halde, Saray’dan gelen bir tek emir üzerine, hiçbir direnç göstermeden Başbakanlığı terk eden Davutoğlu’nun bugünlerde meydan okumasını da unutmamak lazım. Kimilerine göre muhalefetin bu ‘ciğer yemiş hali’ iki önemli unsura dayanmaktadır: Birincisi, henüz seçimleri kazanmamışken ettiği laflar nedeniyle, önemli oranda güç kaybetse de hala Dünya düzeninin yürümesinde etkili rol oynayan ABD’nin müstakbel Başkanı Biden’ın ettiği laflardır. Bir yıl önce yaptığı konuşmada Biden, öz olarak, doğrudan mevcut yönetimi hedef alıyordu. İkincisi ise, ekonomik ve siyasal yapı olarak bir hayli yıpranan mevcut yönetimin yerel seçimlerde büyük bir yenilgi alması neticesinde efsunlu olmaktan çıkıp dokunulur hale gelmesi, yaşanmakta olan ekonomik kriz nedeniyle zor günler yaşayan yığınların yavaş yavaş homurdanmasından cesaretle, ‘durumdan vazife çıkaran’ birtakım odakların ‘daha ne bekliyorsunuz’ diyerek muhalefeti motive etmesidir.

Türkiye şartlarında önemli ölçüde ciddiye alınan bu dayanakların işlevselliğini önümüzdeki günlerde göreceğiz fakat muhalefetin yükselen sesi ya da itirazları,iktidara yürümek için atılan adımlar olmaktan çok, artık ‘alışkanlık’ yaratmış, deyim yerindeyse, ‘o kadarı da olur’ türünden normal sayılması gereken tepkilerdir; her ne kadar bu tür tepkiler iktidar tarafından dikkate alınmıyor olsa da muhalefet, bir muhalefetin olduğunu göstermek için ‘usulen’de olsa bu itirazlarda bulunuyor.

Çünkü muhalefet de biliyor ki, tam takır hazine, büyük borç yükü ve yığınları her gün biraz daha yoksulluğun pençesine atan ekonomik çöküşün gerçek nedeni, birtakım rantiyenin finanse edilmesi ve yeni bir sermaye sınıfının yaratılmasının yanında esası Kürtleri bastırmak olan, devletin, Ortadoğu’da askeri olarak güçlenmeyi amaçlaması ve Güneybatı Kürdistan-Suriye, Doğu Akdeniz, Libya ve nihayetinde Azerbaycan’daki askeri varlığıdır. Bugüne kadar kendi beceriksizliğini izale etmek için kimi ‘gerekçeler’ icat etmekte gayet mahir olan AKP iktidarı, mevcut durumu da ‘kendi bölgemizin lider devletiyiz, yakında dünya devi olacağız, artık karnımız doyacak’ demek suretiyle ‘Neo-Osmanlıcılığın’ dayanaklarını oluşturmaya çalışırken, yaşanan ekonomik bunalımın yükünü çekmekten bizar düşmüş kitleleri de bu şekilde teselli etmektedir.

Bu nedenle muhalefetin söylemi, iktidarın yapamadığı‘bir başka işi ’yapıyor: Muhalefet, bu türden itirazlarla, esas olarak, yaşamakta oldukları hayatın cenderesinde her gün biraz daha ezilen ve iktidara sırtını dönüp çareler aramaya başlayan yığınların olası,‘beklenmedik’ tepkisini yumuşatmaya yönelik mesajlar veriyor. Yani,‘yönetemeyen iktidar partisinin’ açmazlarını, sistem adına, ‘yönetimin ortağı olarak muhalefet’ bu şekilde kapatıyor dersek abartmış olmayız.

‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi’…

Burada üzerinde durmayacağım birçok sebebi olmakla birlikte esas olarak ‘çöken Kemalist sistemden’ boşalan yeri doldurmak ve dağılan 20.yy statükosunu Ortadoğu’da yeniden inşa etmek için ihtiyaç duyulan ‘geleneksel İslamcı siyasetçilerin’ eseri olan ‘yönetme krizi’,bizzat ‘yönetenleri’ de hedef almak suretiyle her gün biraz daha derinleşiyor. Şu ‘kötü kadere’ bakın ki, esası Kürt düşmanlığına dayanan,‘milli beka ve istikrarı’ korumak adına tedavüle sürülen ‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi’, adeta kaçınılan sonu ‘yakın eden’ ciddi bir faktöre dönüşmüş durumda.Kürtleri bastırma ve yayılmacı siyasetin tahammül edemeyeceği her türden ‘yasallığın’ yerine geçirilen ve bütünüyle ‘keyfiliği’ esas alan ‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi’ hem ona hükmedeni hem de ‘yönetim kademesinde olan ekibe’ hükmeder oldu.Gerek muhalefette gerekse iktidar cephesinde alışılmadık kimi yeni ‘el-ense çekme’ durumlarının boy göstermesi buna işaret etmektedir.

‘Başkanlık Sistemi gelirse Türkiye uçar’ diyenler(bunlardan bir kısmı artık hayatta değil), bugün, ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurumsal kimliğini yitirmesi ve yönetilemez hale gelmesinin nedeni Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemidir’ demeye başladılar.İktidar partisinden kopup yeni arayışlara giren siyasal partilerin yanı sıra, bir zamanlar AKP’nin Kürt politikasına yön veren İ. Aslan gibi şahsiyetler durumu gayet açıklıkla ifade etmektedirler. Kulislerde dolaşan bir söylentiye göre, ‘Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sisteminin’ artık iktidarda olanları iktidarda tutamayacağını, seçimlere giderse iktidarı kaybedeceğini mevcut yönetim de anlamış durumda. Kamuoyuna yansıyan ‘yeni anayasa’ tartışmaları ve AKP’nin iktidarda kalmasını sağlayacak ‘yeni seçim sistemi ve ittifak arayışları’, herkesin malumu bu ‘yönetme krizinin’ tezahürü olarak ayyuka çıkıyor. İyi Parti’nin, “Parlamenter sisteme dönüşü kabul etmek şartıyla AKP ile masaya oturmaya hazırız” demesi, bütün bu “derin açmazların” ne kadar güçlü akıntılara dönüştüğünün açık delili.

Bir süredir görünür hale gelen bu ‘yönetememe hali’, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifasıyla iyice su yüzüne çıktı ve anlaşılıyor ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim krizinin nedeni, bağımlısı olduğu ‘sıcak parayı’ bulamaması ve bizzat yöneticilerin sahip olduğu  ‘kapitalist üretim sisteminin mantığına aykırı para politikasında ısrarın’ yanında, reel ilişkileri görmezden gelen‘yönetme felsefesidir’... Öyle ki, kurumsal nitelik taşıyan herhangi bir yapılanmada geçerli olan ‘istifa prosedürü’, yüzyıllar boyu ayakta kalabilmiş Osmanlı İmparatorluğu bekası üzerinde yükselen bir devlet için muammaya dönüşebiliyor. Türkiye kamuoyu hala Hazine ve Maliye Bakanı eski Başkanının istifa mı ettiğini, görevden mi alındığını ve daha önemlisi nerede olduğunu bilmiyor!

Mutlak gücün altında kalmak

Anlaşılan o ki ‘kadir-i mutlak’ bir iktidar isteyenler, onu elde etmekle sürdürmek arasında ciddi bir fark olduğunu anlamış durumdadırlar. ‘Mutlak İradenin’ bile hükmedemediği dünya gerçekliğinde mütevazi bir yer kaplayan Türkiye somutunda oldukça etkin bir rol oynayan ‘mutlak güç’, ne acı ki bağlı bulunduğu ‘uluslararası ekonomik ve siyasal nizam’ itibariyle Kedi karşısında bocalayan bir Fareye dönüşebiliyor. Türkiye şartlarında rant ekonomisine dayalı sermayeye hükmetmeniz pekala mümkün fakat vuku bulmasında binlerce ilişki ve girdinin rol oynadığı uluslararası serbest piyasaya, üstelik çok istediğiniz halde bulamadığınız bir malın talibiyseniz, değil hükmetmek, kaş-göz etmeniz bile mümkün değil. Üstelik ‘iktidarın yarısı’ sayılan Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı’na olmadık hakaretler eden bir zat karşısında ses çıkaramıyorsanız…

‘Mutlak gücün mutlak olarak zehirlediği’, artık kendi gerçekliğinin dışına çıkmış, varlığının sebebini anlamayan yönetici ekip, beyhude bir gayretle iktidarda kalmaya çalışmaktadır. Her şey bir yana, yaşanmakta olan Pandemi sürecinde bu iktidar ‘bir maskeyi bile dağıtamadı!’ Bir iktidar için vaz geçilmez görevlerden biri olan ‘toplum sağlığını koruma’ konusunda halka gerçeği söylememiş bir yönetimden söz ediyoruz. Bütün dünya aşı konusunda gayet şeffaf bir süreç ortaya koyarken Türkiye’de, bir yandan hangi aşının ve ne zaman yapılacağı bilinmezken diğer yandan ‘kimi özel kişilere özel aşı yapıldığı’ şayiasına tanık olmaktayız.

Bütün bu olumsuzlukların içinde yönetim, iktidarda kalmak için, insanların artık inanmadığı birtakım ‘ekonomik’ ve ‘hukuksal’ reformlardan söz etmektedir. Mümkün mü? Bunun cevabı, ‘durumdan vazife çıkarmaya’ çalışan YİK üyesi Arınç’ın, iktidarın mutlak sahibi adına ön almaya çalışırken başına gelenlerde yatmaktadır. Arınç, muktedirlerin aklından geçmeyen kimi kavramlar kullanmak suretiyle süreç hakkında kamuoyunu bilgilendirmeye çalışırken, kendisinin de aklından geçirmediği bir kazaya sebep oldu:‘kaş yapayım derken göz çıkardı’ ve bunun bedeli de ağır oldu; sadece koltuğunu yitirmedi, neredeyse inanılacak kıvama gelen ‘ekonomik ve hukuksal reform’ balonunu da patlatıverdi.

Romalılar, bir rezaletin üstünü örtmek için daha büyük bir rezalet çıkarırlardı. Hazine Bakanı’nın ‘yeni zamanlarda yönetme felsefesine katkı’ niteliğinde ‘zamane ilişki tarzına uygun ’İnstagram üzerinden istifası zaten büyük bir problem yaratmıştı; onu reform şayiasıyla izale etmeye çalışan yönetimin gayreti de Arınç tarafından berhava edilince, daha büyük ve yönetmede esas halini almış ‘yönetme zaafının’ ne denli büyük bir sorun olduğunun anlaşılmasına yol açtı. Bu durumu ifade eden oldukça yerinde deyimler var fakat en uygunu, kendisinin bilgisi dahilinde gerçekleştiğine inanılan Arınç’ın açıklamalarından kurtulmak için konuşan Erdoğan, düşmana atmak için kaldırdığı taşı kendi ayaklarına vurdu.

Şimdi tartışılan şudur: İktidarda kalmak için ortaklarına taviz vermek zorunda olan Erdoğan, kendi adamlarına sahip çıkamıyor mu? Yoksa ‘mutlak iktidarın’ sahibi Erdoğan’a biat eden yakınları O’na danışmadan, O’ndan habersiz birtakım işler mi çeviriyor?

‘Başkan Babanın Sonbaharı’

Açık ki her iki durumda da yıpranan, ‘üstendiği rolü oynayamayan mutlak güç’ sahibi görünen Erdoğan’dır. G. G. Marquez’in romanından esinlenerek söylersek, bugüne kadar iktidarda kalmak için siyaset oyununu iyi kuran ve yeri geldiğinde düşmanıyla iş birliği yapmaktan kaçınmayan Erdoğan, siyasal hayatının son baharını yaşıyor desek abartmış olmayız. Birçok badire atlattı fakat son vaka, Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın istifası ya da görevden alınması, diğer hiçbir vakayla karşılaştırılamayacak kadar ‘özeldir!’ Bu olay siyasal güvensizliği derinleştirmekle kalmadı, bugüne kadar ‘aile dışında tutmayı başardığı krizi’, kendisine ‘şah damarı kadar yakın’ olan mahremine de taşıdı ve deyim yerindeyse bizzat kendisinin sebep olduğu en öldürücü darbeyi aldı! Bütünüyle karşı çıktığı ‘yüksek faiz’ politikasına ‘tamimiyle teslim olması’ bu darbenin sonucudur.

Kuşku yok ki sabık Hazine ve Maliye Bakanı’nın kendine has bir ekonomi ve para politikası yoktu; orada bulunmasının tek nedeni, ‘yüksek enflasyonun sebebi yüksek faizdir’ demek suretiyle ekonomi bilimine katkıda bulunan Erdoğan’dan gelecek emirleri harfiyen yerine getirmekti. Hakkını yememek lazım, Hazine ve Maliye Bakanı‘hiçbir şey yapmadı’ dersek haksızlık etmiş oluruz, O da elinden geleni yaptı;‘indirmek için çaba harcamıyoruz, kurun yüksekliği önemli değildir’ dediği halde, bir de baktık kiDolar kurunu düşürmek için Merkez Bankası’nda bulunan 125 milyar dolar Döviz Rezervini bir güzel satmış! Her ne kadar bu satış son günlerde sorgulanıyor olsa da… Erdoğan’ı kurtarmak için ileri sürülen ‘durumun bu kadar ciddi olduğunu bilmiyordu’ türünden tezviratlar ise ancak züğürt tesellisi olabilir.

Görünen şu: Mevcut iktidar, artık iktidarda kalamayacağını bilmektedir. Bu akımı iktidara taşıyan konjonktür ve uluslararası siyasal ihtiyaçlar hızla değişiyor. Ortamın her türlü dejenere ilişkiye açık hali kendi mantığının sonuçlarına varmış görünüyor. Gelişen üretici güçler karşısında değişmeyen üretim ilişkileri, Biden’in seçilmesiyle birlikte uluslararası düzeyde kapitalist ekonomiyi, kendisini yeniden üretebilmek için kamu yararına kimi düzenlemeler yapmaya itecektir. Tabii daha büyük savaşlarla bu ‘dünya ekonomik ve mali krizini aşmak’ diye bir hesabı yoksa… Bu sisteme entegre Türkiye ekonomisini global gelişmelerin dışında tutmak mümkün değildir. Doğal olarak bütün bu değişimlerin siyasal bir sonucu olacaktır. Nihayet grup toplantısında yaptığı konuşmada Erdoğan, içerde yapmak zorunda olduğu birtakım değişikliklerin, ‘uluslararası yeni konjonktürden ’kaynaklandığını teslim etmek durumunda kalmıştır. Mevcut iktidar ‘yeni düzene’ uyacağını deklare etmiş olsa da başta ABD olmak üzere Türkiye ile çıkarları çatışan devletler, verili politikasıyla Türkiye’yi benimsemek konusunda pek istekli değildirler.

Bu çelişkinin nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti olarak orta yerde durmaktadır. Bunun birinci sebebi, bütün sorunlarına karşın Türkiye’nin, kendisini dünya şartlarında çağdaş yönde değiştirebilecek gerçek bir muhalefetten yoksun olmasıdır. Düşünün ki iktidara hazırlanan muhalefet, Türkiye’nin gerçek anlamda ‘demokratikleşmesinin’ Kürt meselesinin çözümü olduğunu anlamak istemiyor! Yönetim muhalefetiyle birlikte çürüyor. Türkiye toplumundaki bu ‘kaderine razı hal’, hiç değilse son bir yüzyıldır varlık-yokluk mücadelesi veren Kürtler için de geçerlidir. Devrim yapmak konusunda bir tür ihtisas görmüş İran esnafının sözünden hareket edersek, T.C. Devleti, son 15 yıl içinde ikinci kezdir rejim değiştiriyor ama bunun ne anlama geldiği konusunda ‘sessiz çoğunluk’ gibi Kürtler de pek kafa yormuyor. Herkes ‘Godot’yu bekliyor!’ Bu ‘bekleme’ ve ‘başkalarının devreye girmesini isteme hali’, ‘geçmişin ölü eli’ne davetiye çıkarıyor. İktidar, mevcut olumsuz şartlara karşın kitlelerdeki ‘büyük tahammülü’ dikkate alarak kendisini toparlamak yerine, normal şartlar altında ‘isyan sebebi’ olabilecek icraatlarda bulunmaya devam ederken muhalefet, kitlelerdeki ‘büyük beklentiyi’ örgütleyerek iktidar olmak için, deyim yerindeyse, ‘kılını kıpırdatmıyor’; bu şartlar altında birileri, uluslararası talepleri karşılamak için rol üstlenmeye hazır olduğunu fısıldıyor.

Bu, kitlelerin inisiyatifine bağlı olarak her yöne açık bir Türkiye’nin her gün biraz daha olgunlaştığına işaret ediyor. Öyle görünüyor ki gelecek, ‘kaderine razı kitlelerden’ çok, Türkiye’deki ‘özel sürecin’ farkında olan ve ona göre hareket eden, siyasal ve tarih tecrübesine sahip kesimlerin istediği şekilde biçimlenecektir.25.12.2020