Haber Merkezi
Ah keşke şarkı söyleyebilseydim.
Kürtçe bir şarkı söylerdim onun için.
Yalnızlık üzerine bir şarkı, ölüm üzerine bir şarkı.
"Şarkı söyleyen çocukları sevin" diye bir şarkı.
"Ben öldüğümde kimse memleketimi sevmediğimi söylemesin" diye vasiyet eden birini anlatan bir şarkı.
Kürtçe bir şarkı söylerdim onun için.
Eğer şarkı söylemeyi bilseydim.
* * *
Kırk yaşını daha yeni aşmıştı ve "içkisini bile sevmediği" bir diyarda hoşlanmadığı bir hayat kurmaya mahkum edilmişti. "Evimi özledim" diyordu, "balkonumda bacağı kırık mangalımı yakıp dostlarımla rakı içmeyi özledim." Ama ona evine dönmek yasaktı. "Kürtçe şarkı söylemek istiyorum" demişti çünkü. Sonra o dönüş yolunu biraz daha kesecek duraklarda aramıştı sevgiyi, öfkeyle aramıştı. Biraz daha güçlü, biraz daha kendine güvenen bir toplumun çocuğu olsaydı, onun o sert konuşmalarında, yumruğunu havaya kaldırarak söylediği şarkılarda açıkça hissedilen o çocuksu yalnızlığı ve kızgınlığı o toplum görür ve onu yeniden koynuna alırdı.
"Ben öldüğümde" diye başlayan cümleleri hepimiz duymuşuzdur, dinler geçeriz, böyle cümleler ancak onu söyleyen öldüğünde bir mana kazanır çünkü.
Geçen akşam Ahmet Kaya'nın o asi yüzü televizyonun ekranında belirdiğinde, "ben öldüğümde" diyordu, "kimse arkamdan memleketini sevmiyordu demesin, ben bu memleketi Ardahan'dan Edirne'ye kadar severim."
Ölmüş bir adam konuşuyordu karşımda.
"Ben öldüğümde..."
"Ben öldüğümde kimse memleketini sevmiyordu demesin."
Öldüğü günün akşamında hiç büyümeyen şişman ve öfkeli çocuk yüzüyle karşıma çıkan adamın şarkılarını dinleyen milyonlarca insana vasiyeti bu acıklı cümleydi, "memleketimi sevmediğimi söylemeyin."
Bu memleketin şarkılarını söyleyen bir insan niye arkasından "memleketini sevmiyordu" deneceğinden kuşkulanıyordu ki...
Bir gece mikrofonu alıp "Ben Kürtçe şarkı söyleyeceğim" demiş, bu masum cümle yüzünden "hain" ilan edilip sürgüne yollanmış, hakaretlere uğramış ve genç yaşında ölmüştü.
Onu ölüme götüren yolun ilk taşı o cümleyle konmuştu. "Kürtçe şarkı söyleyeceğim."
Kürtçe bile bilmiyordu ama öfkeliydi, çocuksuydu, hesapsızdı.
Besteler yapmayı, şarkılar söylemeyi, içmeyi, dostlarıyla sohbet etmeyi, çocuklara tanınan sevimli bir özgürlüğün içinde aldırmazca konuşmayı seviyordu, "ben berbere gitmem, giden de hoşlanmam" bile diyebiliyordu.
Sanatla uğraşanların çoğu gibi kocaman bir çocuktu işte ve bu ülkede yaşayan çoğu insan gibi çocukluğundan ve gençliğinden yaralar taşıyordu içinde, onu zaman zaman bütün topluma meydan okumaya kadar götüren acılı yaralar.
Coşmuş, "Kürtçe şarkı söyleyeceğim" demişti.
Bunu söyledi diye onu sürgünlere yolladık.
"Yağmurlarını bile tanımadığı" şehirlerin sokaklarında yapayalnız dolaşmaya mahkum ettik.
Tanıdığı bir yüzle karşılaşmadığı, bildik bir kokuyu duymadığı yabancı sokaklarda dolaştı.
Aylarca yalnızlığının içinde savrulup durdu.
Şarkılarını sevenlerin sevgisine alışmıştı, sevgisiz kaldı.
O sevgiyi aradı.
Her seferinde biraz daha öfkelenip her seferinde onu sevdiği topraklardan biraz daha kopartan konuşmalar yaptı.
İnsanlar onun coşkulu bir şarkıcı olduğunu unutmuş, sanki bir politik lidermiş gibi söylediği her kelimenin altını çizerek ona başka bir kimlik giydirmeye koyulmuşlardı.
"Kürtçe şarkı söyleyeceğim" cümlesiyle başlayan macera gittikçe daha keskin bir hale gelmişti.
Yüzlerce şarkı yazmış, söylemiş, milyonlarca insan tarafından dinlenmiş, bu ülkenin insanlarına sesiyle acılar ve sevinçler bağışlamış biri "Kürtçe şarkı söylemek" istediği için "hain" olmuştu, yaptığı her harekette, söylediği her sözde, attığı her adımda onun "hainliğini" kanıtlayan yeni izler bulmak için peşine düşmüşlerdi.
O, geri dönüşü olmayan bir yola itildiğini görüyor, öfkesinden o yolda daha hızlı koşuyordu.
Her seferinde biraz daha hızlı, biraz daha hızlı.
Her seferinde doğduğu topraklardan biraz daha kopartıldığını hissederek.
Her seferinde biraz daha yaralı ve biraz daha yalnız.
Öfkeli konuşmalar ve şarkıların ardından yağmurları bile yabancı sokaklarda yaşanan hüzünlü yürüyüşler geliyordu.
Evini özlüyordu.
Memleketini özlüyordu.
Özlediği yerlere dönemeyeceğini anlıyordu.
Acıyla anlıyordu bunu.
Kırk yaşını daha yeni aşmıştı ve "içkisini bile sevmediği" bir diyarda hoşlanmadığı bir hayat kurmaya mahkum edilmişti.
"Evimi özledim" diyordu, "balkonumda bacağı kırık mangalımı yakıp dostlarımla rakı içmeyi özledim."
Ama ona evine dönmek yasaktı.
"Kürtçe şarkı söylemek istiyorum" demişti çünkü.
Sonra o dönüş yolunu biraz daha kesecek duraklarda aramıştı sevgiyi, öfkeyle aramıştı.
Biraz daha güçlü, biraz daha kendine güvenen bir toplumun çocuğu olsaydı, onun o sert konuşmalarında, yumruğunu havaya kaldırarak söylediği şarkılarda açıkça hissedilen o çocuksu yalnızlığı ve kızgınlığı o toplum görür ve onu yeniden koynuna alırdı.
Ama onun içinde doğduğu toplum o kadar güvenli ve güçlü değildi.
Kelimelerden ve şarkılardan korkan insanların yaşadığı topraklarda doğmuştu.
O insanlara şarkılar, acılar, sevinçler bağışlamıştı ama o insanlar şimdi onu affetmiyordu.
O, "Kürtçe şarkı söyleyeceğim" demişti.
Ve, sürgünlere gönderilmişti.
Ülkesinin yöneticileri onu hain ilan ederken, o da kendisini bir zamanlar sevmiş olanların, dinleyicilerinin, dostlarının, toprakdaşlarının ihanetine uğradığını düşünüyordu herhalde.
Gidip politik toplantılara katılıyordu.
Yumruğunu havaya kaldırarak şarkılar söylüyordu.
Her sözüyle dönüş yolunu biraz daha kestiği halde, öfkesine sahip olamıyordu.
O bir şarkıcıydı.
Çocuksuydu.
Öfkeliydi.
Yaralıydı.
Ve, hayatının son döneminde yağmurlarını tanımadığı şehirlerde yalnızdı.
Dilini bilmediği bir şehirde, karısının ve kızının kolları arasında öldü.
Çabucak öldü.
Bir çocuk gibi öldü.
Daha önce sürgünde ölenler gibi yalnızlığıyla parçalanarak öldü.
Tanımadığı bir ülkenin topraklarına gömüldü.
Kürtçe bir şarkı söylemek istediğini söylediği için terkedilmiş olarak öldü.
Kürtçe bile bilmiyordu.
Artık bacağı kırık mangalını yakamayacak, dostlarıyla rakı içemeyecek, doğduğu toprakları bir daha göremeyecek.
Bir daha şarkı söyleyemeyecek.
Onun Kürtçe şarkı söylemesi gibi bir tehlike kalmadı.
Ah keşke şarkı söyleyebilseydim.
Kürtçe bir şarkı söylerdim onun için.
Yalnızlık üzerine bir şarkı, ölüm üzerine bir şarkı.
"Şarkı söyleyen çocukları sevin" diye bir şarkı.
"Ben öldüğümde kimse memleketimi sevmediğimi söylemesin" diye vasiyet eden birini anlatan bir şarkı.
Kürtçe bir şarkı söylerdim onun için.
Eğer şarkı söylemeyi bilseydim.
O şarkı söylemeyi biliyordu.
Ama benim söyleyemediğim şarkıyı o da söyleyemedi.
Yağmurlarını tanımadığı bir şehirde yalnız, öfkeli ve mahzun öldü.
Söylenmeyen ve söylenmeyi bekleyen bir şarkı kaldı.
Belki bir gün, o şarkı söylendiğinde, belki o da bizi affeder.
AHMET ALTAN
(Aktüel Dergisi, 23 Kasım 2000)
Formun Üstü
Formun Altı