Bir dönemin mağdur, mazlum ve yiğitlerini anlatmak sanki boynumun borcu gibi hissediyorum. Her biri benimle beraber baş ucumda yaşıyorlar. Her ne kadar ertelesem de yaşlandıkça, onların anıları daha fazla kapımı çalıyor...
İnzibat Karakolu, Kurtoğlu Kışlası, istihkam, sorgu derken o cehennem, 5 Nolu Cezaevi.
Her yıl Eylül ayında, aklımda hep sömürgeci zulme kaptırdığımız arkadaşlarımızın anıları gelir. Diyarbakır başta olmak üzere birçok Kürd illerinde insanlarımız öldürüldü. Yılmaz Demir, Necmettin Büyükkaya, Mazlum Doğan ve adını sayamadığım diğer kaybettiklerimiz gibi.
12 Eylül askeri darbesi, hayatı harabeye çevirmişti.
Bağlar ortaokulu öğrencilik yıllarımızda şimdiki adıyla, 5 Nolu diye bilinen, cezaevinin arazisini o zamanlar oyun alanı diye kullanırdık. İnşaatta kullanılmak üzere kesilmiş, soyulmuş ve güneşte kuruması için bekletilen binlerce genç kavak ağaçları bir de oyun oynayan bizler vardık. Çocukluğumuzu buralarda birçok şeyden habersiz geçirdik. Bir gün buranın büyük bir hapishane olacağını, burada hayatların çürüyeceğini, buranın arkadaşlarımıza mezar olacağını hatta orada yatacağımızı nereden bilebilirdik ki...
Yapımı yaklaşık on sene süren bir yapı, daha sonra koca bir hapishane olarak hayatımıza girdi. Binlerce Kürdün yıllarca hapis yatması ve işkence tezgahından geçmesi için inşaat hazır hale getirilmişti. Biz tutulduğumuz gözaltının kötü koşullarını bırakıp “yeni” yapılmış bir hapishaneye gitmenin sabırsızlığını yaşamaktaydık. Kaldığımız alt üst iki ranzalı hücrede, M. Zana olmak üzere beş kişi kalıyorduk. Tuvaleti, bazen su olmadan kullanırdık. Yan hücrede ise, mahkemede ilk idam kararı almış O. Aydın vardı. Yan tarafında, A. Çiçek ve Suruçlu M. Balin bulunmaktaydı. Karslı olduğunu bildiğimiz ve adının Şeref olduğu söylenen, sadece isminde “Şeref”adı geçen bir şerefsiz asker vardı. Yemekleri o bize verirdi. Aynı adam daha sonra iğrenç bir işkenceci olarak gittiğimiz yeni cezaevinde karşımıza çıkmıştı.
Daha sonra göz altından çıkarılıp, zebanilerin yönettiği, yeni yapılmış 5. Nolu’ya götürüldük. C11 No’lu koğuşa yerleştirildik. Ben buranın sorumlusuydum. Bir kaç ay kaldıktan sonra, ana davadaki arkadaşlarımın yanına gitmek için idareye bir dilekçe verdim. Aralık ayında C23 No’ya götürüldüm. Burası, Özgürlük Yolu davasından yargılanan ve tutuklananların kaldığı koğuştu. Alt katta ise PKK’den yargılananlar kalırdı. 5 Nolu’da herkes, kapı açıldığı zaman saçları kesik, yüzleri esmerleşmiş sanki aynı annenin çocukları gibi birbirlerine benzerlerdi. Kürdistan’ın her yerinde seçkin kadroları sindirmek üzre bu vahşet yerine getirmişlerdi.
Beni karşılayan, derneğimizin (DHKD) eski başkanı ve aynı apartmanda kaldığımız Silvanlı Kenan Kızıl’dı. Her zaman örgütlü mücadeleye inanan ve oldukça dik duran, çok emek sahibi bir arkadaşımızdı. Onu yaşlı annesinden ayırıp, uzun süre barbarca ağır işkencelerden geçdikten sonra buraya getirmişlerdi. Oldukça zayıflamış ve boynu uzamış gibi görünüyordu. Yoldaşlığın sıcaklığıyla hepimiz birbirimizle kucaklaştık. N. Kaleli ve Y. Çamlıbel’de girişte sağ tarafta odanın bitim duvarındaki alt ranzada kalırlardı.
Kenan ve Hasan beni yanlarına aldılar. İçeride parti otoritesi tamamen hakim durumdaydı. Geldiğim yerden daha düzenli ve sessizdi. Yere serilen, çok renkli Kürd kilimi hemen göze çarpardı. Bu kilim ben dışardayken tutuklu arkadaşlara gönderdiğim kilimimdi. Kilim her defasında bana, birazda kendi evimdeymişim gibi bir duyguyu hissettirirdi. Tam da halk arasında söylenen ”kime nasip kime kısmet” bu olsa gerekirdi.
Bazen askerin getirdiği yemekler içine deterjan atıldığı için kendiliğinden kaynıyordu. Mecburen yenilen bu yemeklerden sonra, herkes ishal olup tuvalet sırasına girerdi. Yemeğin az gelmesi halinde saklı tuttuğumuz su ısıtıcısı ile suyu kaynatıp, yemeğin çoğalmasına yani 50 kişilik koğuşa yeterli hale gelmesini sağlanıyordu.
İhtiyaçları giderme ve idare ile muhatap olma da Kenan birinci, ben ise ikinci sorumluydum. Muhbirliği engellemek için, ikimizin dışında kimsenin askerlerle muhatap olmama kuralı tarafımızca karar verilmişti.
Dışarıdan gelen bazı yayınları içeri gizlice alıyor, herkes okuduktan sonra da imha ediyorduk. Dışarıdan gönderilen bir elbisenin cebinde bulunan bir tabanca kurşununu, Berber Xalit ve Kenan’ın yardımı ile kaybetmeyi başarmıştık.
Yağmurlu bir bahar ayında Dengê Komkar dergisi gelmişti. Kapakta Türkiye haritası vardır. Diyarbakır şehrinden dışarıya kan akıyordu. İçinde Baran’a ait olan bir şiir vardı. Kenan bu şiiri bir an önce benim ezberleyip Newroz gecesine hazır olmamı söylemişti. Bir kaç defa okuyup yazarak ezberlemiştim.
Sömürgecilerin vahşeti altında olsak da ulusal bayramımızı kutlamak üzere elbette hazırlık yapıyorduk. Dışarıdan bakıldığında içerisi görünen bir kaç gözetleme alanı vardı. Buranın önüne bir kaç arkadaş sırtlarını dayayıp dışarıdan içeriyi gözetlemeyi engellediler. Çünkü yakalanmamız halinde ağır bir işkence tezgahında geçmemiz garantiydi.
Bir bakır yemek tasının içine ispirto ve kolonya koyar sonra kibrit ile Newroz ateşimizi yakardık. Bir kaç arkadaşımız “Mın qersê dukan vekır, xezalê heli can” diye halaya durdular.
Kenan kısa bir konuşmadan sonra, şiiri okumak üzere beni çağırdı. Hatırladığım kadarıyla, en çarpıcı mısrası;
“Kadınlar…
Kucaklarında birer çocuk,
Karınlarında can taşıyanlar..
Karnınız deşildi mi hiç?
Üç yaşında çocuklarınız süngülendi mi ?” diye sürüp giden uzunca bir şiirdi.
Kenan arkadaş uzun hapis yıllarında hep bir abi gibi şefkatliydi. Zulüm ve işkence altında bile bir militandı. 12. 11. 2017 tarihinde aramızdan ayrıldı.
Diyarbakır cehenneminde öğrendiğim; sömürgecilerin bizi, bizim birbirimizi ayırdığımız kadar bizi ayırmadıklarıydı... Kürd olan herkese aynı vahşeti uyguluyorlardı. Kenan’ın bende kalan bir diğer hatırası ise joplarla dövüldüğünde zayıfladığı için suratının aldığı acı hali… Çenesini sıkarak iki tarafında küçük bir elmaya benzeyen bir yuvarlak oluşuyordu. Kenan’ın ruhunun şad olması, Kürdistan'ın özgürlüğüne kavuşmasıyla mümkündür.
Devri daim, inandığı inanç tüm Kürdlerin yol haritası olsun.
“Bexta Romê Tuneye!”